Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Odanın diğer yanında, sedirin karşısındaki duvar boyunca, masayla soba arasında kibirle gülümseyerek volta atıyordum. Var gücümle onlarsız da idare edebileceğimi göstermeye çalışıyor, bir yandan da çizmelerimin topuklarını kasten, sertçe vurarak gürültü ediyordum. Ama hepsi boşunaydı. Onlar başlarını çevirip bakmadılar bile. Tam önlerinde masadan sobaya, sobadan masaya hep aynı yerde, saat sekizden on bire dek bıkmadan, sabırla volta attım. İçimden, "Canım böyle istiyor, kimse de bana engel olamaz." diyordum. Odaya girip çıkan garson, birkaç kez durarak bana baktı; hızlı dönüşlerim yüzünden başım dönüyordu; kimi anlarda da sayıkladığımı sanıyordum. Bu üç saat içerisinde sırtım üç kere terleyip, kurudu. Bazen yüreğimin ta derinlerine zehir gibi acı veren bir düşünce saplanıyordu: Aradan on, yirmi, hatta kırk yıl geçse bile yaşamımın bu en iğrenç, en gülünç, en korkunç dakikalarını nefretle, iğrenerek anımsayacaktım. Kendimi bile isteye bundan daha acımasızca, daha fazla aşağılamam mümkün değildi; bunları gayet iyi anlıyor, ama masayla soba arasında volta atmayı bırakmıyordum. Bazen de kanepedeki düşmanlarıma dönerek, "Ah, benim neler hissedip düşünmek kudretinde olduğumu, kültür seviyemi bir bilseniz!" diyordum içimden. Fakat düşmanlarım, odada yokmuşum gibi bir tavır takınmışlardı. Yalnız bir defa, Zverkov Shakespeare’den bahsederken ben birdenbire alayla gülünce dönerek baktılar. Gülüşüm öyle yapmacık ve çirkindi ki, konuşmayı birden kestiler ve bir iki dakika boyunca gayet ciddi bir tavırla onlara aldırmadan duvarı delip geçmek istermiş gibi duvar boyunca masadan sobaya gezinişimi seyrettiler. Ama bu da netice vermedi: Benimle yine hiç konuşmadılar ve iki dakika sonra da ilgilenmez oldular. Saat on biri çaldı. Zverkov kanepede doğrularak: — Haydi baylar, şimdi hedef orası! diye bağırdı. — Hayhay, elbette! diye mırıldandı diğerleri Zverkov’a doğru yürüdüm. Kendimi öyle bitkin, ezilmiş hissediyordum ki, bu durumdan kurtulmak için ölümü bile göze alırdım! Ateşim vardı, terden sırsıklam saçlarım şakaklarıma yapışmıştı. Sert, kesin bir tavırla: — Zverkov! dedim. Sizden af diliyorum. Sizden de Ferfiçkin; sizden de baylar, hepinizden af diliyorum, çünkü hepinize hakaret ettim. Ferfiçkin, zehirli bir sesle ıslık çalar gibi: — Ha şöyle, yola gel! dedi. Düello senin harcın değil kardeş! Yüreğime bir ağrı saplandı. — Yoo, düellodan korktuğum yok Ferfiçkin! Barıştıktan sonra yarın sizinle dövüşmeye gene hazırım. Hatta ısrar ediyorum; bunu reddedemezsiniz. Size düellodan korkmadığımı ispat edeceğim. İlk atış sizin, bense havaya ateş edeceğim. Simonov: — Kendi kendini eğlendiriyor işte, dedi. Trudolyubov dudak büktü: — İyice saçmaladı. Zverkov küçümser bir tavırla: — Müsaade edin de geçelim, yolu kapatıyorsunuz!.. dedi. Daha ne istiyorsunuz? Hepsinin yüzleri kızarmış, gözleri parlıyordu; hayli içmişlerdi. — Sizinle dost olmak istiyorum Zverkov, size hakaret ettim, fakat... — Bana hakaret mi ettiniz? Si-iiz mi? Ba-ana mı? Şunu bilin ki sayın bayım, siz bana hiçbir zaman, hiçbir koşulda hakaret edemezsiniz! Trudolyubov, konuşmaya son vermek ister gibi: — Yettiniz artık, çekilin! dedi. Haydi gidiyoruz. Zverkov: — Bakın, peşin anlaşalım: Olimpiya benim! diye bağırdı. Öbürleri gülüştüler: — Hayhay... Gözümüz yok! Yüzüme tükürülmüş gibi duruyordum. Hep birden gürültüyle odadan çıktılar; Trudolyubov pek manasız bir şarkı tutturmuştu. Garsonlara bahşiş veren Simonov biraz geride kalmıştı. Birdenbire ona yaklaştım. Kesin, ümitsiz bir tavırla: — Simonov! dedim. Bana altı ruble verin! Şaşkın, bön bakışını bana dikti. O da sarhoştu. — Oraya da mı geleceksiniz bizimle? — Evet. — Param yok! diye kesti ve hakaretle gülümseyerek kapıya yürüdü. Kaputundan yakaladım. Adeta bir kâbusta gibiydim. — Simonov! Paranız var, gördüm; niçin reddediyorsunuz? Ben şerefsiz bir adam mıyım? Ne olur eli boş göndermeyin beni: Ne maksatla istediğimi bir bilseniz, ah bir bilseniz! Bütün istikbalim, planlarım, her şeyim buna bağlı... Simonov parayı çıkararak yüzüme fırlatır gibi uzattı. — Bu kadar pişkinseniz alın! dedi ve arkadaşlarının peşinden koştu. Bir an yalnız kaldım. Dağınık bir sofra, yemek artıkları, yerde kırılmış bir kadeh, şarap döküntüleri, sigara izmaritleri arasında kafamda bir sersemlik, heyecan, kalbimde dayanılmaz bir ıstırapla dikiliyordum; üstelik yanımda her şeyi görüp duyan ve meraklı gözlerini bana dikmiş bir garson da vardı. — Oraya!.. diye bağırdım. Ya hepsi ayaklarıma kapanarak dostluğumu kazanmak için yalvaracaklar ya da... ya da Zverkov’u tokatlayacağım! Merdivenden hızla koşarken: — Al işte şimdi gerçekle yüz yüze geldin, diye mırıldanıyordum. Bu ne senin Como’yu bırakıp Brezilya’ya giden Papan, ne de Como Gölü’ndeki balo! Aklımdan, "Demek artık bunları alaya alacak kadar alçaldın!" diye geçti. Kendi kendime cevap verdim: — Olsun! Nasıl olsa her şey mahvoldu! Ötekilerin yerinde yeller esiyordu; fakat nereye gittiklerini biliyordum. Lokantanın kapısında tek bir gececi Vanka[19] vardı; büründüğü gocuk, hâlâ yağan, adeta ılıklaşmış sulusepkenin altında görünmez olmuştu. Bunaltıcı, kasvetli bir hava vardı. Kızağa koşulu bodur, tımarsız, alaca beygir de kardan bembeyaz olmuştu ve aksırıyordu; bunları gayet iyi hatırlıyorum. Kızağa doğru atıldım. Fakat tam binmek üzere ayağımı kaldırırken Simonov’un demin bana para verişi aklıma geldiğinden dizlerimin dermanı kesildi, külçe gibi kızağın içine yığıldım. — Yaptıklarım kolay kolay düzelecek şeyler değil, ama ya hepsini tamir ederim ya da bu gece yok olurum! diye bağırdım. Hadi çek! Yola çıktık. Kafamda düşünceler kasırgaya tutulmuş gibi birbirine karışıyordu. "Diz çökerek arkadaşlığım için yalvarmazlar. Benimki hayal; Como Gölü’ndeki balo cinsinden manasız, bayağı, iğrenç romantik, akla sığmaz bir hayal. Bunun için Zverkov’u tokatlamaya mecburum. Bunu yapmak zorundayım. O halde kararım karar: Onu tokatlamaya gidiyorum." — Haydi sür! Vanka dizginleri sallamaya başladı. "Girer girmez tokatlayacağım. Acaba şamarı atmadan birkaç sözle bir giriş yapmak lazım mı? Hayır! Sadece girer tokatlarım. Hepsi salonda olacak, o da Olimpiya ile beraber kanepededir. Melun Olimpiya! Bir kere suratımla alay etmiş, beni istememişti. Olimpiya’yı saçlarından, Zverkov’u da kulaklarından çekerim. Yok, öyle değil: Bir kulağına yapışır, çeke çeke odadan sürüklerim, daha iyi. Ötekiler herhalde üstüme çullanıp döver, sonra da beni dışarı atarlar. Kesin öyle yapacaklar. Olsun! Gene de ilk tokadı atan, her şeyi başlatan ben olacağım; şeref kurallarına göre en önemlisi budur, çünkü Zverkov hakaret damgasını yiyen olur ve yediği şamarı da dayakla filan değil, ancak düelloyla temizleyebilir. Benimle dövüşmek zorunda kalacak. Varsın dövsünler beni. Dövsün nankörler! En çok Trudolyubov yüklenecek, ayı gibi de kuvvetlidir; Ferfiçkin de bir köşeden sokulup saçlarıma yapışır muhakkak. Olsun! Bunu bile bile gidiyorum zaten. O mankafalar zorla da olsa nihayet korkunç gerçeği kavrayacak! Beni kapıya doğru sürüklerken, hepsinin serçe parmağımdan daha değersiz olduklarını haykıracağım!" — Yürüsene arabacı, sürsene! diye Vanka’ya çıkıştım. Öyle vahşice bağırmıştım ki, adamcağız olduğu yerde zıpladı, kırbacını salladı. "Sabaha karşı dövüşürüz; niyetim öyle. Daireye de elveda. Ferfiçkin demin daire değil, kalem dedi... Fakat silahları nereden alacağız? Saçmalık! Aylığımı peşin alırım olur biter. Ya barutla kurşun? Bu, şahitlerin işi. İyi ama bütün bunlar sabaha kadar nasıl yetişir? Hem kendi şahidimi nerden bulurum? Tanıdığım yok ki..." — Saçmalık! diye bağırdım yüksek sesle. Saçmalık! "Yolda ilk başvuracağım kimse, suda boğulan birisini kurtarmaya nasıl mecbursa, düelloda şahitliği kabul etmeye de öyle mecburdur. Böyle hallerde durumun garipliğine bakılmaz. Hatta yarın doğrudan doğruya daire müdürümüzden şahidim olmasını rica etsem, o bile şerefli bir insan olarak bunu kabul etmek ve gizli tutmak zorundadır! Anton Antoniç..." Fakat o anda tasarılarımın manasızlığını, madalyonun öbür tarafını olanca açıklığıyla gördüm; ama gene de... — Çek arabacı, çek diyorum sana kerata! Gariban sitemle: — Eh ama beyim! diye söylendi. Birdenbire soğuk bir ürperti hissettim. "Yoksa... yoksa doğruca eve dönmek daha mı iyi olur? Ah Tanrım! Ne diye dün şu ziyafete gitmeyi kafama koydum? Fakat başka türlü yapamazdım! Ya o masayla soba arasında üç saatlik mekik dokumalarım? Yoo, bu gidip gelmelerin hesabını onlar, başka kimse değil, onlar ödeyecek! Bu hakareti temizlemek zorundalar!" — Çek arabacı! "Ya beni karakola götürürlerse? Ama cesaret edemezler! Rezaletten çekinirler. İster misin Zverkov benimle düello etmeyi küçüklük sayıp kabul etmesin? Kesin öyle yapar, ama o zaman onlara gösteririm ben... Yarın Zverkov yola çıkarken araba durağına koşar, tam arabaya binerken ayağından yakalar, kaputunu çekerim. Ellerine yapışıp ısırır, çimdiklerim, ‘Gözü kararan insanın neler yapabildiğini hepiniz görün!’ derim. O kafama yumruğunu indirirken ötekiler arkadan atılıp beni pataklamaya başlarlar. Orada bulunanlara ‘Şu zıpçıktıya bakın, suratında tükürüğümle Çerkez kızlarının kalbini fethetmeye gidiyor!’ diye bağırırım... Tabii bu benim sonum olacak! Ondan sonra dairenin kapısı yüzüme kapanacak. Beni yakalayarak mahkemeye verecek, önce memuriyetten atıp sonra hapse tıkacak, Sibirya’ya sürecekler. Vız gelir bana! On beş yıl sonra hapisten çıkınca pejmürde kılıklı bir dilenci olarak gene peşini bırakmayacağım. Bir il merkezinde yerleşmiş bulacağım onu. Evlenmiş, mesut bir yuva kurmuş olacak. Yetişkin bir de kızı... Ona, ‘Şunlara bak zalim,’ diyeceğim, ‘Çökmüş yanaklarıma, üstümden dökülen şu partallara bak! Senin yüzünden her şeyimi, istikbalimi, saadetimi, sanatımı, sevdiğim kadını hepsini kaybettim. İşte silahlar. Ben silahımı boşa atıyor ve... ve seni affediyorum!’ Bunu söylerken havaya ateş edip ortadan kaybolurum..." Bütün bu sıraladıklarımın "Silvio"dan[20] Lermontov’un "Maskarad"ından parçalar olduğunu pekâlâ biliyordum, yine de gözlerim yaşaracak kadar duygulanmıştım. Birdenbire öyle bir utanç duydum ki, kızağı durdurarak indim, sokağın ortasında karda öylece kalakaldım. Vanka şaşkın şaşkın, arada bir iç geçirerek bana bakıyordu. Ne yapmalıydım? Oraya gitmem basbayağı saçmalıktı, ama niyetimden de cayamazdım, çünkü sonunda... Tanrım! Artık gitmemek olur muydu hiç! Bunca hakaretten sonra! — Hayır, olmaz! diye bağırarak tekrar kızağa atladım. Kader böyleymiş, alnımın yazısı bu! Çek, oraya çek! Sabırsızlıkla arabacının boynuna bir yumruk indirdim. Zavallıcık: — Ne oluyorsun bey, niye vuruyorsun? diye sızlandı. Gene de atı öyle bir kırbaçladı ki, hayvancağız çifte atmaya başladı. Kar hızını artırmıştı, ama aldırdığım yoktu; paltomun yakasını açmıştım. Artık kafamda her şey silinmişti; Zverkov’u tokatlamaya öyle kararlıydım ki, dehşetle, bunun kesinlikle ve hemen şimdi gerçekleşeceğini, hiçbir kuvvetin bunu durduramayacağını hissediyordum. Kar bulutu arasında tek tük görünen sokak fenerleri cenaze alayındaki hazin meşaleleri andırıyordu. Kar paltomdan redingotuma, boyunbağımın içine dolmuş eriyordu, ama yakamı kapatmadım: Nasıl olsa her şey mahvolmuştu! Nihayet vardık. Kendimi bilmez bir halde kızaktan atlayarak merdiveni koşa koşa çıktım ve kapıyı yumruklamaya, tekmelemeye başladım. En çok ayaklarım, dizlerim acıyordu. Kapıyı, sanki gelişimi bekliyormuş gibi hemen açıverdiler. (Gerçekten de Simonov, birisinin daha geleceğini haber vermişti; buraya hep haberli gelmek ve umumiyetle ihtiyatlı hareket etmek lazımdı. Ev, polislerimizin çoktandır temizlediği, o zamanın "moda mağazalarından" biriydi. Gündüzleri gerçekten mağaza olan bu binaya geceleri ancak tavsiye üzerine misafir kabul edilirdi.) Hızlı adımlarla karanlık dükkândan geçip içeride tek bir mum yanan, iyi bildiğim salona geçince şaşkınlıktan durakladım: Ortada kimsecikler yoktu. Birisine: — Neredeler? diye sordum. Tabii hepsi dağılıp gitmişlerdi... Karşımda alık alık sırıtan kadın ev sahibiydi; beni az çok tanıyordu. Bir dakika sonra kapı açıldı, başka birisi girdi. Fakat ben hiçbirine bakmadan odada dolaşıyor ve sanırım kendi kendime konuşuyordum. Sanki ölümden kurtulmuş gibiydim ve bunu bütün varlığımla hissediyordum: Keşke tokadı da atabilseydim, mutlaka ama mutlaka tokatlardım! Ama hiçbiri yoktu... hepsi kaybolmuş, durum değişmişti!.. Bakınıp duruyordum. Hâlâ kendime gelememiştim. O aralık gözlerim salona giren kıza takıldı: Karşımda genç, körpe, biraz solgun bir yüz gördüm; kızın düz, koyu kaşlarıyla ciddi, sanki hayret dolu bakışı hoşuma gitti. Sırıtsaydı ondan nefret edecektim. Henüz düşüncelerimi toparlayamadığımdan, kendimi zorlayarak, dikkatle yüzüne bakmaya çalıştım. Kızın yüzünde saflık, yumuşaklık ve tuhaf denecek derecede ciddilik okunuyordu. Ama bu halinin ona burada kaybettirdiğini düşündüm; bizim budalalardan hiçbiri onu fark etmemişti herhalde. Gerçi uzun boyluydu, sağlıklı, biçimli bir vücudu vardı, ama çok da güzel sayılmazdı. Çok sade giyinmişti. Kötü bir hissin etkisinde kıza doğru yürüdüm... O aralık tesadüfen aynada kendimi gördüm. Karmakarışık saçlarım, altüst olmuş sapsarı, haşin, çirkin yüzümü son derece iğrenç buldum. "Pekâlâ, varsın öyle olsun." diye düşündüm, "Beni çirkin bulursa daha memnun olurum..."
·
831 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.