Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

BU NE BİÇİM BELÂ
[Nâzım Hikmet Ran'ın Kendi Ağzından İbrahim Balaban'a Anlattığı Tutuklanma Öyküsü] * - Yıl 1937, aylardan Ağustos, İpek Sineması'nın holünde, bana hayran olduğunu söyleyen bir genç yanıma sokuldu: ''Sizin fikirlerinizi beğeniyorum, daha etraflı görüşmek istiyorum. Sizden yararlanmak için, tekrar görüşebilir miyim.?'' deyince, ben onun kesinkes polis olduğunu sanıp: Hadi güle güle.! Benim içerde işim var.! dedim. Holden ayrıldım. İçeri girince polis müdüriyetine telefon ederek; resmî askerî elbise giydirip polisleri peşime düşürmemelerini söyledim. Başkomiser ''Böyle birşey yapmadıklarını'' söylese de; peşime takılanın polis olduğunu sanıyordum. Bu yaptığım telefon konuşması, 1. Şubeyi uyandırmış. Birbirlerine sorup soruşturduktan sonra polis teşkilatının, benim tarif ettiğim gibi öyle asker kıyafetli hiçbir polisi görevlendirmediklerini anlayınca; bana gelen Harp Okulu öğrencisini ve okulu takibe almışlar. 1937'nin Aralık ayındayız. ''Şeker Bayramı''nın arifesiydi. Karımla beraber dışarıya çıkmıştık. Alışverişten hemen sonra evimize döndüğümüzde, ne göreyim.? Benim polis sandığım Harp Okulu öğrencisi, bizim evin girişinde, oturmuş beni bekliyor. Ben Ustamın sözünü kestim: - Eve nasıl girmiş.? Ustam ayağa kalkıp gezinmeye başladı. Ben olduğum yerde, sanki bir ''Buda'' heykeli gibi onu dinliyorum. - Bizim uzak akrabalardan yaşlı bir kadın, onu içeriye almış.. (Öfkelendim, ne demeliydim.? En iyisi sakin olmaktı: ''Şuna bak, polis evimize kadar girdi'' diye düşündüm, ''Ne bulacaksa.?'' derken, ayağa kalkıp bana yaklaştı: ''Kendisinin ve arkadaşlarının düşüncelerinden ve bana olan bağlılıklarından'' filan söz etti: Ben, evime hile ile girdiğini söyleyerek onu azarladım; otur falan da demedim: ''Ne istiyorsun.?'' dedim. ''Subay çıkınca, erata ne öğretelim.?'' diye sordu. ''Anayasa'daki altı umdeyi öğretiniz.!'' dedim. Bundan sonra evimi terk etmesini istedim. Kapıdan çıkarken Marx'la, Engels'le ilgili sorular sormaya da kalkınca, öfkeyle; ''Onları, herhangi bir ansiklopediden öğrenebilirsin.!'' deyip kapıyı kapattım. Bu ara ben ayağa kalktım, bu kez de Nâzım Hikmet oturdu.. Bana eliyle işaret etti: - Sen de otur, dinle bak.! Yıl 1938, 17 Ocak gecesi, Beyoğlu'nda, Celâlettin Ezine'nin evinde, Hilmi Ziya Ülken'le bir dergi tasarımı yaparken alıp götürdüler. Ankara'da Harp Okulu Komutanlığı Askerî Mahkemesi'nde dava sürdü. Askerî Mahkeme önüne çıkarılışım ilk defa oluyor. Ve ilk defa; ne şahidi, ne vesikası, ne de delil diye gösterilebilecek suç evrakı, suç aleti ve ne de bir ihbar veya ifade mevcut bulunmuyor. Kendisinden ''Polisin gönderdiği bir sivil şahıs'' diye şüphelendiğim gencin sorgusundaki ifadesinde; ''Köylü erata altı oktan ve Cumhuriyet'ten sonra komünizmi öğretin.!'' dediğim iddiasından gayrı bir suç isnadı yoktu.. 17 Ocak'tan beri Askerî Cezaevi içinde bir odada, tek başıma, hiçbir sanık ya da tanık ile konuşturulmadan, duruşma salonuna çıkarıldım. Benimle beraber sanık olanları, orada, ilk defa görüyordum. Savunmalarımız dinlendikten sonra, karar günü, 29 Mart 1938 Salı günü; ''15 sene'' cezaya çarpıldım. (Ben de oturduğum yerde, ellerimle yüzümü kapatıp bana ceza verenleri düşündüm:) ''Kürsünün başında üç tane küp, küplerin üstünden duran suratlar, kabak gibiydi.'' * Şair Baba odadan maltaya çıktı. Ben de çıktım: - Nasıl.? Sana ceza verenlerin suratları var mıydı.? - Suratlarını unuttum. Yalnız, çok ince, çok uzun bir burundular aklımda kalan: İnsandan çok eşyaya benziyorlardı: Duvar saatleri gibi ahmak, kibirli, ve kelepçe zincir filan gibi ----------hazin ve rezildiler. * Bir süre sessiz gezindikten sonra, odaya girdik. Bir sigara istedi. Verdim. Kibriti çaktım. Üstüste birkaç kez nefes alıp dumanları savurduktan sonra, bana döndü: - Devamını bekliyorsun değil mi.? - Evet. Sana verilen ceza, 28 yıl değil miydi.? - Biraz önce anlattığım, adaletin ''kepazeliği'' idi. Şimdi anlatacağım, adaletin ''rezilliği''. Ve 28 yıl ceza. - Bu konuya başlamadan önce, ''Bugün Pazar'' adlı şiirini, Sultan Ahmet Cezaevi'nde yazdığını sanıyordum.. - Hayır. ''Bugün Pazar'' şiirimi, Ankara Askerî Cezaevi tecritinde yazmıştım. 17 Ocak'tan 29 Mart'a kadar yalnız kaldığım günlerden birinde, beni ilk defa güneşe çıkardıklarında, not defterine tesbit ettikten sonra, yayımlandı. - Bu şiirin, benim de hatıramda belirgin bir yer etmiştir. Müsade edersen, bu anıyı sana nakletmek istiyorum. - Anlat bakalım, dinliyorum. - Beni, İmralı'dan Edirne'nin ''Yanıkkışlası''nın kapılarını boyamak için götürdüklerinde, ''komünist''lik bir suç işlediğim görüldüğünden ötürü, Sultan Ahmet Cezaevi'ne konulduğum zaman, beni yek başıma güneşe çıkarmışlardı. İşte o zaman, belleğimde olan senin o şiirin aklıma geldi. ''Tıpkı orda, güneşte durduğum gibi, Şair Baba da durmuş olmalıydı.!'' dedim kendi kendime. Ve okumaya başladım: * Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak bu kadar mavi bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldamadan durdum.. * Şiirin geri kalanı yüreğimde kaldı: (Tophaneden bir gümbürtü koptu.) Saçaklarda ne kadar güvercin varsa korkudan havalanıp: Benim tepeme sıçtı.! * (Şair Baba kahkahayla gülerken, ben sözümü tamamladım:) Meğer o gümbürtü, 30 Ağustos'un toplarıymış. - Ülen ne güzel güldürdün beni.! Şarlo gibisin! Ver bakalım bir sigara daha. Şair Baba bu kez, sigarayı keyifle tüttürdükten sonra; ''Donanma Kaomutanlığı Askerî Mahkemesi'' davasını anlatmaya başladı: - Bilmediğim birtakım nedenlerle, Ankara Cezaevi'nden alınarak, Sultan Ahmet Cezaevi'ne getirildim. Orada fazla tutmadılar.. Temmuz ayına doğru, Donanma Komutanlığı'ndan gelen görevliler, Köprü-Kadıköy iskelesinden bir motorla, Adalar açıklarında bekliyen ''Erkin'' gemisine götürdüler.. (Burada Ustam Nâzım Hikmet irkilip; orada kendisine yapılan iğrenç hareketi anlatıp anlatmama tereddütüyle, bir süre durdu:) Beni ''Erkin'' gemisine teslim alan iki subay, helalarından koridoruna kadar, bokla doldurulmuş bir yere kapadılar.. Benim buraya geleceğimi bilen bir komutan, bir gün önceden hazırlık yapmış olmalıydı: Subaylardan tayfalara dek, gemideki herkesin oraya sıçması emredilmiş olmalıydı. Bir insan hangi suçtan sanık olursa olsun, hiçbir emniyet, askerî ya da jandarma teşkilatında böyle bir işkenceye çarptırılamaz. Fakat bu iğrenç işkence yeri, adaletin uygulanacak olduğu yer, Donanma Komutanlığı'nın ''Erkin'' gemisidir. İşte o, koridoruna kadar bok dolu yerde, saatlerce ayakta durdum. Yoruldum.. Sıçılmadık bir yer bulup, oturdum.. Ben bir insan olarak, Babanın anlattıklarının karşısında, kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Şair Baba bana ''baba'' gibi baktı: ''Haydi sil gözyaşlarını da bana bir sigara ver.!'' dedi. Sigarayı tüttürürken devam etti: - Orada, tüm duyularım uyuşmuş olmalı ki, hiçbir şey düşünmeden sadece, ''Komünist partime'' katılma kararımı hatırladım: (''- Bu dava için çalışırken sana işkence yapabilirler. Meselâ tırnaklarını sökerler. Dayanabilir misin.?'' ''- Dayanırım..'' ''- Kulaklarını keserler..'' ''- Dayanırım..'' ''- Gözlerini oyarlar..'' ''- Dayanırım..'') Bütün bu işkenceleri göze alıp partime girmiştim. Ama böyle bir rezillik hiç aklıma gelmemişti. Ellerimle yüzümü şöyle bir okşadım. Çok şükür.! Gözlerim de, kulaklarım da duruyor yerinde. Ayağa kalktım. Bundan böyle her zamankinden daha kuvvetli olmalıydım. Bir daha yere oturmadan, saatlerce ayakta durabilirdim. Gündüz müydü gece miydi, bilmiyorum. Nedense kapı açıldı: İki subayla iki bahriyeli, beni oradan alıp, geminin sintine ambarına kapadılar. Asıl yaşam savaşı orada başladı: Sıcaktan ve havasızlıktan boğuluyordum. Nasıl yaşayabilirdim.? Ambarın lumbozlarına çarpan dalgalar, ah birazcık içeriye akabilse.? Ter içinde, sırılsıklamdım. En iyisi soyunmaktı, soyundum. Oralarda ıslak bir nesne aradım. Halatlardan başka birşey yoktu. Halatların bir halkasını kaldırıp göğsüme bastırdım. İşte böyle, burada da böyle. Ve halatların arasında yatıp, uyuyamadan yaşayabildim. Bir geceyarısı, elinde fenerle bir subay kapıyı açtı. Elindeki fenerin ışığını üstümde gezdirdi: - Ulan sen deli misin.? dedi. - Evet.! Sen kimsin.? dedim. - Neden çıplaksın.! - Sen neden giyiniksin.? - Ben bir subayım.! dedi ve yandaki lambayı açtı. Karşımda iki subay vardı. Kıyafetlerinden ''yargıç''a, ''savcı''ya benziyorlardı. - Siz benim çıplak olmama taktınız, ben de sizin şu yakanızdaki işarete şaştım. Nedir o.? - Kör müsün, terazi onlar.! - Ne tartarsınız siz onlarla.? - Adaleti.! - Ben sizi, onlarla odun tartarken görüyorum. - Karşı gelmeyi kes de, giy üstünü.! O gün beni başka bir bölüme koydular. Hergün, kaldığım yer değiştiriliyordu. Nedense, gecenin bir yarısında, beni uykudan kaldırıp güverteye çıkardılar. Süngülü, bir manga denizerinin silah şakırtılarıyla beni korkutmaya uğraştılar. Ben bu ara Ustama hayretle sordum: - Donanma'da hangi nedenlerle seni sanık olarak yargıladılar.? - Benim neden sanık olduğumu, beni buraya kapayanlar bile bilmez. Beni buraya kapatmadan önce Donanma Komutanlığı'nda soruşturma başlamış. Bu soruşturmada: ''Kitap Sevenler Derneği'' adında bir kuruluşu ele almışlar. Bu kuruluşun üyeleri, aralarında kitap alıp veriyorlarmış; okumayanlara okuma şevki aşılıyorlarmış. Bunlardan bir çavuş, askerliğini ''Yavuz Zırhlısı'nda yaparken, o da bu dernekten kitap alıp astsubaylara ve erlere veriyormuş. Bu kitaplar arasında en çok da benim şiir kitaplarım, suçlama delili teşkil ettiğinden, ''Yavuz''u isyana teşvik etmişim. Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesi'ndeki yargılama 10 Ağustos 1938 günü başladı. 29 Ağustos 1938 günü karar okundu: ''Yavuz'u isyana teşvikten'' bana 20 yıl daha ceza verdiler. Daha önce verdikleri 15 yıl ceza ile, 20 yılı birleştirip 35 yılı, 28 yıl 4 ay'a indirdiler. (İnsaflarından falan değil:) ''İçtimaî ceraim''maddesini uygulamışlar. '' * ''..zaman zaman, yaptığım tablolar odasının duvarlarında çoğalınca, coşup söylediği şu söz çok hoşuma giderdi: - Bak Balaban, kendine inan, büyük bir ressam olduğuna yani.. Ben şiirlerimle Türk milletinin destanını nasıl yazıyorsam; sen de, yaptığın ve yapacak olduğun tablolarla, bu milletin destanını resmedeceksin.''
Sayfa 131Kitabı okudu
·
431 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.