Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

110 syf.
7/10 puan verdi
Dinin Amacı ve Hikmetini Anlamaya Doğru
Vahidüddin Han'ın "Dinin Hikmeti" başlığını taşıyan bu kısa kitabı yorum, dinin hakikati ve hikmeti üzerinde duruyor. Beş bölümden oluşan bu eserin birinci bölümü "Yorum Nedir?" başlığını taşıyor. Yazar, bu bölümde yorum ile dinin birbirinden ayırt edilmesi gerektiği konusunda örnekler veriyor ve bazı açıklamalarda bulunuyor. Bu bölümü bitirmeden neden bu kitabı yazdığına da değiniyor. Yazara göre İslâm âlimleri dinin hikmeti üzerinde değil, müstakil konuların hikmeti üzerinde durmuş, parçalardan bütüne geçmemişlerdir. İkinci bölüm ise "İslam ve Gerekleri" başlığını taşımakta ve burada fanatik olarak bir inanca, yoruma dalmanın bireyde körlüğe sebep olacağını söylemektedir. Yine burada Vahidüddin Han, iman eden kişinin takva elbisesi giymesi gerektiğini, takvanın ibadetin bir sonucu olduğunu, ilahi nimetlerin insana ulaşmasının iman sayesinde olduğunu ve insanın hayatta donukluk, pasiflik ve çöküntüye uğramamasının iman sayesinde olduğunu belirtmektedir. Üçüncü bölüm olan "Dinin Hakikati"nde insanın yaratılışının asıl sebebinin Allah'a ibadet olduğu ifade edilmektedir. İnsanın ruh ve bedenden oluştuğunu ve değerli olan unsurun ruh olduğunu belirten yazara göre ibadetin iki derecesi vardır. Bunlardan birisi kişinin kalbini Allah'a teslim etmesi, diğeri ise bedeniyle Allah'a itaat etmesidir. Dini de ruh ve beden olarak ikiye ayıran Vahidüddin Han'a göre dünyevi açıdan (beden) dinin gerçekleri üç maddede toplanabilir: Yaşam için mücadele, caydırıcı güce sahip olma ve yeryüzünde yerleşme/egemen olma. Yaşam için mücadeleden kasıt geçimi sürdürmek için mal sahibi olmaktır. Caydırıcı güce sahip olmak ise inananların düşmanları caydırmak için yeterince güce sahip olmaları, yeryüzüne egemen olma ise siyasi hakimiyeti ele geçirme ile İslâmî çalışmaların yapılmasının önünün açılması, barışın tesisidir. Yeryüzüne egemen olma durumu şartların imkan vermesiyle olacağı için evrensel bir sorundur. Din asıl olarak kişiden ruhi niteliğini düzeltmesini istemektedir. Bunun dışındaki durumlarsa imkân ve şartlara göre değişip, inananların buna da önem vermesi gerekmektedir. Dördüncü bölüm "Dinin Hikmeti" başlığını taşımaktadır. Yazar bu bölümde dinin bir sistem olarak öne sürülmesinin dinin aslî unsuru olan ibadeti arka plana ittiğini ve bunları değersizleştirip, dinin amacını farklı yönlere çektiğini iddia etmektedir. Dinin sistem/kâmil bir nizam olduğu görüşüyle dinin yeryüzünde bir mücadele olduğu ve İslâm'ın bu mücadelede bütün müminleri zorunlu tuttuğu dillendirilmiştir. Bu anlayışla selefin yaptıkları, Kuran'ın içeriği bu mücadele konusunda yeterli derecede bilgiden yoksundur. Çünkü bu düşünce ideolojik bir şekilde kurulmuştur. Müslümanların tarihine bakıldığında onların İslâm'a davet için "ilâhî hükûmet" kurarak davete başladıkları delillendirilmeye çalışılsa da, böyle bir durum vaki olmamıştır. Bu düşünceler daha çok Hindistan'da İngiliz sömürüsü ile ortaya çıkmıştır. Bu da bize ortaya çıkan fikir, yorum ve ideolojilerin yaşadıkları çağ ve coğrafyadan ayrı değerlendirilemeyeceği gerçeğine götürmektedir. Yazara göre dinin bütün cüzlerini kapsayan ve İslâm tarihinin bütününe uygun olan din yorumu şudur: "Allah'a olan korku, sevgi, velayet ve tevekkül ilişkisi." Bu ilişkinin gereklerini ortaya koymak ise ibadetle olur. Yine yazara göre dinin kapsamlı hikmeti ise: "Kulun Allah'la ilişkisidir." Diğer şeylerin tamamı bu ilişkinin görüntüsü veya gerekleridir. Bu bakış açısıyla dinin gereği olarak istenen şey müminin Allah'a kul olması, izafi gerekler ise müminin hayatını düzenleyen hükümlerdir. Asıl olan şartlar, yani Allah'a kullukla ilişkili olanlar herkesten istenmekte, izafiler ise şartlara göre talep edilmektedir. Buna göre din bizden bir devlet kurmak ve onun uğrunda cihat etmeye çağırmaz. Dinin nihai hedefi batınîdir. Eğer ortam ve şartlar müsaitse dinin asıl amacı sayılmayarak cihad da bu çabaya dâhil edilmelidir. Yazar insanın yaratılışı ve dinin temeli saydığı ibadet kavramına dair detayları beşinci bölüm olan "Din Nedir?"de işlemektedir. Vahidüddin Han, ibadeti dört farklı açıdan ele almaktadır. İlk olarak itaat kavramını ibadete dâhil eden yazar, bunun bireysel ve toplumsal yönü olduğunu ve ibadet ile itaatin farklı şeyler olduğunu söylemektedir. Bireysel itaat, aslında inanmış kişinin dış durumlara karşı verdiği tepkileri ve tercihleridir. Toplumsal itaat ise siyasi düzen kurulmasıyla mümkün olup; ancak böyle bir yapının oluşumundan sonra toplumsal hükümler icra edilebilir. Hz. Peygamber'in hayatında bu süreç Medine dönemine tekabül etmektedir. Mekke döneminde o ve müslümanlar bir devletten mahrum oldukları için sadece bireysel itaatten sorumluydular. Ahkâm ayetlerinin inişi de müslümanların imkânları ve yapabilme potansiyelleri ile doğrudan ilişkilidir. Burada şunu görmekteyiz: "Açıktır ki; dinin gerekleri, mutlak bir şekilde müminlerden talep edilmemektedir. Aksine onların şartlarına göre istenir. Müminlerin özgürce seçebilme ortamı ne kadar genişlerse dinin o müminlerden istemiş olduğu gerekler dairesi de genişler. Bunun sonucu aynıdır." (s. 86) Burada" İmkân olursa daha rahat yaşama ve dinini ikâme etmek için devlet kurmanın gereği nedir?" diye sorulabilir. Eğer toplum oluşmuşsa; elbette bu durum o topluma vaciptir denilebilir. Ayrıca yazar bu konuda şunu demekte: "İmametin uygulamaya geçirilmesi ancak, bağımsız sosyal düzen kurmayı sağlamış Müslüman toplumunun teşekkülünden sonra söz konusu olabilir. Dağınık haldeki müminlerin, imameti ikamede sorumlu kabul edilmeleri mümkün değildir." Burada dikkat edilmesi gereken nokta şartların gereklerini ıskalamamak, dini amacından saptırıp bir ideolojiye dönüştürmemektir. Nasıl zekât, nisap miktarı mala sahip olan müslümana farz, buna sahip olmayan kişiye değilse, söz konusu durumlar da böyledir. İbadetin gereklerinden ikincisi "şahitlik" veya "İslâm'a Davet"tir. Bunun amacı dinden haberi olmayan kimsenin kalmamasıdır. "Davetin tek şartı, davetçinin mesajını 'anlaşılır bir sözle' olgun bir nasihatle tebliğ etmesi ve ne kadar engelle karşılaşırsa karşılaşsın tebliğinde kararlı olmasıdır." Ayrıca Vahidüddin Han, gayrimüslimlere yapılacak tebliğlerde dinin öncelikle inanç konusunın öğretilmesi daha sonra ayrıntılarının aktarılmasını tavsiye etmektedir. İbadetin üçüncü gereği marufu emretme ve münkerden sakındırmadır. Bu görev müslüman toplumu ilgilendiren bir durumdur. Bireysel ve toplumsal olarak ikiye ayrılır. Müslüman birey, kardeşlerini ıslah etmek için gayret göstermesi gerekir. Toplumsal yön ise şartlara bağlı olarak müslümanların yapması gereken bir durumdur. İbadetin dördüncü gereği ise dine yardım etmedir. "Dine yardım etme; çökme ya da gizlemeyle karşı karşıya kalan İslami değer ve meseleleri diriltme, ortaya çıkartma ya da yıkılmasını engellemeye çabalamadır, şeriatın 'İ'lay-ı Kelimetullah' diye bahsettiği iştir." Dine yardım hususunda inananların her birinin üzerine düşen görev şartlara ve yapabileceklerine göre şekillenecektir. Son bölüme gelecek olursak, Vahidüddin Han, inşa ettiği düşünceyi tamamlamakta ve çıkardığı sonucu bize bu bölümde sunmaktadır. Bu bölümün adı: "Din, Asıl ve Ayrıntılardan (Füruat) Oluşur"dur. Yazar, burada Hz. Peygamber'in hayatı üzerinden dinin temelinin ne olduğuna işaret etmektedir. Hz. Peygamber'in on yıldan fazla süren Mekke dönemi aslında dinin temelinin oluştuğu dönemdir. Birçok peygamberin hayatı incelendiğinde Mekke döneminde inen vahiy içeriğinin onlara da ulaştığı görülmektedir. Ancak Medine dönemi ile inen, yürürlüğe konan siyasi ve imkâna bağlı emirler, durumlar birçok peygambere indirilmemiş, birçoğu görevlerinde Medine dönemi gibi bir süreci görememişlerdir. O zaman şunu mu demeliyiz: Birçok peygambere indirilen vahiy eksikti, hattâ Hz. Peygamber'e indirilen vahiy de Medine sonuna kadar eksik kaldı ve onun ölümünden az önce tam oldu. Böyle bir durumda Hz. Peygamber'in dini tam olarak yaşadığını iddia edemeyiz. Hz. Peygamber'i geçtik, ya tebliği inanç esasları ve bazı bireysel ibadetlerden öteye geçmeyen peygamberlerin dinleri eksik mi kalmıştı? Oysa, biz biliyoruz ki, bütün gönderilen peygamberler inanç esasları olarak aynı şeyi tebliğ ettiler, sadece fûru dediğimiz konularda değişim meydana geldi. İşte burada sonuç ortaya çıkmaktadır: Dinin özü bireyseldir ve ibadettir. Şartlar ve durumlar oluştukça, imkânlar geliştikçe yükümlülükler artmıştır. O zaman, misal Hz. Peygamber dini Medine'de daha dolu yaşadı da, Mekke'de yarım yaşadı deme imkânına nasıl sahip olamıyorsak, durumlar ve şartlar oluşmadığı sürece bir müslümandan yapamayacağı şeyleri istemek, yapamadığı bu durumlardan dolayı onun dininin eksik olduğunu iddia etmek yanlıştır. "Bu şu demektir: Herhangi bir ortamda müminden talep edilen, o şartlarda en kâmil dindir. Ama nihai olarak inen kâmil din, mümine nispetle olması muhtemel olan bütün durumlardaki hükümleri gözetendir. Bu kâmil din uygulama fırsatı bulduğu her anda ondan istenecektir. Eğer müminlerden birinin imanı ve takvası kâmil olursa o kâmil bir din sahibidir. "Ama henüz yeni olup, zekâtı verecek kadar nisaba malik malı yoksa, mahkemede hazır olup doğru şahitliğini açıklayacak fırsatlar oluşmamışsa, şartlar mirası taksim etmeye müsait değilse bütün bu durumlar onun dininin kemaline hiçbir etki etmez. Ama o Allah'u Teâlâ'nın bu şartları yarattığı her anda kararlı bir kalple bu görevleri tam olarak yerine getirmeye hazırdır." Dinin tamamlanması konusunda Maide sûresi 3. ayette şöyle geçmektedir: "Bugün size dininizi tamamladım." Bu ayetin son inen veya sona doğru inen ayetlerden biri olduğu kabul edildiğine göre din, bu ayet gelene kadar eksik miydi veya din neyle tamam olmuştur? Vahidüddin Han, bu konuda Razi'nin tefsirinden şunu nakletmektedir: "el-Kaffal'ın zikrettiği ve kabul edilen bir görüş var. Ona göre: Din kesinlikle noksan değildi, aksine ebedi olarak kamildi. Allah tarafından inen şeriatlar o vakitte de ve her zaman için de yeterliydi. Ancak Allah Teâlâ, gönderme vaktinin başlangıcında, bugün için kâmil olanın, yarın için kâmil olamayacağını ve uygun düşmeyeceğini biliyordu. Gerçekleşmesinden sonra, nesihle hükmün kaldırılmasında bir hata yoktur. Bu, yokluktan sonraki bir artıştı. Ama gönderilme vaktinin sonunda Allah, şeriatı kâmil olarak indirdi. Kıyamet gününe kadar da baki kalacağına hükmetti. Şeriat ebedi olarak kamildi. Ancak birinci kamillik belirli bir zamana kadar, İkincisi ise kıyamet gününe kadar olan kâmilliktir. İşte Allah bunun için 'Bugün size dininizi tamamladım' buyurmuştur." Vahidüddin Han'ın görüşünü özetlemek gerekirse şu denilebilir: Din bir inanç ve Allah'a kulluktur. Kulun bireysel hayatında elinden geldiği kadar ilahî emirlere uyması gerekmektedir. Toplumsal durumlarda ise imkânlara göre yükümlülükler belirir. Din imkânlara göre müntesiplerine yapacağı ibadetleri, işleri emreder. Din temelde kulluk ise, onu saptırıp yaşanması için bir devlet şartı koşmak yanlıştır. Tarihi şartların gerektirdiği şeyleri dinin kendi amacı gibi lanse etmek, dinin yanlış anlaşılmasına götürür. Benim bu kitaptan anladıklarım bu ve buraya kadar anlattıklarım. Kayda değer bir düşünce olduğu için üzerinde durmak istedim. Yanlış veya eksik anlamış olabilirim. Kitabı okuyan başkaları ileride bu incelememi okuyup karşılaştırma ve yorum yaparlarsa kitabın anlaşılması adına önemli bir katkı sunabiliriz. Söz konusu kitap 110 sayfa gibi kısa olsa da içeriği ve anlatmak istedikleri daha uzun sayfalarda çok daha detaylı işlenebilirdi. Kitabın çevirisine gelecek olursam anlaşılır olduğunu söyleyebilirim; ancak çevirmenin adı ne kapakta ne de kitabın içerisinde yazıyor. Bu nasıl bir şey anlamadım. Ayrıca sayfa sayısı az olan bu kitapta yapılan yazım ve noktalama yanlışları beni rahatsız etti. Yayınevleri bu işi ciddiye alsalar keşke. Hülasa bu kitabı tavsiye ediyor muyum, emin değilim. Farklı bir bakış açısıyla dinin amacı ve hikmeti konusunda bilgi sahibi olmak istiyorsanız göz atabilirsiniz. Bu incelemeyi medium hesabımdan okumak için tıklayınız: sametonurr.medium.com/dinin-hikmeti-i...
Dinin Hikmeti
Dinin HikmetiVahidüddin Han · Çıra Genç Yayın · 20084 okunma
·
268 görüntüleme
İslamiKitapÖzet okurunun profil resmi
"Bendeki kitap; Şafak Yayınları, Aralık 93 tarihli baskı. Çeviren ise Mustafa Mücahid." Yazım yanlışları, anlam düşüklükleri vb olumsuzluklar rahatsız edici düzeyde değil. Orjinal metni görmedim ama çevrisi kolay olmayan bir dili olduğunu tahmin ediyorum. Benim anladığım; yazara göre müslümanlar siyasette pasif olmalı, hadların uygulanması vb konularda uygulayıcı (devlet gibi) otorite gerekiyor olsa da sabırla güçlenmeyi, gereken şartların oluşmasını beklemek gerekiyor. Bu durumda olmayan bir toplumun, bunların uygulanmasından mazur olacağını söylüyor. İşin düşündürücü yanı; bu görüşlerini delillendirecek nassları ortaya koyamaması, birkaç delillendirme çabasının da bariz zorlama olduğudur. Yazarın adı bilinmeden okunsa, bir müsteşrik tarafından yazıldığı kanaati oluşturacak bir kitap. Yazar hakkında Mustafa Özcan'ın yararlı olacağını düşündüğüm bir yazısı; fikriyat.com/yazarlar/mustaf...
Samet Onur okurunun profil resmi
İncelememe katkınızdan dolayı teşekkür ederim. Yazarın son bölümde iddiasını gayet mantıklı ve sağlam bir şekilde delillendirdiğini düşünüyorum. Kitapta müsteşrik kokusu aldığınızı iddia ediyorsunuz; bunun doğru bir kanaat olduğunu düşünmüyorum. Dini bir ideoloji gibi sunma, kimliğin tek kaynağı yapma peşinde olan birçok anlayışa karşı Vahidüddin Han'ın görüşlerinin anlayışları makul düzeye çekme konusunda önemli bir çaba olduğunu belirtmek isterim. Kitabı okuduktan sonra internette araştırma yaptığımda sadece Mustafa Özcan'ın yazılarını görmüştüm. Bu katkınız için teşekkür ederim.
İslamiKitapÖzet okurunun profil resmi
Çok özür diliyorum. Bendeki kitap; Şafak Yayınları, Aralık 93 tarihli baskı. Çeviren ise Mustafa Mücahid. Abdulvehhab El Efendi'nin Nasıl Bir Devlet kitabını okuyordum. Yanlışlıkla onun kitap bilgilerini yazmışım. Ama kitapla ilgili yorumlarım aynen geçerlidir, orada bir hata yok. Selamlar.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.