Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

IX Evime hür, başın dik olarak, Evimin kadını olarak gir (Aynı şiirden) Liza’nın önünde şaşkın, bitkin, iğrenç derecede bozulmuş bir halde duruyordum; galiba bir yandan gülümsüyor, bir yandan da tıpkı önceden, can sıkıntıları arasında düşündüğüm gibi pamuklu, hırpani sabahlığının önünü kavuşturmaya çalışıyordum. Apollon bir iki dakika durduktan sonra çekildi, ama bu bana ferahlık vermedi. En kötüsü, bu defa kızın da tahmin edemeyeceğim kadar afallamış olmasıydı. Tabii buna benim halim sebep olmuştu. Dalgın bir halle: — Otur, dedim. Masanın yanındaki iskemleyi ona doğru iteledim, ben de kanepeye geçtim. Liza gözlerini benden ayırmadan uysal bir tavırla oturdu; her halinden, benden bir şeyler umduğu belli oluyordu. Onun bu saf bekleyişi beni büsbütün çileden çıkardı, fakat kendimi tuttum. Durumu kurtarmak için olanların farkında değilmiş gibi tabii davranmak lazımdı, halbuki o... Liza’ya bunların pahalıya mal olacağını belli belirsiz hissediyordum. Bu şekilde başlamak gerekmediğini bildiğim halde, kekeleyerek: — Beni tuhaf bir durumda buldun Liza, dedim. Kızın birden yüzünün kızardığını görünce: — Sakın aklına bir şey gelmesin! diye bağırdım. Fakirliğimden utanmıyorum... Tam tersine, fakirliğimle iftihar ediyorum. Fakir olmakla beraber asilim... İnsan hem fakir, hem asil olabilir. Şey... çay içer misin? — Hayır... diye başlamıştı ki, sözünü kestim. — Dur azıcık! Yerimden fırlayarak Apollon’un yanına seğirttim; kendimi bir yere atmak ihtiyacındaydım. Avucumda hâlâ sımsıkı tuttuğum yedi rubleyi önüne fırlatarak hızla fısıldamaya başladım: — İşte aylığın Apollon, görüyorsun ya veriyorum. Ama sen de beni kurtarmalısın: Hemen koş, çayhaneden çayla on tane peksimet getir. Eğer getirmezsen dünyanın en bedbaht adamı olacağım! Bunun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin... O... her şeydir! Belki aklından kötü düşünceler geçiyor... Ama onun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!.. Tekrar gözlüğünü takarak dikişine oturan Apollon iğneyi elinden bırakmadan yan gözle parayı sessizce süzdü, sonra cevap vermeden ve bana zerre kadar ilgi göstermeden hâlâ iğneye geçiremediği iplikle uğraşmaya devam etti. Kollarımı à la Napoléon bir görkemle kavuşturarak iki üç dakika önünde durdum. Şakaklarım ter içindeydi ve yüzümde bir damla kan kalmadığını hissediyordum. Bereket versin, bana acıdı galiba, iplik geçirme işini bitirdikten sonra yavaş yavaş iskemleyi çekti, yavaş yavaş doğruldu, yavaş yavaş gözlüğünü çıkardı ve yine yavaş yavaş parayı saydıktan sonra başını çevirerek omzunun üstünden, çayın bir çaydanlık mı olacağını sordu; sonunda da yavaş yavaş odadan çıktı. Liza’nın yanına dönerken aklıma, külüstür sabahlığımın eteklerini toplayarak nereye olursa kaçmak geldi. Ondan sonra ne olursa olsun. Tekrar yerime oturdum. Liza bana endişeyle bakıyordu. Birkaç dakika hiç konuşmadan oturduk. Birdenbire: — Geberteceğim onu! diye haykırarak olanca gücümle masaya bir yumruk indirdim. Öyle hızlı vurmuştum ki, hokkanın içindeki mürekkep masaya sıçradı. Liza ürperdi: — Aman ne diyorsunuz! — Evet geberteceğim onu, geberteceğim! diye cırlak bir sesle bağırarak masayı yumruklamaya devam ediyordum. Bunu yaparken taşkınlığımın ne kadar manasız olduğunu gayet iyi anlıyordum. — Bu caninin bana neler yaptığını bilemezsin Liza. Adam benim celladım... Şimdi peksimet almaya gitti, o... Birdenbire ağlamaya başladım. Buhran geçiriyordum. Hıçkırıklar arasında büyük bir utanç duyuyordum, ama artık kendimi tutamıyordum. Liza korkmuştu. Telaşla etrafımda dönüyor: — Ne oldunuz? Neniz var? diye soruyordu. — Su... su ver bana! Şurada... Oysa suya da, mırıldanarak konuşmaya da ihtiyacım olmadığını adım gibi biliyordum. Geçirdiğim buhran gerçekti, ama bir yandan da durumu kurtarmak için numara yapıyordum. Liza şaşkın şaşkın bana bakarak su getirdi. O anda Apollon çayla geldi. Birdenbire, bu alelade, basit çayın biraz önceki hadiseden bile daha utandırıcı, daha küçültücü olduğunu fark ederek kızardım. Liza, Apollon’a bile korkuyla bakıyordu. O bize aldırmadan odadan çıktı. Kızın gözlerinin içine bakarak: — Beni hakir görüyorsun, değil mi Liza? dedim. Ne düşündüğünü öğrenmek için duyduğum sabırsızlıktan titriyordum. Bozuldu, cevap veremedi. Hırsla: — Hadi iç çayını! dedim. Kendi kendime kızıyordum, ama acısını ondan çıkaracaktım. Bu kıza karşı kalbimde öyle dehşetli bir nefret kabarmıştı ki, elimden gelse onu öldürürdüm. Öcümü almak için içimden onunla bir tek kelime konuşmamaya yemin ettim. "Her şeyde o suçlu." diye düşünüyordum. Aramızdaki sessizlik beş dakika kadar sürdü. Çay masada durduğu halde ikimiz de içmiyorduk. Liza’yı daha çok sıkmak için işi çaya el sürmemeye kadar vardırmıştım; o da başlamaya çekiniyordu. Birkaç kere hüzünlü bir şaşkınlıkla yüzüme baktı, inatçı sessizliğimi bozmuyordum. Bu durumda en çok azap çeken de şüphesiz bendim. Manasız hiddetimin iğrençliğini, adiliğini tamamıyla idrak ediyor, ama bir türlü kendime hâkim olamıyordum. Kız, sessizliği bozmak için: — Ben oradan... şey... temelli çıkmak istiyorum, diye başladı. Zavallı kızcağız! O manasız anda benim gibi aptal bir adama açılmayacak tek konu varsa, o da buydu işte. Beceriksizliği, yersiz açık kalpliliği bana bile dokundu. Fakat tam o sırada içimde kabaran kötü bir duygu tüm merhametimi bastırdı, hatta daha fazlasını yapmaya kışkırttı: Olan olmuştu, artık dünya vız gelirdi bana! Beş dakika daha geçti. Liza ürkek bir tavırla, duyulur duyulmaz bir sesle: — Sizi rahatsız ettim galiba... diyerek ayağa kalktı. İncinmiş izzetinefsin ilk isyanını görünce hiddetimden tir tir titreyerek patladım: — Zaten ne diye bana geldin, ne diye, söyler misin lütfen? Tıkanır gibi konuşuyor, sözlerimde mantık sırası bile kollamıyordum. Her şeyi birden anlatmak istiyor, nereden başlayacağını kestiremiyordum. Artık kendimi tutamayarak: — Ne diye geldin, cevap ver! diye bağırdım. Cevap ver bana! Ben sana niçin geldiğini söyleyeyim iki gözüm. Sana o gün dokunaklı laflar ettiğim için geldin. Şimdi de şımarıklığından, canın gene "dokunaklı laflar" duymak istediği için geldin. Ama haberin olsun, seninle o zaman alay etmiştim. Şimdi de alay ediyorum. Niye ürperiyorsun öyle? Evet, alay ettim! Evinize benden önce gelenler yemekte beni tahkir etmişlerdi. Size, onlardan birini, bir subayı dövmek için gelmiştim, ama olmadı, kaçırdım. Birisinden, gördüğüm hakaretin öcünü almak istiyordum, karşıma sen çıktın, öfkemi senden aldım, eğlendim seninle. Beni küçük düşürdüler, ben de aynı şeyi yapmak istedim; beni paçavraya çevirdiler, ben de kendimi göstereyim dedim... Mesele bundan ibaret, yoksa sen oraya seni kurtarmak için geldiğimi mi sandın? Böyle mi düşündün? Böyle mi ha? Söylediklerimin ona pek karışık geldiğini, muhtemelen çoğunu anlayamayacağını biliyordum, fakat esası kavrayacağına emindim. Tahminimde yanılmadım. Liza’nın yüzü kâğıt gibi oldu; konuşmak istedi, ama dudakları ıstırapla kıvrıldı ve ayaklarına bir balta yemiş gibi iskemleye çöktü. Ondan sonra beni ağzı açık, bakışları sabitleşmiş, bütün varlığını saran dehşetten titreyerek dinledi. Sözlerimdeki arsızlık, hayasızlık onu ezmişti... Yerimden fırlayıp önünde bir aşağı bir yukarı odayı arşınlamaya başladım. Bağıra bağıra: — Kurtarmakmış! diye devam ettim. Neden kurtaracakmışım seni? Belki ben senden de fenayım. Niye o gün karşına geçmiş maval okurken suratıma, "Ya senin ne işin var burada? Ahlak hocalığı taslamaya mı geldin?" diye haykırmadın? O gün bütün istediğim, bir kuvvet gösterisi yapmaktı; seni ağlatıp ezmekten, buhrana sürüklemekten başka düşündüğüm yoktu. Ama miskin, mendeburun biri olduğum için dayanamadım, korktum ve şeytan bilir hangi sebepten sana adresimi verdim. Daha eve varmadan bu adres verme işi yüzünden sana içimden ne sövgüler yağdırdım. Sana yalan söylediğim için senden nefret ediyordum. Çünkü tek istediğim kelime oyunları yapmak, kafamı biraz çalıştırmak, biraz kendimi eğlendirmekti... aslında istediğim nedir bilir misin? Hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. Beni kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını, ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım. Bunu biliyor muydun? İşte ben böyle namussuz, alçak, bencil, tembelin biriyim. Buraya geleceksin diye üç gündür korkudan kendi kendimi yedim. Bu üç gün içinde beni en çok kaygılandıran şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi? O gün karşında kahramanlık tasladıktan sonra, beni burada bu yırtık sabahlığımla, yokluk, pislik içinde görmenden korkuyordum. Sana demin, fakirliğimden utanmadığımı söyledim, ama yalan, en çok bundan utanıyor, bundan korkuyorum; hırsız olsaydım bu derece korkmaz, utanmazdım. Son derece gururluyum; en ufak şey, derim soyulmuş da, sanki havanın teması bile bana ıstırap veriyormuş gibi hissetmeme neden olur. Beni bu partal sabahlığımla, hırçın bir köpek gibi Apollon’a saldırırken yakaladığın için seni hiç affetmeyeceğimi hâlâ anlayamadın mı? Kurtarıcı, sabık kahraman, yoluk tüylü, uyuz bir it misali uşağına saldırıyor, öteki de onunla alay ediyor! Miskin kocakarılar gibi, karşında gözyaşlarımı tutamayışım yüzünden de affetmeyeceğimseni! Şu anda itiraf ettiklerim yüzünden de seni affetmeyeceğim! Evet sen, yalnız sen, bütün bunların hesabını vereceksin, çünkü karşıma sen çıktın, çünkü ben alçağın biriyim, yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en gülüncü, en miskini, en ahmağı, en kıskancıyım; gerçi diğerlerinin de benden daha iyi tarafları yok, ama gene de hiçbir şeyden utanmıyor şeytan alasıcalar! Halbuki ben ömrüm boyunca en ufak bir bitten bile fiske yerim; benim karakterim de bu işte! Bunların hiçbirini anlamasan da bana vız gelir! Senin orada mahvolup gitmen de vız gelir! Sonra, buraya geldiğin, beni dinlediğin için de senden nefret edeceğimi biliyor musun? İnsan hayatta bir kere, o da buhrana tutulunca, olduğu gibi içini döker!.. Daha ne istiyorsun? Bu olanlardan sonra hâlâ ne diye karşıma dikilmiş canımı sıkıyorsun, neden çekip gitmiyorsun? Tam o anda, birdenbire garip bir şey oldu. Her şeyi kitaplarda olduğu gibi düşünüp tasarlamaya, hadiseleri önceden hayalimde yarattığım gibi görmeye alıştığım için, o garip olayı bir an kavrayamadım. Ezdiğim, hakaret ettiğim Liza, beni tahmin ettiğimden daha çok anlamıştı. İçten seven her kadının hemen fark edeceği şeyi, karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı. Yüzündeki ürkek, gücenik ifade, yerini acıklı bir hayrete bırakmıştı. Gözyaşları içinde (tüm bu tirat boyunca ağlamıştım) kendime "adi," "alçak" gibi sıfatlar verdikçe Liza’nın yüzü ıstırapla buruşmuştu. Doğrularak beni susturmak istedi; "Ne duruyorsun burada, niye gitmiyorsun?" diye bağırmama da aldırmadı, çünkü söylediklerimin bana ne kadar acı geldiğini fark etmişti. Hem onun gibi zavallı, kendisini benden kıyaslanmayacak derecede aşağı gören bir kızın öfkelenmesi, kırılmış izzetinefsi için isyan etmesi mümkün müydü? Birden oturduğu sandalyede doğrularak içten kopan bir taşkınlıkla bana atılmak istediyse de, hâlâ benden çekindiği için daha fazla yaklaşmaya cesaret edemedi ve durduğu yerden çekingen, ürkek bir halle ellerini uzattı... O anda içimde bir şey kopmuştu sanki. Liza birden bana doğru atıldı ve boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Ben de kendimi tutamadım ve daha önce hiç ağlamadığım kadar, katıla katıla ağlamaya başladım... — Bırakmıyorlar... İyi... iyi olamıyorum! diye kekeledim güçlükle. Sonra kendimi yüzükoyun kanepeye fırlatarak bir çeyrek kadar tam bir isteri nöbeti içinde hıçkırdım durdum. Liza da yanıma oturup kollarıyla beni sararak öylece hareketsiz kaldı. Fakat bu buhran ne kadar sürse de bitecekti. İşte böyle (şimdi pek çirkin bir hakikati yazacağım) kanepede yüzüm eski bir deri yastığa gömülü yatarken içimde önce yavaş yavaş kendini hissettiren, sonra gittikçe kuvvetlenen bir duygu uyanmaya başladı: Başımı kaldırarak Liza’nın gözlerine nasıl bakacaktım? Neden utandığımı bilmediğim halde utanıyordum.Altüst olmuş kafamdan, artık rollerimizin değiştiği, Liza’nın kahramana benimse dört gün önceki zavallı, aşağılanmış kıza dönüştüğüm geçti. Bütün bunları daha yüzükoyun kanepede yatarken düşünüyordum! Hey Tanrım! Yoksa onu o anda kıskanmış mıydım? Elbette bu konuya o zaman da, şimdi de bir çözüm bulamadım, ama şimdi o zamankine oranla çok daha iyi anlayabiliyorum. Kim olursa olsun, birine hükmetmeden, onu ezmeden yaşamam mümkün değildi benim... Fakat... fakat sadece düşüncelerle hiçbir şey açıklanamaz, o halde uzun boylu düşünceye dalmanın faydası yok. Nihayet kendimi zorlayarak başımı kaldırdım, bunu nasıl olsa yapacaktım... O anda içimde uyanan başka bir duygunun... hükmetmek, sahip olmak arzusunun, sırf kızın yüzüne bakmaktan utandığım için alevlendiğine eminim. Gözlerimde şehvet parıltıları belirdi, Liza’nın ellerini hızla sıktım. Ondan son derece nefret ettiğim halde öyle arzu duyuyordum ki! Bu iki duygu birbirini körüklüyordu. Bir çeşit intikam duygusuydu neredeyse!.. Liza’nın yüzünde önce şaşkınlık, hatta biraz da korku belirdi, ama bu sadece bir an sürdü. Coşkunluk ve tutkuyla bana sarıldı. X Bir çeyrek sonra odamda bir aşağı bir yukarı delice bir sabırsızlıkla dolaşıyor, ikide bir paravanaya yaklaşarak, aralıktan Liza’yı seyrediyordum. Başını yatağa dayayarak yerde oturuyor, galiba ağlıyordu. Çekip gitmiyor ve bu da beni deli ediyordu. Artık her şeyi biliyordu. Ona tamir edilmez bir şekilde hakaret etmiştim, fakat... bundan bahsetmenin ne faydası var. Liza ihtiras kasırgasının sadece bir intikam duygusu, ona karşı yeni bir hakaret olduğunu ve deminki nedensiz husumetin bu sefer doğrudan doğruya ona yöneltilmiş şahsi kıskançlıktan kaynaklanan bir nefrete döndüğünü anlıyordu... Hoş, kesin olarak anlayıp anlamadığını da iddia edemem; ancak alçağın biri olduğumu, en önemlisi de onu hiç sevmediğimi kesinlikle anlamıştı. Bana bunların imkânsız olduğunu, bu derece kötü, bu derece aptal olamayacağımı söyleyecekler, biliyorum; hatta Liza’yı sevmemenin, hiç olmazsa aşkını takdir etmemenin mümkün olmadığını da ilave edeceklerdir muhtemelen. Halbuki neden imkânsız olsun? İlkin sevmek elimden gelmezdi, çünkü bence sevmek, manevi üstünlük kurmak, zorbalık etmek anlamına gelir. Ömrüm boyunca başka türlü düşünmedim; hatta şimdi bile bazen sevginin sevdiğimizin bize gönül rızasıyla bağışladığı, kendine zorbalık etme hakkından ibaret olduğunu düşünüyorum. Yeraltı hayallerimde bile aşkı nefretle başlayan ve manevi zaferimle biten bir mücadeleden başka şekilde kuramıyordum, ama dize getirdiğim varlığı ne yapacağımı hiç bilemedim. Kadını canlandıran, onu uçurumun dibine kadar yuvarlanmaktan koruyarak yeniden doğmasını sağlayan biricik kuvvetin aşk olduğunu biliyorum, ama manevi varlığım o derece bozulmuştu ve "canlı hayattan" o kadar uzaklaşmıştım ki, demin bana "dokunaklı sözler" dinlemeye geldiğini sanıp kızı rezil etmeye kalkmamın da, dokunaklı sözler dinlemeye değil, bana olan sevgisi yüzünden geldiğini anlayamamamın da garipsenecek yanı yok bence. Gene de odamda bir aşağı bir yukarı dolaşarak arada bir paravanın aralığından bakarken Liza’dan pek öyle nefret ettiğim yoktu. Bana dayanılmayacak kadar ağır gelen, sadece burada bulunmasıydı. Bir an önce ondan kurtulmak istiyordum. "Sükûnet"e kavuşmayı, yeraltımla baş başa kalmayı istiyordum. Alışmadığım "canlı hayat", beni öyle bir sıkıştırmıştı ki, soluğum kesilecek gibi oluyordu. Birkaç dakika daha geçti, Liza kendinden geçmiş gibiydi, hiç kıpırdamıyordu. Kendimi hatırlatmak için arsızca paravanı tıklattım... Birdenbire silkindi, yerinden fırlayıp atkısıyla şapkasını, paltosunu aramaya başladı; sanki o da benden bir an evvel kaçıp kurtulmak istiyordu... İki dakika sonra paravanın arkasından yavaş adımlarla çıkarak bitkin gözlerle beni süzdü. Çarpık bir gülümsemeyle karşılık verdim, ama zoraki, nezaket icabı bir gülümseme olduğu belliydi; hemen sonra bakışlarımı kaçırdım. Kapıya doğru yürürken: — Hoşça kalın, dedi. Birden yanına koştum, elini yakalayıp avucunu açtım ve para sıkıştırdım... ve tekrar kapattım. Sonra, yüzünü görmemek için sırtımı çevirerek kendimi hızla odanın öbür ucuna attım... Az kalsın şu anda bile yalan söyleyecek, bu hareketi kazara, kendimi bilmeden, düşüncesizliğimden yaptığımı yazacaktım. Fakat yalan istemiyorum artık; bu yüzden açıkça söylüyorum ki, avucunu açıp para sıkıştırmamın tek nedeni... kötülüğümdür. Bunu daha Liza paravanın arkasındayken ve ben odanın içinde aşağı yukarı dolaşırken düşünmüştüm. Yalnız şunu da söylemeliyim: Bu kötülüğü bile isteye yapmıştım, ama içimden, kalbimden gelmediğine, muzır kafamın işi olduğuna eminim. Merhametsizliğim o kadar yapmacık, zoraki, sadece kafa mahsulü ve kitap gibiydi ki, yaptığıma bir dakika bile dayanamadım; önce yüzünü görmemek için kendimi bir köşeye attım, sonra utanç ve ümitsizlikle Liza’nın peşinden koştum. Antre kapısını açıp dinledim. Merdivenlere doğru, çekinerek: — Liza!.. Liza!.. diye seslendim. Cevap yoktu; merdivenin alt basamaklarında adımlarını duyar gibi oldum ve daha yüksek bir sesle:. — Liza! dedim. Gene cevap yoktu. Tam o sırada aşağıdan camlı sokak kapısının gıcırdayarak güçlükle açıldığını, sonra sert bir vuruşla kapandığını duydum. Merdivenleri bir uğultu kapladı. Gitmişti. Düşünceli bir halle odama döndüm. Son derece üzgündüm. Masanın önünde, oturduğu sandalyenin yanında durmuş, boş gözlerle önüme bakıyordum. Böylece bir dakika kadar geçtikten sonra birden ürperdim: Tam önümde, masanın üzerinde, demin onun avucuna sıkıştırdığım beş rublelik buruşuk, mavi banknotu görmüştüm. Bu aynı banknottu; başkası olamazdı, zira evde bundan başkası yoktu. Şu halde Liza, ben kendimi odanın öbür ucuna attığım zaman bunu masaya fırlatmayı becermişti. Ya ne olacaktı başka? Ondan bunu beklemeliydim. Peki beklemiş miydim? Hayır. O derece bencildim, insanları öyle hiçe sayıyordum ki, Liza’nın bunu yapacağı aklımın köşesinden bile geçmemişti. Buna dayanamadım. Hemen deli gibi giyinmeye başladım; elime geçenleri, hiç bakmadan aceleyle giyip Liza’nın peşinden dışarıya fırladım. O sırada Liza henüz iki yüz adım bile uzaklaşmamış olmalıydı. Sokak sessizdi; hızını artıran ve dimdik yağan kar, beyaz bir çarşaf gibi tenha sokağı, kaldırımları örtmüştü. Yollarda tek bir canlı yoktu, etrafta çıt çıkmıyordu. Hüzün dolu sokak fenerleri boş yere göz kırpıyordu. Kavşağa kadar iyi yüz adımlık mesafeyi koşarak geçtikten sonra durdum. "Ne yana gitti? Hem ne diye peşinden koşuyorum? Niçin? Önünde diz çöküp pişmanlık gözyaşları dökmek, ayaklarını öpüp affedinceye dek yalvarmak için mi?" Evet, bunu istiyordum; göğsüm parçalanacak gibiydi ve o anı asla ama asla soğukkanlılıkla hatırlayamayacağım. "Fakat ne lüzumu var?" diye düşündüm, "Belki hemen yarın, sırf bugün ayaklarını öptüğüm için ondan nefret etmeyecek miyim? Onu mesut edebilir miyim hiç? Bugün belki de yüzüncü olarak değerimi anlamadım mı? Hayatını cehenneme döndürmez miyim kızın?" Karın altında durmuş, bakışlarımla bulanık, puslu havayı delmeye çalışarak bunları düşünüyordum. Az sonra, daha evdeyken kurmaya başladığım, içimi kaplayan sızıyı köreltecek hayallere daldım: "Hakaretin silinmemesi onun için daha iyi, değil mi? Hakaret en yakıcı, en azaplı duygu da olsa, bir arınmadır! Nasılsa yarın gene ruhunu kirletecek, kalbini kıracaktım. Fakat uğradığı hakaret artık asla içinden çıkmayacak; düştüğü batak ne kadar zorlu olursa olsun, ruhunu yükseltecek, kinle arındıracak olan da yine hakaretimdir... hımm... belki de bağışlar... İyi ama bütün bunların ona ne faydası olur ki?" Şimdi de kendi kendime şu lüzumsuz suali soruyorum: Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi? Bütün bunları o gece evde manevi, ama sahici bir ıstırabın bitkinliği içinde düşünmüştüm. Bu derece azap, pişmanlık duyduğumu hiç hatırlamıyordum; peki Liza’nın peşinden sokağa fırlarken, yarı yoldan döneceğime dair hiç şüphem var mıydı? Liza’yla bir daha ne karşılaştım ne de hakkında bir şey duydum. Şunu da ilave edeyim: O gün kederimden hastalanacak hale gelmekle beraber, hakaretin, kinin faydasına ait cümlem beni son derece memnun etmişti. Şimdi bile, üzerinden bunca yıl geçtiği halde bu hatıraları anmakla epey kötü oluyorum. Gerçi nice kötü hatıram var ama... bu "Notlar"a burada mı son vermeli acaba? Sanırım bunları yazmakla hata ettim zaten. Daha doğrusu, bu hikâyeyi yazarken yeterince utandım: Yani bu, edebi bir eserden ziyade günahlarımın kefaretini ödemek oldu. Bir köşeye çekilip ahlak bozukluğumla bütün bir ömrü nasıl heba ettiğimi, kötücül, boş gururum yüzünden yaşayan âlemle her türlü bağı keserek nasıl yeraltına çekildiğimi uzun bir öykü gibi anlatmanın hiçbir ilginç yanı yok elbette; hem romanda bir kahraman olmalıdır, halbuki benimkinde bir kahramanın tersi olan ne kadar özellik varsa kasten bir antikahramanda toplanmış. Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağına da eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta yaşamdan öylesine kopuğuz ki, gerçek "canlı hayata" karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek "canlı hayat" bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz. Peki neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler, çılgınlıklar yaparız? İstediğimiz nedir? Bunu kendimiz de bilmeyiz. Kaprislerimiz, isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız. Bize daha fazla serbestlik vermeyi, ellerimizi çözmeyi, hareket alanımızı genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı deneyin bir... sizi temin ederim, o anda tekrar vesayet altına girmeye can atarız. Biliyorum, belki bu sözlerime kızacak, bağırıp tepinmeye başlayacak, "Böyle konuşacaksanız yalnız kendinizden, o sefil yeraltınızdan bahsedin; ‘biz, hepimiz’ gibi tabirler kullanmaya kalkışmayın!" diyeceksiniz. Müsaade buyurun baylar, ben bu hepimizlikle kendimi haklı çıkarmak peşinde değilim. Ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar; üstelik siz tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi kendinizi aldatarak avunuyorsunuz. Buna göre ben sizden daha "canlı"yım. Daha yakından bakın! Biz bugün "canlı"nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz. İnsan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep. Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. Bundan zevk alıyoruz. Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz. Ama yeter bu kadar; daha fazla "Yeraltından" yazmak istemiyorum... Gene de bu çelişme düşkününün "notları" burada bitmiyor. O kendini tutamadığı için yazmaya devam etti. Ama biz burada durabiliriz sanırım.[24]
·
2.066 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.