Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

246 syf.
9/10 puan verdi
·
6 günde okudu
BENITO PÉREZ GALDÓS, FEMİNİZM VE İSPANYOL EDEBİYATINDA “REALİZM”
Benito Pérez Galdós, 1843 yılında Kanarya Adaları’nda dünyaya geldi. Kendisi, kimi çevrelerce Cervantes’ten sonra en başarılı İspanyol yazar kabul edilir. Fakat bana kalırsa bu tür benzetmeler İspanyol edebiyatı özelinde pek bir anlam ifade etmez çünkü herkes beğendiği ya da başarılı bulduğu yazarlara “çağımızın Cervantes’i” ya da “ikinci Cervantes” gibi yakıştırmalarda bulunuyor. Elbette Cervantes önemli ve başarılı bir Barok Dönem yazarıdır, ancak neredeyse her yazar için bu tür yakıştırmaların var olması işin ciddiyetine şüpheyle yaklaşmamıza sebep oluyor. Galdós, İspanyol edebiyatında realizmi zirveye taşıyan yazardır. Toplumu gözlemlemeyi ve ona “ayna tutmayı” kendine görev bilir. Galdós, aynı zamanda bir politikacıdır ve toplumu eleştiren fikirleri ve kitapları her zaman halk tarafından –ve tabii muhafazakâr edebiyat çevreleri tarafından- hoş karşılanmamıştır. Özellikle kilise karşıtı tutumları oldukça tepki çekmiştir, hatta 1912 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmesine rağmen muhafazakâr Katolik kesimlerce eleştirildiği için ödülü alamamıştır. İçinde yaşadığı toplumu ve İspanya tarihinin değişik dönemlerini ele aldığı “Episodios Nacionales” (Millî Tefrikalar) isimli eseri, Galdós’un gözlem ve muhakeme yeteneğini –ve pek tabii bilgi birikimini- görmek açısından önemlidir. Galdós’un kitaplarında çoğu kez kadın karakterler ön plandadır ve Galdós bu karakterleri dönemin anlayışının çok ötesinde yaratır. Tristana da böyle bir karakterdir. Yazar, dönemin feminist yazar ve siyasetçilerinden kabul edilir. Ancak o dönemde ne Galdós kendisi için “feminist” ifadesini kullanıyordu, ne de başkaları onu bu şekilde tanımlıyordu. Zaten siyasî bir terim olarak “feminizm”, ilk defa 1960’larda kullanılmaya başlanmıştır. (Bundan önce 19. yüzyılda “feminist” sözcüğü erkeklerin kadınsılaşmasını ya da kadınların erkeksileşmesini ifade eden tıbbî bir terimdi.¹) Pek tabii bundan önce de kadın hakları ve eşitlik mücadelesi veren insanlar vardı. Farklı kültürlerden feminist literatüre katkı sağlamış pek çok farklı yazar vardır. Christine de Pizan, Mary Wollstonecraft, Simone de Beauvoir, Betty Friedan bunlardan bazılarıdır. Mary Wollstonecraft’ın yazmış olduğu “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” kitabı, modern feminizmin öncüsü kabul edilir. Bildiğiniz üzere İspanya, Katolik bir ülkedir. Her ne kadar zamanla Kilise’nin etkilerinin azaldığı görülse de (ki bu İspanya için çok yavaş ve geç gerçekleşmeye başlar), “Katolik zihniyetler” hep varlığını korur. Zaten İspanya’nın diğer birçok konuda olduğu gibi feminizmde de diğer Avrupa ülkelerinden –özellikle Protestan olanlardan- daha geride kalmış olmasının birkaç sebebinden biri de budur. Tristana kitabı da dönemin erkek egemen İspanya’sını çok güzel yansıtır; zaten yazının başında da dediğim gibi, Galdós’un başlıca hedeflerinden biri de toplumu olduğu gibi yansıtmaktır. Geleneksel olarak kadın ve erkek rolleri birçok toplumda benzer şekilde çizilmiştir: kadınlar evde kalıp evin işleriyle ve çocukları büyütmekle uğraşır; erkekler ise siyaset, sanat, edebiyat gibi alanları da kapsayan kamusal işlerle uğraşır. Yani erkek “kamusal”dır, iş gücünde faydalanılır; kadın ise “özel”dir², üretmesi ve düşünmesi istenmez. Mary Wollstonecraft’a göre kadınların bu durumu, “cehaletin kibarcası olan masumiyetlerini korumak için hakikatin onlardan gizlenmesi”dir. ³ Erkeğe özgü sayılan “etken” ve “yaratıcı” olmayı gerektiren tüm uğraşlar uzun yıllar kadınlar için yasaklı alan sayılmıştır. Michelle Perrot, Kadınların en Güzel Tarihi’nde bu durumu şöyle açıklar: “Yaratı geniş anlamda Söz’dür, Tanrı’dır.* Dünyada yeni bir şey yaratmanın tanrısal, kutsal bir yönü vardır. Başlangıçta tek yaratıcı Tanrı’dır. Eğer bu gücün temsilcisi olarak birini görevlendirdiyse, bu ancak yaratılanların en asili, yani erkek olabilir.” ⁴ Yani yaratma edimi erkeksidir. Kadın ise bu işin ancak “taşıyıcısı”, “nakliyecisi” konumunda olabilir. (Bu yüzden çevirmenlik birçok çağda kadınlar için uygun görülen mesleklerden olmuştur.) Galdós’un kadın karakterlerinin önemli olduğundan bahsetmiştim. Ancak ben öncelikle kitaptaki en baskın erkek karakter ile başlayacağım: Don Lope ile. Galdós, Don Lope’yi en başından beri çapkın bir karakter olarak çizer. Don Lope’nin gençliğinde ne denli etkileyici ve karşı konulmaz bir adam olduğunu anlatır. Hatta Don Lope bunu bir övünç sebebi olarak söyler, artık kadınları eskisi gibi etkileyemediğinden hayıflanır. Anlatıcının Don Lope’den bahsettiği bir paragrafta onun hakkında söyledikleri okura eski İspanyol edebiyatını (özellikle Barok Dönemi) ve şövalye romanslarını hatırlatır. Don Lope antika şövalyelik ruhunu adeta tek başına yaşatır: çeliğin (kılıcın) üstünlüğünü savunur ve düzenden şikâyet eder, tıpkı Don Quijote gibi. “Kâğıdın çelikten üstün geldiği, fasafiso formüllerle yönetilen çağımızda, münasebetsiz miskinlerin hakkından gelebilmek için, beyefendilerin kılıç taşıyamamalarından fena halde esef duyardı. Ona kalırsa toplum sırf aylakları beslemek, kibar asilzadeleri ise yolmak mantığıyla çalışan çeşitli mekanizmalar inşa etmişti.” (s.13) Bir sonraki paragrafta ise Don Lope’nin kaçakçıları ve hırsızları koruyup kolladığından söz edilir. Yani Donkişotvari bir tutumla güçlüye karşı güçsüzü korur (kendince). Fakat yine de bu şövalyelik ruhu Cervantes ya da Vega’da olduğu kadar baskın değildir; kaldı ki bu olukça doğal, çünkü kitabın yazıldığı döneme dek şövalye romanslarının üzerine çok şey konmuştur. Don Lope’ye göre Kilise, geçmiş asırlarda insanların aptallığından dolayı ortaya çıkmış bir kurumdur. Fakat buna rağmen kendisini “dinsiz” olarak tanımlamaz; aksine, aptal koyunlardan daha inançlı olduğunu söyler. “Kiliseye gelince, bunu, geçmiş asırların günümüze oynadığı ve toplumun sırf çekingenliğinden ve aptallığından dolayı katlandığı kötü bir şaka olarak görüyordu. Fakat dinsiz olduğu da sanılmasın: bilakis onun inancı, mihraplarda konuşulanlara kulak kabartan, rahiplerin eteklerinin dibinden ayrılmayanlara kıyasla çok daha büyüktü.” (s.14) Tristana, küçüklüğünden beri Don Lope’nin yanında yaşamıştır. Fakat Don Lope onun için hiçbir zaman net bir role sahip olamaz: kimi zaman kocası, kimi zaman babası, kimi zaman da tamamen yabancı bir adam gibidir. Bu rol karmaşası etraftaki insanlara dedikodu malzemesi sağlar pek tabii, ama bu Don Lope’nin umrunda değildir, zira o zaten “çapkın” ve “özgür” bir adamdır. Don Lope, Tristana üzerinde de baskın bir karakterdir ve uzun yıllar tam anlamıyla onun tahakkümü altında yaşamış olan Tristana için hem zihinsel hem bedensel hem de duygusal gelişim ve “özerklik”, oldukça geç ve zor gerçekleşir. “…Don Lope, ikisi de durumun farkına varmasa da, genç kızı kendisinin öğrencisi kılmıştı ve onun zihninde bütün tazeliğiyle çiçeklenen fikirlerin bir kısmı, âşığı ve maalesef ki aynı zamanda hocası olan bu adamın zihninin tohum yataklarından doğmuştu.” (s.31) Tristana ilk başta, içinde yaşadığı altın kafeste insanlardan ve dış dünyadan tamamen tecrit edilmiş bir şekilde yaşar. İşin kötüsü, bunun farkında bile değildir; onun için “normal” budur. Tristana ilk kez Saturna ismindeki hizmetçi kadınla iletişim kurar. Saturna oldukça anaç ve anlayışlı da olsa dar fikirli ve geleneksel anlayışlara bağlı bir kadındır; yani yerleşmiş fikirlerden tam olarak “kopamamıştır”. Buna rağmen Tristana’nın ilk aşamada belli sınırlar içinde de olsa düşünmeye başlamasını sağlamıştır. Aynı zamanda Trisana ilk defa Saturna'nın yanında “hayata ve erkeklere” dair gerçekçi bir şeyler öğrenmeye başlar. Kitapta, “Tristana’nın uyanışı” diye adlandırabileceğimiz bir alıntı var ki, hapis hayatı yaşamış genç bir kızın yaşamında ilk domino taşının devrilmesini andırıyor. “Ahlaki gelişiminde geri kalmış olan Señorita Reluz, o güne kadarki hayatını tamamen bir düşüncesizlik ve oyuncak bebek edilgenliği ile geçirmiş; kendi fikirlerini geliştirmeden, bütünüyle başkalarının etkisi altında yaşamıştı ve bu nedenle insanın onda istediği amaca göre istediği düşünceyi uyandırabilmesi çok kolaydı. (...) İçinde bulunduğu konumu bütün çıplaklığıyla görüyor ve insanlık alemindeki hazin yerini anlıyordu. Ruhunun kapılarından bir şeyin gizlice içeri süzüldüğünü hissetti: gurur.” (s.29-30) Fakat, daha önce de değindiğim üzere, bu değişim zaman aldı; dünden bugüne gerçekleşmedi. Ve özellikle ilk zamanlarda Tristana, Don Lope’nin birçok fikrinin makul olduğunu düşünüyordu, her ne kadar saçma da olsalar. Yine de Tristana’da bu yavaş değişimin etkileri görülebiliyor. Örneğin Tristana, kadınların meslek sahibi olamamasından yakınmaya ve “bütün dünyayı kendilerine mal edip kadınlara sadece geçemedikleri daracık yolları bıraktıkları için” ⁵ erkeklere kızmaya başlar. Saturna ise onun bu düşüncelerine pek de iç açıcı olmayan karşılıklar verir. Ara ara Tristana’yı memnun edecek cevaplar verse de her defasında konuşmanın sonuna doğru bocalayıp hâkim düşüncelere boyun eğer. Örneğin kadınların meslek sahibi olması hakkında şunları söyler: “Biz de o düzenbaz herifler gibi iş güç sahibi olsaydık, o zaman başka olurdu. Ama bakın, üstüne etek giyenler için ancak üç meslek mümkündür: izdivaç, ki bir tür meslektir; tiyatro oyuncusu olmak, ki bu da fena bir meslek sayılmaz... Üçüncüsünü ise söylemek istemiyorum, kendiniz anlayın” (s.33) Tristana itiraz ederek kendince seçenekleri çoğaltıp “rahibelik, ressamlık, yazarlık” gibi meslekleri de sayar fakat Saturna özellikle yazarlığa karşı çıkar; bu da en başta değindiğim “yaratıcı edimin erkeksiliği” meselesine karşılık geliyor. Tüm bunları düşünürken Tristana bir yandan da artık Don Lope’nin “esiresi” olmaktan kurtulması gerektiğini söyler. Ne zaman ve nasıl yapacağını bilmese de artık bu durum onu rahatsız etmeye başlar. Fakat Saturna’nın bu konudaki düşünceleri de oldukça tutucu ve Tristana için baltalayıcıdır: “Hürriyet, hanımefendi, hürriyettir esas olan, her ne kadar bu kelime kadınların ağzında güzel durmasa da. Gemi azıya alan kadınlara ne denir, bilir misiniz señorita? Serbest derler, serbest kadın. İtibarınızı korumak istiyorsanız, birazcık köleliğe razı gelmek şarttır.” (s.33) Ancak Tristana bunlara aldırış etmez. İnsanların gözünde “serbest kadın” olmayı umursamayarak Horacio adındaki adamla tanışır ve Don Lope’den gizlice onunla buluşmaya başlar. Horacio ressamdır ve geçmiş yaşantısı itibariyle de Tristana için oldukça ilgi uyandırıcı bir adamdır. Tanıştığı ilk yabancı adam olmasına rağmen Tristana henüz ilk günlerden başlayarak Horacio’nun “hayatının aşkı” olduğunu düşünür ve böylece ikisi, bir “aşk oyunu” oynamaya başlar. Homo Ludens’in yazarı Huizinganın bahsettiği türden bir oyundur bu; herkesin belli rolleri vardır ve bu roller çoğunlukla taklide dayalıdır. Tristana ve Horacio da karşılıklı âşık rollerini oynarlar. Birbirlerine nazik ve özenli davranır, romantik sözler söyler ve birlikte hayaller kurarlar. Devamlı olumlu resmedilen Tristana’nın aksine Horacio inişli çıkışlı bir karakterdir. Hiçbir zaman anlatıcı tarafından idealize edilmez. Zaman ilerler ve Tristana ile Horacio’nun aşkı büyür. Bu sırada Don Lope’den gizlice buluşmaya devam ederler, fakat Don Lope Tristana’da meydana gelen değişimi görünce durumu tahmin eder. Tristana’ya kendince tehditler yağdırsa da o aldırış etmez. Bu tehditler sadece onun aşağılık kompleksinin dışavurumudur. Artık yaşlanmış olan kendisini, genç ve güzel bir kadına layık görmüyordur içten içe ve Tristana’yı (onun üzerindeki hâkimiyetini) kaybetmekten korkar. Artık daha özgür düşünüyordur Tristana, üstelik yavaş yavaş resim yapmaya da başlar. Düşünce ve duyguları, eski esirelik hayatının acısını çıkarırcasına ivmelenerek gelişir. Cinsellik ve evlilikle ilgili de “Katolikçe olmayan” düşüncelere sahiptir; hiçbir koşulda evliliğe sıcak bakmaz. Evlenmeden de gayet tabii çocuk sahibi olunabileceğini savunur. “Hayallerimin erkeğinin kocam olmasına da razı gelemem, evlilikte bir mutluluk göremiyorum. Kendi üslubumca söyleyecek olursam, ben kendi kendimle evli olmak, kendi evimin direği olmak istiyorum.” (s.137) Wollstonecraft da Tristana’yı destekler nitelikte bir düşünceye sahiptir bu konuda: ona göre bir âşık ne kadar bilge ve erdemli de olsa uzun süre koca olarak kalamaz.⁶ Tristana da bunun farkındandır ve evliliğin aşkı öldüren ve özgürlüğü kısıtlayan bir işlevi olduğunu söyler. Bir zaman sonra, bazı dışsal sebeplerle birbirlerinden ayrı şehirlerde yaşamak zorunda kalır Tristana’yla Horacio. Bu süreçte birçok açıdan birbirlerine farklı bakmaya başlarlar. Devamlı mektuplaşırlar fakat eskisinden farklı bir noktaya evriliyordur ilişkileri. Özellikle Tristana, bu süreçte Horacio’yu kendi gözünde idealize eder ve onu tanrısallaştırır. Bir yerden sonra onu görme ve “kavuşma” isteği dahi kalmaz; çünkü Tanrı görünmezdir ve eğer görünürse insanların zihnindeki mükemmelliğini yitirir. Bir mektubunda şöyle yazar Tristana: “Yanıma gelme. Seni uzaktan seviyorum, yokluğunda seni göklere kadar yüceltiyorum. Sen benim Tanrımsın ve Tanrının kendisi gibi görünmezsin.” (s.202) Fakat ne yazık ki Horacio, Tristana’nın hayallerinde kalmaz; bir gün çıkıp gelir. Tristana ona kibar davranır fakat aralarının eskisi gibi olmadığı açıktır ve bir yerden sonra sohbetleri “yavanlaşır”; eski canlı ve şen âşıklardan eser yoktur. Tristana hakikaten de “ideal Horacio”yu gerçeğinden daha çok sevdiği için ona eskisi gibi yakın hissedemez kendini. Zaten genç bir kızın hayalleri gerçek olacak değildi ya! Hayatının küçük bir döneminde mutlu ve özgür yaşamış olan Tristana, en nihayetinde gerçekliğe “toslar”. Romantik hayaller yerini gerçeğe, Horacio ise yerini Don Lope’ye bırakır; her şey eskiye döner. Tristana Horacio tarafından ihanete uğramayı dahi soğukkanlılıkla karşılar, çünkü artık onun eski Horacio’su yoktur; dolayısıyla arzuladığı adam da yoktur. Zamanla ona Horacio’dan armağan kalan resim, müzik gibi uğraşlardan uzaklaşıp kendini kiliseye ve dinî törenlere verir; vaktinin çoğunu buralara harcar. Başladığı yere bir-iki ufak farkla geri dönmüştür. Eskiden evli olmadığı halde birlikte yaşayıp her açıdan köleliğini yaptığı Don Lope’ye artık resmi olarak “ait” olur. Ve ikisi de küçük burjuva hobileri edinip “belki de” mutlu olurlar. EK: *Yuhanna İncili 1/1: Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. ¹ Andrew Heywood, Siyasî İdeolojiler, Felix Kitap, çev. Levent Köker, s.261 ² a.g.e, s.265 ³ Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, İş Bankası Kültür Yayınları, çev. Deniz Hakyemez, s.68 ⁴ Nicole Bacharan, Kadınların En Güzel Tarihi, İş Bankası Kültür Yayınları, çev. Yonca Aşçı Dalar, s.139 ⁵ Benito Perez Galdoz, Tristana, Opera Yayınları, çev. Banu Karakaş, s.137 ⁶ Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, İş Bankası Kültür Yayınları, çev. Deniz Hakyemez, s.177
Tristana
TristanaBenito Perez Galdos · Opera Kitap Yayınları · 2021566 okunma
··
3.169 görüntüleme
Yasemin okurunun profil resmi
İspanyol edebiyatına olan merakınız dikkatimi çekiyor. İspanyol edebiyatına böylesine merak nereden geliyor acaba?
Zeynep Hilâl okurunun profil resmi
Önemli bir eser olduğu için Don Quijote'yi okumuş ve çok beğenmiştim, bu yüzden Cervantes'in diğer eserlerini de okumaya karar verdim. (Hiçbiri Don Quijote kadar başarılı olmasalar da fena değillerdi.) Sonrasında diğer kitapları ve yazarları da merak etmeye başlayınca okumalarımı bir sistematiğe oturtmaya karar verdim. Cervantes'le başlayan bir merak oldu yani. :)
2 sonraki yanıtı göster
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.