Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Her daim pratik insanların eksikliğinden yakınılır… Derler ki: Birçok siyasi, birçok general bulunur… Kurumların yöneticilere ihtiyacı olsa, istenilen miktar ne kadar olursa olsun, her çeşidinden derhal bulunabilir. Fakat pratik insanlara gelince, onlara hiç rastlanamaz da, bu gibilere hiç rastlanmadığından şikâyet edilir hep. Bazen daha da ileri gidilir, bazı demiryollarında işçi sayılarının az olduğu söylenir. Hatta bir deniz şirketinde yeterli miktarda, yetenekli yönetici kullanmak neredeyse imkânsızdır, denir. Bazen gazetelerdeki haberlere göre, yeni açılan bir hattın üzerinde, köprüden geçerken vagonlar birbirine girmiş ya da devrilmiştir. Hatta kar tarlasının ortasında saplanıp kalanlar bile olur. Birkaç saat gecikeceklerini düşünen yolcular, beş gün kar ortasında kalmışlardır. Bazen de sevk edilmeyi bekleyen binlerce ton yük çürümeye yüz tutar, hatta -az inanılacak bir şey- bir idare memuru, yani bir nezaretçi, mallarını yollamak için acele eden bir tüccarın seyyar memuruna cevap vermek yerine bir tokat atmıştı. Devlet memurluklarında bürolar o kadar çok ki, onları düşünmek bile insanı korkutur. Herkes hizmet etti, diyor, daha da etmek niyetinde. Bu dar memur yetiştiren yerlerden, bir deniz ticaret şirketi için bir hizmetli bulabilmek mümkün müdür acaba? Böyle bir soruya bazen bir insanı şaşırtacak derecede basit bir cevap verirler. O kadar basit ki, insan bunu kabul etmekte büyük zorluklar yaşar. Üstüne üstlük, “Rusya’da herkesin hizmet ettiği, daha da hizmete devam edeceği bir gerçektir” denir. Almanların iki yüz seneden beri verdiği mükemmel örnekler, insanlarımız tarafından taklit ediliyor, nesilden nesile, torunlardan torunlara sürüp gidiyor. Fakat kesin olan bir şey varsa, en az pratik olan insanlar, hizmete en çok alışık olanlardır. O derece ki, özgünlük ruhu, ince zekâ ve pratik bilgi noksanlığı daha yakın zamana kadar, hatta memurlar arasında bile önemli bir özellik ve bir referans yerine geçiyordu. Aslında genel olarak pratik insanları dikkate aldığımıza göre, memurlardan söz etmeye ne gerek var? Bu şekilde meselenin şüpheli hiçbir yanı kalmıyor. Cesaretsizlik ve kişisel girişimin noksanlığı bizde hep pratik insanı tanıtabilmek için belli başlı ve en mükemmel işaret olarak anlaşıldı. Şimdi bile başka türlü düşünülmüyor. Fakat şikâyet edecek olduktan sonra, ne diye sadece kendimizinkilerden yakınalım? Yaratıcı yeniliğin eksikliği her zaman ve her memlekette, pratik cepheden ve işlerine layık, güç sahibi bir Rusyalı için en sağlam temel ve birinci özellik olarak anlaşıldı. En aşağı insanların %99’u -kelimenin en basit anlamıyla- bu tarz düşündüler, hâlâ da aynı şekilde düşünmektedirler. Buluş sahipleri ve dâhiler, mesleklerinin başlarından, çoğunlukla sonlarına kadar toplum tarafından hep tam bir ahmak gözü ile görüldüler. Bu görüş o kadar adidir ki, genel bir düşünce hâline geldi. Bu şekilde, mesela birkaç yıl içinde herkes %4 faizle milyarlar yığarak parasını Lombard’a yatırdı. Lombard’ın kazandığı gün, para yatıranların her biri faaliyetlerinin kendi kişisel girişimleriyle sınırlı kaldığını gördüler. Bu milyonların büyük bir kısmı, dolandırıcıların elinde, ticarî alım satım işlemlerinin karışıklıkları arasında zorunlu olarak kendini belli ediverdi. Bu olay doğal olarak âdetlerin ve insanların kendi rızalarının mantıklı sonucuydu. Tabii âdetler diyorum, çünkü bir utangaçlığın değeri ve herkesten başka olmanın şekli, bugüne kadar toplumumuzdaki genel görüşe bakarak, her ciddi ve olgunlaşmış insanın sanatına bağlı maksimum bağımsızlık, hatta kanuna karşı çıkma ile birdenbire şekil değiştirmiş olacaktır. Hangi anne, mesela oğlunun veya kızının biraz yoldan çıktığını gördüğü zaman hasta olmamaktan korkmaz? Her anne çocuğunu şımartırken “Ah hayır! Mutlu ve kolaylıkla yaşamasını tercih ederim” diye düşünür. Dadılarımıza gelince, onlar her zaman çocuklarının beşiklerini “dört bir tarafın altınla çevrilecek, general olacaksın” nakaratı ile salladılar. Hizmetçilerimiz bile her zaman general rütbesini, Rus mutluluğunun en yüksek noktası olarak anladılar. Bu rütbe tarafından tutulan ideal huzur ve mutluluğun en tatlı bir sembolü yerine geçmek demekti. Birbiri ardınca devlete otuz beş sene süre ile yaşanan tecrübelerin ve araştırmaların sonucunda, Rusya’da, gerçekte hangi adam general olmak ve Lombard’a bir miktar para yığmak tedbirini almamıştı? İşte bu şekilde bir Rus vatandaşı çaba harcamadan, pratik ve güç sahibi bir insanın şöhretini kazanıyordu. Aslında Rusya’da generalliğe gelebilecek yalnız bir sınıf insan vardır. Bunlar yenilik yaratan kafalardır, başka bir deyişle hırsızlar. Belki burada bir anlaşmazlık var; fakat genellikle bu gözlem doğru gözüküyor. Rus toplumu da ideal pratik insanını bu şekilde tarif etmeyi düşünüyor. Fakat Yepançin ailesi hakkında bazı açıklamalar yaparken konumuzdan bir hayli uzaklaştık. Yepançinler, daha doğrusu bu ailenin hatıra gelebilen fertleri, yukarıda anlattıklarımızın tersi bir özelliğe sahiptir. Bütün olay tamamen anlaşılmadan -zaten anlaşılması biraz zordur- Yepançinleri olayların kendilerinde, herkeste olduğu gibi gelişmediği konusunda şüphe ediyorlardı. Diğerleri için dümdüz olan yol, onlar için dikenli ve sıkıntılı idi. Herkes sanki raylar üzerinde yuvarlanıp gidiyordu; onlar ise her an o raylardan dışarıya kaçıyorlardı. Onlarda hâlâ terbiyenin gerektirdiği bir utangaçlık hâkimdi. Hâlbuki buna benzer hiçbir şey yoktu. Lizaveta Prokofyevna kesin olarak ölçüsüz korkuların tutsağıydı. Fakat bu korkunun başıboş bulunmaktan keder duyduklarını sandıkları yüksek toplum hayatının gerektirdiği utangaçlık ve terbiye ile hiçbir ilgisi yoktu. Belki bu endişeli değerlendirmeleri yapanlar yalnız küçük bir grup idi. Küçük hanımlar henüz genç oldukları hâlde, anlayışlı ve kıvrak bir zekâya sahiptiler. Generale gelince, o da kıt anlayışlı bir zekâya sahipti ve zorda kaldığı durumlarda “Hımm!” demekle yetiniyordu. Bundan başka, her şeyi karısının üstüne bırakıyordu. Bu şekilde bütün sorumluluk yine Lizaveta’ya düşüyordu. Bu aileye ne herhangi bir derecedeki kişisel girişimden, ne de uygunsuzlukların en sonuncusu olan yeniliğin şuuruna kendini kaptırmasından dolayı, yoldan çıkmış denilemez. Oh hayır! Burada gerçekte, ne bir benzeyiş ne de önceden düşünülmüş bir şey vardı. Fakat herhâlde Yepançin ailesi saygıya değer, doğal bir ailede olması gereken bütün şartların hepsini taşıyordu. Son zamanlarda Lizaveta Prokofyevna, bu aykırılığın sebebini yalnız kendi “kötü talihli” karakterinde buluyordu. Bu düşünce de sadece kederlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramıyordu. Her an kendi kendine “ahmakça yaptığı gereksiz hareketlerini, fazla uygunsuz taşkınlığını” eleştiriyordu. Her zaman güvensizliğin ve kuşkuculuğun verdiği kaderle, çoğunlukla aklını kaybediyor, en ufak karışıklıklara çıkar yol bulamıyor ve hep her şeyi kötüye yoruyordu. Hikâyemizin başından beri dedik ki, Yepançinler genel saygı ve sevgiye kavuşmuşlardı. General Ivan Feodoroviç küçük bir aileden gelmesine rağmen, her yerde saygıyla karşılanmaktaydı. Bu saygıya önce zengin ve ileri gelenlerden, sonra pek zeki olmamakla birlikte, tamamen namuslu olduğu için hak ediyordu. Fakat zekânın biraz durgun olması her iş adamı için değilse bile, para kazanmasını ciddi olarak bilen bir kimse için hemen hemen gerekli bir özelliktir. Generalin iyi hâlleri de vardı. Alçakgönüllü idi, ne zaman susmak gerektiğini bilir ama kendisini de asla ezdirmezdi. Sonunda en önemli şey olarak, büyük bir korumaya da ermişti. Lizaveta Prokofyevna’ya gelince, bildiğiniz gibi soylu bir aileden geliyordu. Gerçekte bizde insanın gerektiği gibi dayanacak kimsesi olmazsa doğuşa pek önem verilmez. Fakat onun da önemli ilişkileri vardı. Toplumun içinde örnek olan herkes tarafından sevilip saygı görüyordu. Bu aile kederlerinin hiçbir temeli olmadığını veya bunların aşırılığa götürülmüş, gülünç ve gereksiz sebeplere dayandığını eklemek gereksizdir. Muhakkak Amerika’yı bulmuş olsanız bile, burnunuzun veya alnınızın üstünde bir sivilceniz olsa, öyle tahmin edersiniz ki, herkes ona bakmak, gülmek, sizinle alay etmekle uğraşmaktadır. Şüphesiz, Lizaveta Prokofyevna toplum içinde “orijinal” kabul ediliyordu; ama bu, ona karşı olan etrafın saygısını azaltmıyordu. Yalnız o bu saygıdan kuşkulanmaya başlamıştı ki, bu da onun kötü talihli olduğunu düşünmesine yol açıyordu. Kızlarına baktığı zaman: Gereksiz kuşku ve üzüntüleriyle onların geleceklerine engel oluyordu. Gülünç, uygunsuz ve katlanılmaz huyları vardı. Tabii ki, suç onda değil, bilakis etrafındakilerdeydi. Sabahtan akşama kadar kocasıyla ve kendini unutacak kadar arzu ile sevdiği kızlarıyla kavga ediyordu. Onu özellikle üzen, kızlarının tıpkı kendisi gibi orijinal olması düşüncesiydi. Dünyada bu çeşit kızlar yoktu ve olmamalıydı. “Bunlar türemiş birtakım gerçek ‘hiççiler’dir…” diye her an tekrar ediyordu. Bir senedir onu şu düşünce tedirgin ediyordu. “Öncelikle, neden evlenmiyorlardı?” Durmadan kendi kendine bunu soruyordu. “Annelerine işkence etmek için!” İşte var oluşlarının amacı. Zaten bunda şaşılacak bir şey yok. Bunlar yeni düşüncelerin sonucu ve kadınların lanetli durumu! “Aglaya altı aydı güzel saçlarını kesmeyi düşünmemiş miydi? (Tanrım! Gençliğimde, benim bile o kadar güzel saçlarım yoktu.) Makas elinde idi. Çocukça hevesinden vazgeçmesi için diz çöküp yalvarmam gerekti. “Hadi diyelim ki, kötülük olsun diye saçlarını kırpmak istedi. Sadece, annesini kudurtmak için. Çünkü o kötülük etmeyi seven bir kızdır. Şımarık, maymun iştahlı ve özellikle kötü, evet çok kötü! Fakat ya büyük Aleksandra? O da onu örnek alıp saçlarını kesmek istememiş miydi? Bu onun kötülüğünden veya uçarılığından değil, basitliğinden, aptallığından… Aglaya bu serseme, saçlarını keserse daha rahat uyku uyuyacağını ve bir daha baş ağrısı çekmeyeceğini söyledi.Ve Tanrı bilir, daha neler!.. Bu beş yıl içinde kaç kişi, kaç kişi onları istemişti. Bunlar arasında gerçekten çok hoş olanları vardı, hatta mükemmelleri de… Peki, ne bekliyorlar? Niçin evlenmiyorlar? Sadece annelerini çıldırtmak için. Kesin! Başka bir sebep olamaz.” Günün birinde Lizaveta Prokofyevna’nın anne kalbi biraz durulur gibi oldu. Hiç olmazsa kızlarından bir tanesi sonunda bir yere yerleşecekti. Duygularını yüksek sesle anlatmak fırsatını bulduğu zaman “hiç olmazsa bir tanesi ekşitiyor” diye bağırıyordu. (Fakat kalben biraz daha şefkatli kelimeler bulabiliyordu. Mesele iyi ve düzgün bir şekilde düzenlenmişti. Hatta herkes takdirle söz ediyordu. Evlilik teklif eden, tanınmış bu adam, bir prensti… Parası pulu olan ve iyi huylu biriydi. Üstelik onların beğenilerini kazanmıştı. Bundan iyisi can sağlığıydı. Lizaveta Prokofyevna ikinci kızı Adelaida’nın geleceği için, diğer kızlarınkinden daha az endişe duyuyordu. Bazen Adelaida’nın artistik zevkleri ona korku veriyordu. “Buna karşın çok neşeli ve zeki bir hâli var! Bu şekilde bir kız mahvolmuş. Demek başaracak” diye düşünerek avunuyordu. Özellikle Adelaida’nın geleceği onu üzüyordu. Aleksandra için endişe edilip edilmeyeceğini tam anlamıyla kendisi de bilmiyordu. Bazen “Bu kızın geleceği parlak değil; bugün yirmi beş yaşında fakat yaşlı bir kız olarak kalacak. Ama oldukça da güzel!” diye düşünüyordu. Kötü talihli anne, gözyaşlarına sebep olan Aleksandra rahat bir uyku uyurken, gecelerini ağlamakla geçiriyordu. “Fakat onun nesi var acaba? Bir nihilist mi, yoksa sadece bir budala mı?” Lizaveta Prokofyevna gayet iyi biliyordu ki, bu ikinci özellik yersizdi. Zira Aleksandra’nın verdiği kararları takdir ediyor ve onu akıllı buluyordu. Fakat şüphe edilmeyecek tarafı, onun korkak ve hareketsiz oluşu… “O kadar sessiz ki; onu hiçbir şey harekete geçiremez. Muhakkak bütün korkaklar sessiz değildirler. Ah! Bunlar beni deli edecekler!” Aleksandra’ya karşı, her şeye rağmen taptığı Aglaya’dan daha fazla, tarif edilemeyecek bir acıma ve bir şefkat duyuyordu. Fakat bu huyunun karışıklıkları -özellikle orada annelik, şefkat ve özeni ortaya çıkarıyordu- ve bu korkaklık, Aleksandra’nın sadece birdenbire gülmesine yol açıyordu. Bazen en anlamsız şeyler Lizaveta Prokofyevna’yı çileden çıkartıyordu. Mesela Aleksandra fazlasıyla uyumayı seviyor ve çok fazla rüya görüyordu. Fakat bu rüyalar ender olarak birbirinden farklıydılar. Bu rüyalar yedi yaşındaki bir çocuğunkiler kadar saftı. Neden ileri geldiği pek bilinmeyen bu rüyalardaki saflık, annesini bile kızdırıyordu. Bir gün rüyasında dokuz tavuk görmüştü. Bu yüzden, annesiyle aralarında ateşli tartışmalar oldu; neden? Onu söylemek biraz zor… Bir kere, yalnız bir kere de ona oldukça orijinal bir rüya görmek nasip oldu. İçine girmeye korktuğu karanlık bir odada, yalnız başına bir papaz görmüştü. İki kız kardeşi de gülmekten kırıldılar ve koşa koşa bu rüyayı Lizaveta Prokofyevna’ya anlattılar. Anneleri yeniden kızdı ve her üçünü de budalaca buldu. “Hım! Hayvan gibi sessiz ve hareketsiz” diye düşündü. Tam anlamıyla bir pısırık ve korkak bir yaratık! Onu hiçbir şey harekete geçiremez. Üstelik kederli bakışında bile bazen bir keder saklıdır.” Bu kederi nereden geliyordu? Bazı kereler, anî bir cevap bekleyen bir insan gibi, tehditkâr bir şekilde kocasına da bu soruyu soruyordu. Ivan Feodoroviç kaşlarını çatıyor, omuzlarını silkiyor, sonunda da kollarını açarak düşüncesini söylüyordu: “Ona bir koca gerekli!..” Lizaveta Prokofyevna bir bomba gibi patlayarak çıkışıyordu: “Dilerim Tanrı’dan, hiç olmazsa o sizin gibi olmasın! Ne verdiği kararlarda, ne düşüncelerinde size benzemesin! Sizin gibi kaba olmasın, Ivan Feodoroviç!” O zaman general, derhal kaçıyordu. Lizaveta Prokofyevna bu taşkınlığından sonra yatışıyordu. Doğal olarak aynı akşam, alışık olmayan bir övgü göstermekten de kendini alamıyordu. Ivan Feodoroviç’e karşı sakin, güleryüzlü ve saygılı davranıyordu. Onun kaba Ivan Feodoroviç’i, onun iyi, onun sevgili Ivan’ı. Çünkü onu, bütün hayatı süresince sevmişti. Hem de büyük bir aşkla sevmişti. Diğer taraftan o da bunugayet iyi biliyor ve karısını takdir ediyordu. Fakat asıl önemli konu, annenin sürekli canını sıkan Aglaya idi. “O, tıpkı benim gibi!..” “Kâfir, küçük bir şeytan! Nihilist, orijinal, duygusuz, kötü, kötü, kötü! Ah, Tanrım ne kadar kötü talihli olacak.” Bununla birlikte, dediğimiz gibi hiç olmazsa bir an için güneş doğdu, her yeri aydınlattı ve ortalığı yatıştırdı. Bir aya yakın bir zamandır Lizaveta Prokofyevna kederlerini unutmuştu. Adelaida’nın yakında evlenmesi dolayısıyla yüksek tabaka Aglaya’dan söz etmeye başlamıştı. O da her yerde o kadar iyi hareket ediyordu ki… Hele kahredici güzelliğine diyecek yoktu. Gururu bile ayrı bir güzellik oluşturuyordu. Bir aydır annesine karşı ne kadar uysal, ne kadar iyiydi -gerçekte bu Ojen Pavloviç’i tanımak, anlamak için zaman gerekti. Zaten Aglaya onu diğerlerinden daha fazla tercih eder gibi görünmüyor… Tanrım, birdenbire ne kadar sevimli ve güzel kız olmuştu!.. Tanrım, ne kadar güzel!.. Gün geçtikçe daha da güzelleşiyor. Ve işte mendebur prensçik, şu aşağılık küçük budala, evde her şeyin karışması, alt üst olması için birdenbire ortaya çıkıverdi. Peki, ne oldu? Lizaveta Prokofyevna’dan başka kimseye bir şey olduğu yok… Fakat Lizaveta Prokofyevna’nın hayatının en basit olayı karşısında, kendisine özgü bir özelliği de onu bazen hasta edecek kadar ürküten şeyleri hep önceden anlamasıydı. Onun bütün bu aslı astarı belirsiz endişeler ortasında, hakkını araması gereken ve gerçek bir tehlike gösteren konunun ortaya çıkışında ne hissettiği düşünülebilir… Fakat içinde Aglaya’nın bu yaratıkla ilişkileri olduğu bildirilen o lanetli imzasız mektup hangi cesaretle yollandı? Eve kadar prensi beraberinde sürüklerken, bütün yol boyunca bunu düşünüyordu. Eve gelip, ailenin etrafında toplandığı yuvarlak masaya Mişkin’i oturttuğu zaman yine düşünceye daldı. “Bunu düşünmeye bile nasıl cesaret edilebilir. Bunun bir kelimesine inansaydım veya bu mektubu Aglaya’ya gösterseydim, kahrımdan ölürdüm! Bizimle, Yepançinlerle bu şekilde alay etmek! Bütün bunlar Ivan Feodoroviç’in… Ah! Niçin İleogonin’deki villamıza oturmaya gitmedik? Size gitmeyi söylemiştim. Belki mektubu Barbara yazdı. Evet, biliyorum. Ya da belki… Bütün bunlar Ivan Feodoroviç’in hatası! “Bu yaratık onunla alay etmek için bu oyunu oynadı. Eski bir bağlantıyı hatırlayarak onu gülünç duruma sokmak istedi. Tıpkı inciler sunup reddedildiği zamanki gibi… Fakat bu işe bizi de karıştırdılar… Kızlarınızı da karıştırdılar. Ivan Feodoroviç’in en yüksek toplumun evlenmek üzere olan kızlarını da… Onlar bu çapkınlarla birlikte meseleye karıştılar. Buyurun işte” Onlar oradaydılar. Hepsini de duydular. “Bu iğrenç, küçük prensi hiçbir zaman bağışlamam. Asla bağışlamayacağım! Neden sanki Aglaya üç gündür bu kadar sinirli? Neden kardeşlerine karşı hırçın davranıyor? Hatta o kadar saydığı, annesi gibi her zaman elini öptüğü Aleksandra’ya bile neden böyle davranıyor? Neden üç gündür herkes için çözülmesi zor bir bilmece hâline geliyor? Gabriel İvolgin’in burada işi ne? Neden Aglaya’nın ağlaması dinmedi? “Prensin mektubunu kardeşlerine bile göstermezken, bu kahrolasıca imzasız mektupta niçin ‘zavallı bir şövalye’den söz ediliyor? Ve neden… üstüne deli gibi atıldım. Ve onu buraya kendim sürükledim? Tanrım, aklımı kaybediyorum. Ne yapmışım? Kızımın bütün sırlarını genç bir adama nasıl anlattım?.. Hele bu sırlar onu ilgilendirince! Tanrım! Çok şükür ki, budaladır ve… Ve… Evin dostudur! Aglaya bu budalaya gönül vermiş olabilir mi? Tanrım neler düşünüyorum?..” “Of! Biz orijinal insanlarız. Bizi benden başlayıp tanesi on kapikle vitrinlerde sergilemek lazım.” “Bu yüzden sizi bağışlamayacağım, Ivan Feodoroviç, asla bağışlayamayacağım. Niçin ona kötü davranmıyor? Hâlbuki söz vermişti. Hiçbir şey yaptığı yok!” “Bakın gözleriyle onu yiyor, sessiz duruyor, kıpırdamıyor ve uzaklaşmıyor bile. Karar veremiyor. Bununla beraber, kendisi onun bir daha buraya gelmesini yasaklamıştı. Prense gelince, sapsarı… Ya şu geveze Ojen Pavloviç? Sadece o konuşuyor. Laf ebesi, kimsenin bir şey söylemesine fırsat vermiyor. Her şeyi düzeltebilirim. Yalnız konuyu değiştirebilsem…” Yuvarlak masanın önünde, prens gerçekten de sararmıştı. Ruhunu dolduran, onun da anlayamadığı bir hayretle, çok korkmuşa benziyordu. Onu iyice kendisine çeken, iyi tanıdığı bir çift siyah göze doğru, o köşeye bakmaya nasıl da korkuyordu. Fakat herhâlde bu ailenin ortasında bulunmaktan ve o tanıdığı sesi duymaktan mutluydu. Ona bu yazılandan sonra, “Tanrım, Aglaya şimdi ne diyecek acaba?..” Prense gelince, henüz ağzını bile açmadı. Bu akşam aşırı neşesinden “fazla konuşan” Ojen Pavloviç’i büyük bir dikkatle, anlamadan ve tek kelime eklemeden dinledi! Petersburg’tan henüz dönmemiş olan Ivan Feodoroviç’ten başka, bütün aile tamamdı. Prens Ş.T… de dâhil olmak üzere, Yepançin ailesi orada hazırdı. Herhâlde çaydan önce biraz müzik dinlemeye gitmek için toplanmışlardı. O sırada Kolya, nereden çıktığı belli olmadan, taraçada belirdi. “Demek eskisi gibi onu burada kabul etmeye devam ediyorlar” diye düşündü prens. Yepançinlerin malikânesi, İsviçre villaları gibi yapılmış mükemmel bir bina idi. Her tarafta çiçekler ve yeşillik göze çarpıyordu. Küçük fakat çok temiz bakılmış bir bahçe, evin etrafını çeviriyordu. Herkes taraçada toplanmıştı. Tıpkı prensin evinde olduğu gibi! Yalnız burada taraça biraz daha geniş ve toplantı için daha uygundu. Mişkin’in geldiği sırada konu; öyle pek herkesin hoşuna gidecek gibi değildi. Herkes başka bir şeyden konuşulmasını tercih ederdi. Ojen Pavloviç, kelimelerinin etrafta uyandırdığı etkinin farkında olmadan konuşmaya devam ediyordu. Prens gözüktüğü zaman daha da canlandı. Lizaveta Prokofyevna söylenenleri anlamadığı hâlde kaşlarını çatmıştı. Aglaya biraz geride oturmuş, kalkıp gitmiyordu. İnadına, büyük bir sessizlikle dinliyordu. Ojen Paloviç, izin veriniz, diye, ateşli bir hâl ile sorulara cevap yetiştiriyordu. Liberalizmin aleyhinde değilim! Liberalizm bir kötülük değildir. Bütünün bir parçasıdır. Onsuz, o bütün dağılır ve mahvolabilir. Liberalizm’in en ahlakî tutuculuk kadar yaşama hakkı vardır. Fakat ben, Rus liberalizmine çatıyorum. Ve tekrar ediyorum, çünkü Rus liberali Rus ile ilgisi olmayan bir hürriyetçidir. Bana Rus olan bir hürriyetçi gösterin, derhal onu sizin önünüzde öpeyim. Yanakları her zamankinden daha fazla boyalı ve biraz sinirli görünen Aleksandra Ivanovna: – Yeter ki, o da sizi öpmek istesin, dedi. Lizaveta Prokofyevna: – Al işte, diye atıldı. Ne hikmetse bu kızın uyumaktan ve yemek yemekten başka duygusunu hiçbir şey harekete geçiremez. Yılda bir defa, birden sizi böyle şaşırtan sert cevapları vardır. Aleksandra Ivanovna’nın, Ojen Pavloviç’in kelimelerine heyecan vermesine rağmen, bu kadar ciddi bir konuyu neşeli bir hâlde, alay eder gibi anlatmasından memnun, anlaşılan prensin bakışları dikkatini çekti. Ojen Pavloviç: – Demin siz girerken anlatıyordum prens, diye devam etti. Sözde; Rusya’da bugüne kadar iki çeşit hürriyetçi ortaya çıkmıştır. Birinciler Pomieçnik sınıfı,; diğerleri de Seminaristler. Ama bu iki sınıf, milletten tamamen ayrı birer sembol hâline geldiler. Bundan şu sonuç çıkar ki, özgürcülük taraftarları hiçbir millî özellik taşımıyorlar. Prens Ş.T…: – Nasıl olur? Öyle ise yaptıklarının Ruslukla ilgisi yok, diye konuya girdi. – Herhâlde hiçbir milli tarafı yok. Yaptıkları iş, Rus eseri olsa bile millî değildir. Zaten ne liberallerimizin ne de tutucularımızın Ruslukla uzaktan ve yakından bir ilgileri vardır. Asla! Vicdanen rahat olabilirsiniz ki, millet ne şimdi, ne de sonra Pomieçnik ve Seminaristler’in yaptıkları şeyleri bulamayacaktır. Prens kızarak: – Oh! Ne güzel! Peki ama ciddi konuştuğunuz bir sırada nasıl olur da böyle garip bir düşünceyi savunabilirsiniz? Pomieçnik Rusları hakkında bu tarz davranışlara katlanamam. Siz bile bir Pomieçnik Rus’sunuz, diye cevap verdi. – Fakat ben sizin anlamış olduğunuz anlamda Pomieçnik Rus’undan söz etmiyorum. O şerefli bir sınıftır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, ben de o sınıftanım. Fakat şimdi ortadan kayboldu o sınıf. – Edebiyatta bile millî hiçbir şeyimiz olmadığı doğru değil midir, diye Aleksandra Ivanovna onun sözünü kesti. – Edebiyattan pek fazla anlamam. Fakat bana kalırsa, “Evet bu yine bir şeydir.” diye Adelaida gülerek atıldı. Sonra, eğer bunlardan bir tanesi halkın çocuğu ise diğer ikisi Pomieçnik’tir. – Bu doğru. Bununla birlikte haklı çıkmak için pek acele etmeyin. Bugüne kadar bu üç yazar başkalarından alınmamış, kendi gerçek benliklerinden gelen şeyleri söylemeyi başaran, parmakla gösterilebilecek yazarlardır. İşte bu şekilde millî yazar oldular. Herhangi bir Rus tamamen kendisinden bir şey yapsın, yazsın veya söylesin; doğal olarak millî olur… Zamanında anlaşılmasa dahi… Bunu bilinen bir gerçek gibi kabul ediyorum. Biz edebiyattan değil fakat sosyalistlerden söz ediyorduk. Bunlar hakkında tartışma açılmıştı. Şu noktayı onaylarım ki, bizim bir tek sosyalist Rus’umuz yoktur ve olmamıştır. Niçin?.. Çünkü bütün sosyalistlerimiz Seminarist ve Pomieçnik sınıfından çıkmışlardır Bütün sosyalist dediklerimiz, bu şekilde tanıtılanlar, burada olsun yabancı memleketlerde olsun, hep kölelik devrinin Pomieçnik sıralarından çıkmış özgürlükçülerdir. Niçin gülüyorsunuz? Onların bana kitaplarını gösterin. Doktrinlerini gösterin. Hatıralarını gösterin. Profesyonel bir eleştirmen olmadığım hâlde, en olumlu iddiaları size gün gibi açık olarak kanıtlamaya hazırım. Kitaplarının, broşürlerinin, hatıratlarının her sayfası her şeyden önce bir Rus Pomieçniğinin eseridir. Kinlerinde, hiddetlerinde, gülmelerinde Pomieçniklik hissedilir -hatta Famusof’unkinden daha eski bir tip- Onların heyecanları, gözyaşları, gerçek gözyaşları, belki içtendir. Fakat bunlar Pomieçnik gözyaşları ve heyecanlarıdır! Pomieçnik veya Seminarist… Hâlâ gülüyor musunuz? Siz de mi prens, siz de gülüyor musunuz? Demek siz de benim düşünceme katılmıyorsunuz? Gerçekten Ojen Pavloviç’in sözleri herkeste bir kahkaha kopardı. Prens bile gülümsüyordu. Prens: – Tam anlamı ile düşüncenize katılıp katılmayacağımı söyleyemem, diye yanlışı yakalanan bir öğrenci gibi gülümsemesini yarıda bırakarak atıldı. Fakat emin olun, sizi dinlemekten büyük bir zevk duyuyorum. Bu kelimeleri söylerken boğulur gibi bir hâli vardı. Alnından soğuk terler damlıyordu. Burada bulunduğundan beri ağzına aldığı ilk kelimelerdi bunlar. Etrafına bir göz atmak girişiminde bulundu. Fakat cesaret edemedi, Ojen Pavloviç onun bu hareketini yakaladı ve gülümsedi. Sonra da sözüne aynı heyecan ve aynı kızgınlıkla devam ederek görünüşte en inanılacak kelimelerine dahi kendinin bile güleceği geliyordu Size bir olaydan söz edeceğim, dedi. Bir olay var ki, baştan sona şahit olma şerefini yaşadım. Hiç olmazsa kimse onun hakkında bir şey söylemedi. Bu olay size söylediğim gibi bütün Rus özgürlüğünün temelini tarif eder. Fakat önce genel anlamda özgürlük, hürriyet nedir? -Doğru veya yanlış, o başka mesele… Var olan düzene karşı savaş açmaktır. Değil mi? İşte gözlemlediğim bu Rus özgürlük akımı yürürlükteki yasalara karşı bir hücum değildir; mevcut kurumlara karşı da savaş açmıyor. Fakat memlekete karşı savaş açıyor. Benim bildiğim her özgürlük aşığı, Rusya’yı inkâr ediyor. Yani annesine lanet ediyor. Onu düşürmeye çalışıyor. Rusya’ya dair her kötü olayın sarhoşluk vermesi bile onu güldürür. Millî âdetlerden nefret eder. Rus tarihinden… Hepsinden… Elindeki tek bahanesi, eğer sayılabilirse, o da yaptığını anlamaması ve Rusya’ya karşı olan kininin ona en bereketli liberalizm gibi görünmüş olmasıdır. -Bizde çoğunlukla rejim karşıtlarını alkışlayan ve belki de temelde, kendilerini bilmeden en anlamsız ve en tehlikeli tutucular olan hürriyetseverlere üzülürsünüz!.. Rusya’ya karşı olan bu kini yakın zamana kadar bizim hürriyet âşıklarımız, vatana karşı olan gerçek sevgi sayıyorlar ve bu duygunun ne olması gerektiğini diğerlerinden daha iyi anladıkları için kendilerini övüyorlardı. Fakat şimdi, “vatanperverlik” kelimesi bile onları utandırıyor. Onlar bu fikri aşağılık ve tehlikeli sayıyorlar. Bu öyle bir olaydır ki, hiçbir zaman ve hiçbir yerde örneğine rastlanmadı, öyle ise biz de bu olayın varlığını nasıl açıklamalıyız? Demin açıkladığım sebeple, Rus liberalinin hiç Ruslukla ilgisi yok! Bundan daha iyi bir açıklama göremiyorum. Prens Ş.T… ciddi bir tavır ile atılarak: – Ojen Pavloviç, bütün bu söylediklerinizi şaka kabul ediyorum, dedi. Aleksandra ekledi: – Ben bütün özgürlük taraftarlarını tanımadım. Haklarında da hüküm veremem… Fakat sizi şaşkınlık ve üzüntüyle dinledim. Siz özel bir durumu ele aldınız ve onu genel bir kural gibi gösterdiniz. Şu hâlde suçlamalarınız iftira dolu. – Özel bir durum mu? İşte beklediğim kelime bu idi, diye Ojen Pavloviç karşılık verdi. – Prens, bunun hakkında ne düşünürsünüz? Bu özel bir durum mu, sizce? – İtiraf etmeliyim ki, ben de özgürlük taraflarını az tanırım, diye prens cevap verdi. Fakat bana öyle geliyor ki, kısmen haklısınız. Söz ettiğiniz Rus hürriyetseverliği sadece kurumlarına değil, Rusya’nın kendisine bile lanet etmeye doğru gidiyor. Muhakkak bu bir dereceye kadar doğru… Fakat bunu hepsine mal etmek doğru olmaz… Prens o kadar utanmıştı ki, cümlesini tamamlayamadı. Şaşkınlığına rağmen, bu tartışmayı büyük bir dikkatle izliyordu. Prensin en belirgin özelliklerinden birisi de ilgilendiği konuları büyük bir saflık ve dikkatle dinlemesiydi. Bu saflık aynı konulara dair ona soru sorduktan sonra, verdiği cevaplarda kendini gösteriyordu. Bu yüzünden, hatta hareketlerinden belli oluyordu. Yine bu saflık, onunla yapılan alaylara karşı bir inanma telkin ediyordu. O ana kadar prense bakarak garip bir tarzda gülümseyen Ojen Pavloviç, bu cevaba o kadar şaşırmıştı ki, bu defa onu daha ciddi bir tavırla dinledi. – Bu şekilde… Ciddî mi söylüyorsunuz? Prens Mişkin şaşkın bir hâlde: – Peki ama siz bana ciddi olarak sormadınız mı, diye sert bir şekilde cevap verdi. Etraftakiler gülüştüler. Adelaida: – Siz ona bakmayın, dedi. Ojen Pavloviç’in bazen en ciddi şekilde anlatırken etrafındakilerle alay etme alışkanlığı vardır. Bence bu çok önemli bir konu… Ona değinmemek daha iyi olurdu. Gezmeye gitsek bari… Ojen Pavloviç: – Haydi gidelim, diye bağırdı. – Fakat söylediklerimi size ve özellikle prense ciddi olarak kanıtlayacağım. Size yemin ederim ki, ben göründüğüm kadar boş şeylere uğraşan bir adam değilim. Hatta böyle bir adam olmam gerektiği hâlde. İzin verirseniz, kişisel merakımı gidermek için prense son bir soru sorayım ve bu meselenin sonu olsun. Sanki kastenmiş gibi bu soru iki saattir zihnimi kurcalıyordu -görüyorsunuz ya prens, bazen ciddi şeyleri de düşünebiliyorum… Ona bir sonuç bulabildim. Fakat acaba prens bu konuda ne düşünüyor? Demin özel durumdan söz ediliyordu. Bu iki küçük kelime bizde çoğunlukla çok duyulur. Son zamanlarda, bir delikanlının öldürdüğü altı kişi gazeteleri ve kamuoyunu epeyi oyaladı. Avukatın garip savunmasında yoksulluk içinde bulunan katilin, bu altı insanı öldürmesi gayet doğal olarak aklına geldiğini açıklamasından uzun uzun söz ettiler. Kullandığı kelimeler, aynen bunlar değil ama aşağı yukarı anlatmak istediği bunlar. Bence avukat bu garip fikri ortaya koyarken, zamanımızda olgunlaşmanın, insanlığın ve liberalizmin en yüksek düşüncelerinden esinlendiğini,bütün içtenliğiyle gösteriyordu. Buna ne dersiniz? Bu konuda, bu derece yanlış düşünmek imkânı özel mi, yoksa genel mi bir durumdur? Bu, herkesin yeniden alayını gerektirdi. Aleksandra ile Adelaida gülerek: – Tabii özel bir durum, dediler… Prens Ş.T…: – İzin ver Ojen Pavloviç, sana hatırlatayım, diye ekledi. Alay etmenizin kıymeti kalmadı artık. Prens Lev Nikolayeviç’in keskin ve ciddi bakışından şaşkın bir hâle gelen ve bu düşünceyi dinlememiş olan Ojen Pavloviç: – Prens, sizin düşünceniz nedir, diye devam etti. Size nasıl geliyor? Özel bir durum mu, yoksa genel mi? İtiraf ediyorum. Bu soruyu sizin için düşündüm. Alçak fakat tok bir sesle prens cevap verdi: – Hayır. Bu özel bir durum değildir. Prens Ş.T… biraz kızarak bağırdı: – Nasıl olur, Lev Nikolayeviç, dikkat etmiyor musunuz ki, soru, sadece sizi aldatmak için bir tuzaktır. Sizinle alay ettiği ve sizi bir kalın kafalı sandığı gün gibi ortada. Mişkin kızararak: – Ojen Pavloviç ciddi konuşuyor sanmıştım, dedi ve gözlerini indirdi. – Dostum, üç ay önceki sohbetimizi hatırlayın, diye ekledi Prens Ş.T… Mahkeme kuruluşumuzun değiştirilmesinden beri baromuzu meydana getiren sayısız kıymetli avukatlarımızdan, verdiği değerli cevaplardan söz ediyorduk. Siz bile bu durumlardan ne kadar memnundunuz. Sevinciniz de bana ne derece zevk vermişti! Gurur duymanın yeri var demiştiniz… Bu beceriksiz savunma, bu garip ispat şekli, şüphesiz binlerce zıt örneği arasında bir ayrılık oluşturuyor. Prens Lev Nikolayeviç bir an düşündü, inanmış gibi, sesi kısık ve utanarak cevap verdi: – Yalnız demek istedim ki, fikirlerin bozulması da -Ojen Paliviç’in ifadesini kullanarak- üzülerek belirteyim ki, genel olmaktan çok özel bir durumdur. Bu bozulma daha az yapılmış olsaydı, bunlar gibi olmayacak cinayetler belki görülmezdi. – Olmayacak cinayetler mi? Fakat bana inanın ki, eski cinayetler, daha vahşî ve canavarca idi. Her zaman böyle idi; sade bizim memlekette değil, her yerde de… Ve öyle sanıyorum ki, daha uzun zaman bu cinayetler işlenecektir. Aradaki fark şu: Eskiden bizde bu kadar yayın yoktu, şimdi gazeteler ve kamuoyu ilgileniyor. İşte bu şekilde yeni bir olayla karşı karşıyayız. Bu sizin hatanız prens! Sizin basit hatanız. Bana inanabilirsiniz, diye alaylı bir gülümseme ile Prens Ş.T… sözünü bitirdi. – Eski cinayetlerin çok daha korkunç olduğunu gayet iyi biliyorum. Hapishaneleri gezdim. Çok olmadı. Bazı mahkûm ve suçlularla tanışmak fırsatını buldum. Hatta bu konuştuklarımızdan, daha vahşî caniler var. İçlerinde beş-on kişiyi öldürdükten sonra en ufak vicdan azabı bile duymayanları var. Fakat gördüğüm şey şu: En katı yürekli, en vicdan azabı hissetmeyen cani de biliyor ki, kendisi bir suçludur. Yani vicdanen inanıyor ki, hatta hareketlerinden hiçbir pişmanlık duymasa bile kötülük etmiştir. Bu bütün tutukluların durumudur. Fakat Ojen Pavloviç’in söz ettiği caniler, kendilerini suçlu saymıyorlar. Onlar içlerinden haklı olduklarına ve gereğinden az hareket ettiklerine inanırlar. Bence burada büyük bir fark var. Şunu da hatırlatayım ki, bunların hepsi de gençler. Prens Ş.T… gülmesini kesti. Mişkin’i şaşkınlıkla dinliyordu. Çoktan beri bir noktanın açıklamasını isteyen Aleksandra Ivanovna sessizliğini koruyordu. Onun bu susmasında gizli bir sebep seziliyordu. Ojen Pavloviç’e gelince, bu defa hiçbir alay belirtisi göstermeksizin, şaşkın bir hâlde prense bakıyordu. Lizaveta Prokofyevna birdenbire sordu: – Ama neden ona bu kadar şaşkın bakıyorsunuz. Onu kendinizden daha ahmak mı buluyorsunuz. Sizin gibi düşünmek gücünü taşımıyor sanıyorsunuz galiba, değil mi? – Hayır, beni şaşırtan bu değil, diye Ojen Pavloviç atıldı. Beni şaşırtan, prens -sorumu bağışlayın- bu meselenin ruhunu bu kadar iyi anladığınız hâlde, nasıl oluyor da birkaç gün önceki bu garip meselede, eğer yanılmıyorsam, Burdovski meselesinde… Nasıl oldu da ahlakçı inanç ve düşüncelerin bozulmaya vardığına dikkat etmediniz. Bununla beraber durum aynı idi. Bunun farkına varmadınız gibi geldi bana… Lizaveta Prokofyevna kızarak: – Şunu bilin ki, dostum, dedi şimdiye kadar hepimiz onun yanında kendimizi yüksek görüyorduk. Fakat bugün prens, Burdovski’nin arkadaşlarından birinden mektup aldı. Aleksandra, hatırlıyor musun? Yüzü sivilceli bir adam… İşte ondan aldığı mektupta prensten af diliyor -tabii kendi diliyle yazmış… Prensi o gün kızdıran arkadaşıyla ilgisini kesmiş olduğunu bildiriyor. Artık prense güveniyormuş. İçimizden hiçbirimiz böyle bir mektup almadık. Bu bize, prensin yanında burnumuzu o kadar havaya kaldırmamayı öğretmelidir. Kolya: – İppolit de bizimle beraber oturmak için geldi, diye bağırdı Prens biraz endişe ile: – Nasıl, o burada mı, diye sordu. – Lizaveta Prokofyevna ile hareketinizden biraz sonra geldi. Onu araba ile getirdim. Daha demin prensi savunduğunu unutan Lizaveta Prokofyevna anî bir kızgınlıkla: – İddiaya girerim ki, bu budala, o çapkın tavan arasında ayağına kapanıp af dilemek ve bize gelip yerleşmesini rica etmek için gitti! Onu dün görmeye gitmedin mi? Bunu kendin de itiraf ettin. Orada mıydın, değil miydin? Ayağına kapandın mı, kapanmadın mı, diye sordu. – Tamamen tersi, diye bağırdı Kolya. Ayağına kapanmadı! İppolit dün iki defa art arda prensin elini tuttu ve öptü. Bu sahneye ben şahit oldum. Yalnız prens, ona açık havanın daha iyi geleceğini söyledi. İppolit durumu uygun olur olmaz derhal geleceğini bildirdi. Prens ayağa kalktı ve şapkasını alarak: – Kolya yanılıyorsunuz, bunu niçin anlatıyorsunuz? Ben… Ben… diye kekeledi. Lizaveta Prokofyevna: – Nereye gidiyorsun, diye sordu. Kolya: – Rahatsız olmayın prens, diye itiraz etti. Onu görmeye gidip rahatını bozmayın. Yol yorgunluğunu gideriyor. Hayatından çok memnun… Açık söylüyorum prens, onu bugün görmeseniz çok iyi edersiniz. Onu utandırmamak için bu işi yarına bırakın. Bu sabah bana altı aydır kendini bu kadar iyi ve sağlıklı hissetmediğini söyledi. Hatta üç defa daha az öksürdü. Prens masaya yaklaşmak için Aglaya’nın hızla yerini değiştirdiğinin farkına vardı. Aglaya’ya bakmaya cesaret edemiyordu. Fakat genç kızın iki siyah gözünün, şu anda ona baktığını bütün varlığıyla duyuyordu. Bu gözler muhakkak kızgınlığı ifade ediyordu, belki de tehditti. Aglaya’nın yüzü herhâlde kızarmış olmalıydı. Ojen Pavloviç düşüncesini açıkladı: – Eğer sözünü ettiğiniz, şu geçen gün ağlayarak bizi cenazesine çağıran veremli genç ise, bana öyle geliyor ki, Nikola Ardolinoviç, onu buraya getirmekle hata etmişsiniz. – Evinin önüne dikilen komşusunun duvarından o kadar söz etti ki, emin olun onu da arayacak! – Çok doğru! Seninle kavga edecek ve çıkıp gidecek. Senin de beklediğin bu ya zaten!.. Lizaveta Prokofyevna bunları söyledikten sonra, herkesin gezmeye gitmek için ayağa kalktığını unutarak, iyice şişerek, böbürlenerek iş sepetini kendine doğru çekti. Ojen Pavloviç devam etti: – Hatırlıyorum! Bu duvar hakkında birçok şey söyledi. Öyle iddia etti ki, bu duvar olmasa, bu kadar düzgün konuşarak ölmeyecek fakat bunu o kadar istiyordu ki. – Eee, sonra, diye mırıldandı prens. Onu bağışlamak istemeseniz bile, bu affa ihtiyacı olmadan yine de ölecek… Buraya ağaçların yüzünden gelip yerleşti. – Oh! Bana kalırsa, ben hepsini bağışlıyorum, ona bunu söyleyebilirsiniz. Prens, gözlerini yerde bir noktaya dikerek yavaşça ve sanki nefretle: – Siz ondan af dilemelisiniz, dedi. – Ne ilgisi var, ben ona ne yaptım? Ne zarar verdim? – Eğer anlamıyorsanız, ısrar etmiyorum… Fakat gayet iyi anlıyorsunuz. Onun arzusu, hepimize dua etmek, sizin de hayır duanızı almaktı… İşte bu kadar… Prens Ş.T. oturanlardan biriyle göz göze geldi, sonra canlı ve kelimelerine kuvvet veren endişeli bir ifadeyle: – Dostum, prens… dedi. Yeryüzünde cenneti bulmak o kadar kolay değildir. Sizin aradığınız da cennetten başka bir şey değil. Bu iş çok güç! İyi kalbinizin tahmin ettiğinden bile güç. Burada keselim artık. Bana inanın, yoksa zihniniz karışır, sonra da… Lizaveta Prokofyevna emreder bir eda ile: – Müzik dinlemeye, dedi ve öfkeyle ayağa kalktı. Diğerleri de onunla birlikte kalktılar.
·
3.194 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.