Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

232 syf.
·
Puan vermedi
“Yeniden dağıtsak kartları Altüst olsa dünyanın şartları” “Bu dünyadaki her trajedi küçük ve masum bir adımla başlar.” Büyük Hanım tanımadığı bir dünyayı görünce halini böyle tanımlıyor. Hepimiz hayatlarımızda belli rollere bağlıyızdır. İnsanın karakter düğümleri aile evinde atılır. Leyla ne yaş için ne de statü için bir sıfat istemeyen, yalnızca kendisine verilen adla var olmak isteyen bir kadın. Geniş bir bakışacısı, entellektüel bir birikimi ve yıllarını verdiği bir aile soyadının ruhunu taşıyordu. Ama kendisi Büyük Hanım, Leyla Hanım sözlerini hiç sevmezdi. O Leyla’ydı, yalnızca Leyla. Büyük Hanım’ın “Leyla” takıntısı ve Ali Yekta’nın gözündeki yalı sakinlerinin değerli takıntısı onlara biçilen kader rolleriydi. Ali Yekta benim için en etkili karakter olsa da her karakterde farklı bir yön var; hayatın görünen görünmeyen kişiliklerine dair. Kitap bir barınma sorunu ile başlıyor. İstanbul’ın deniz kıyısına en yakın gözlerin sahiplerine konuk oluyoruz bir anda. Bu yüzden yalılarla ilgili kısım oldukça etkileyici. Yalılar hep el değiştirir diyor yazar. Zaten bir değişimle de başlıyor. Gelenlerin ve gidenlerin hikayesine konuk olmaya başlıyoruz. Yalıda oturanların hep bir hikayesi vardır ve bu hikayeler toplumda bilinen hikayelerdir. Oysa her çatının altında kendine has bir hikaye vardır bu gecekondu olsa da... İşte Cihangir’e gelince Leyla da bu yüzden sendeliyor. Bilinen çatı hikayelerinden çok farklı şeylere şahit oluyor. İstanbul’un sokakları, evleri, semt sakinleri çok başkadır. Hepsi kendine özgü mücadeleleri taşır sokaklarında, evlerinde... Bu Leyla’nın tanımadığı bir dünyadır. Semtte oturanların çoğu semtin adının geldiği yeri bilmezdi belki ama onların karakteri ile tasvir edilen bir semt yapmışlardı burayı. Acaba kaç kişi Cihangir sokaklarını tanıdığı gibi ismini de merak etmişti “Cihangir ismi nereden geliyor?” diye düşünmüştü. Leyla’nın farkı burada başlıyordu. O, bu semti insanından değil, önce tarihinden öğrenmişti. Zaman tarihin ruhunu küflendirmeye çalışsa da bir yerde yazıyor birileri de okuyordu bu tarihi ve her yerin mutlaka özel bir hikayesi vardır. Tıpkı herkesin isminin hikayesi olduğu gibi. Cihangir, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem’in oğludur. Şehzade Cihangir için ruhen, duygusal bir karakter; fiziksel olarak da zayıf bir yapıya sahip olduğu yazar tarih kitaplarında. O kadar zarif ruhlu biriymiş ki çoğu Osmanlı hanedanı üyesi gibi o da şair olmayı seçmiş. Bazı kaynaklar adı yanında “Şemsî” mahlasını da kullandığını söylenir. Fakat genç yaşta öldüğü için şairliğine dair az şiir ve bilgi vardır. Öz olmayan ama özlerden daha yakın olan abisi Şehzade Mustafa ile bağları çok güçlüdür. Çünkü şehzade Cihangir’in fiziksel olarak bir kambur duruşu vardır. Öz kardeşler arasında alay konusu olan bu durum abisi Mahidevran’ın oğlu Şehzade Mustafa tarafından hiç kusur görünmezdi. Kardeşini korur kollardı. Her ailenin kaderindeki düğünler gelip onları da buluyor. Taht kavgalarının olduğu saraylarda kardeşlikte ebeveynlikte bir stratejidir ve bu yüzden kapalı kapıların dünyaya açılan yüzleri için trajediler trajedileri beslemiştir. Nahçıvan Seferi'nde Şehzade Mustafa babası Kanuni tarafından öldürtülür. Saray dedikoduları en yüksektekini padişahı dahi oğluna düşman eder. Mustafa’nın öldürülmesinden çok etkilenen Şehzade Cihangir bir süre sonra akli dengesini kaybetmeye başlar ve hastalanır; kısa bir süre sonra da ölür. Zarif bedeni bunu kaldıramaz. Şimdi adına yapılan yapılar ve anılmalar da ebeveynlerinin gücündedir. Her ferdin ailesi izidir. Hürrem’in izini de görüyoruz evladı üzerin ve Leyla’nın da üzerinde bir anne kaderi var. Evet Cihangir, Beyoğlu'nda bulunan bu semtin isminin sahibi, saray eşrafından bir şehzade böyle bir hayatın kısa yolcusu olmuştur. Ölümünden sonra Şehzade Cihangir Cami’sini babası Kanuni Mimar Sinan’a yaptırmıştır. Mimar Sinan bu Cami için çıraklık dönemi eserim diyecektir. Bir yanda öldürülen evlat bir yanda yası tutulan evlat olmuştur. Livaneli olunca söz konusu tarihin bir yerlerinden öylece geçmek olmuyor. İlla bir farkındalık bir kesişim noktası bulunacak. Leyla’nın konak hayatından sonra böyle bir semte gelmiş olması da kendi aile geçmişinin olayları da manidardır. Şu an hali hazırda dünyanın her yerinde bir göç krizi var. Avrupa’nın göbeğinde bile semalarda bombalar uçuşuyor. Kimse doğduğu evde ölmüyor. İnsan kuş misali bir burda bir dünyanın öte ucunda. Şavaş da olsa insanın kendine has duyguları beklenmedik zamanlarda kendini gösteriyor. İnsan savaşta veya sürgünde aşık olabiliyor. Dertlerle boğuşan insana başka dertler de yüklenebiliyor. Millet, din, dil, ırk gönül söz konusu olunca teslimiyetten başka bir yol bulmuyor. İşte masum küçük şeyler büyük şeylere dönüşüyor. Rukiye sahne adı ile Roxy (aile travması) ile, Gazeteci Yusuf (hayal ürünüdür diye kamu spotu eşliğinde okunacak karakter) ile, Gelin Nazan (zengin koca, rahat hayat, geçmişe sünger bol bol gördüğümüz dizi karakteri) ile, Büyük projesi oğlu olan Ali Yekta (günümüz ben yapmadım çocuğum yapsın, yaşasın ebeveyni) ile, Dayatılan hayata zorlanan Ömer (Ömer’in küçüklük anıları kırmızu oda da Doktor Hanım’ın “meğer içine ne çok şey sığdırmışsın” demelik travmalardı.) ile, Leyla’sı (Yalnızca Leyla) ile, Dağlılar (mahalle eşrafı) ile dolu dolu bir kitap. Hayata dokunmuş Livaneli. Her zümreye bir selam vermiş. Ülkelerle bağlar kurmuş. Deniz sevdası var Livaneli’nin. Gemilere zaafı var. Özellikle denizlerimize sığınan gemilerin hikayelerini seviyor. Onların gelip gitmediğini bir iz bıraktığını hatırlatıyor. Livaneli’den tarih dinlemek çok güzel olurdu. Subay Akın gibi ince yerlerde geziyor. İnsanların bilinmeyen yerlerinde bir gözlem yapıyorlar. Barınmak bu dünyada üç beş gün Her an her şeye hazır olarak Hiçbir şeyi sahiplenmeden bekçilik yaparak Çoğu zaman bekçiliğini devredertmeyi düşünerek Çoğu zaman da bu beklentileri aniden kaybederek Yaşamak bir gemide yolculuk yapar gibi Limanı belirsiz bir rotada savrularak Her an nefes almak için yaşayan insanlar olmak Değişmeyi kayıplarla öğrenerek... Yaşamak düne özlem yarına merak şimdiye ihanetle... Sayılı bir zamanı sürgünde yaşayarak Geçip gidiyor ömürler... Aniden değişse kartlar ve hiç bilmediğine tanıdık olsa insan... İşte çizilen sınırlar, hesaplanan madenler, büyüyen sanayiler, gelişen medeniyetler... hepsi insan kanıyla besleniyordu. Ve tüm bunlar kan dökülünce aynı dünyanın insanı olmaya aday insanların sınır göçleri ile son buluyordu. Yaşadığı yerde hunharca öldürülüyorlar ya da kaçtığı yerde mülteci olarak statüsüz kalarak ve artık değişmeye başlayarak yeni kartını yaşıyor insanlar. Keyifli ve okudukça tanıdık bir o kadar başka gözden anlatıldığı hissettirilen bir kltap. Kozmopolit bir ülke olduğumuzu hatırlatıyor. Kimler geldi kimler geçti... Keyifli okumalar!
Leyla’nın Evi
Leyla’nın EviZülfü Livaneli · İnkılap Kitabevi · 202128,4bin okunma
·
569 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.