İyi bir roman bence okuru için bir başka hayatı yaşama fırsatıdır. İyi roman bu yüzden bir duygusal eğitim aracıdır. Örneğin Anna Karenina daha yeteneksiz bir yazarın elinde basit bir ibret hikayesi olarak kalabilirdi, ama öykünün içinden doğan Anna Karenina evliyken bir başka adama aşık olan bir kadının ötesine geçerek bize seçimlerini, duygularını, acılarını, yenilgisini anlama fırsatı veriyor. Ancak gerçek hayatta olabilecek derinlik ve karmaşıklıktaki yazgısına tanık olunca en yargılayıcı insanın bile Anna Karenina'yı yargılaması bence güçleşiyor. Bu bağlamda roman kadının sadakatsizliğini değil asıl biz okurların sınanmamış ahlaki önkabullerimizi kınayan bir hal alıyor. Tolstoy bize edebiyat yoluyla sancısını birinci elden yaşamak zorunda olmadığımız yeni bir yaşam armağan ediyor.
Bu bakımdan Bir Hanımefendinin Portresi vasatın da altında bir romandır, döneminden habersiz olmanın yanı sıra okurunu insanın, hele de kadının ruh coğrafyasında yolculuğa çıkardığı söylenemez. Ne istediğini bildiğini, özgürlüğü, "kendi ruhunun kaptanı" olmak istediğini sanırken asıl çabası iki nokta arasındaki en kısa ve en kolay yolu izlemek olan bir kadının kendinden daha kurnaz insanların sebep olmasıyla kendi soluk benliğinin gölgesine dönüşmesinin hikayesinden ibarettir. Burada Borges'in Henry James için söylediği şu sözlere katılmamak mümkün değil: "vicdani kaygılarına ve incelikli giriftliğine karşın James'in yapıtlarında önemli bir kusur bulunur: yaşamın yokluğu."