Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Önceleri ona özel bir ilgi göstermiyordum, ama zamanla, nedendir bilmem, bende merak uyandırmaya başladı. Goryançikov’da esrarlı bir şey vardı. Onu karşınıza alıp sohbet etmek mümkün değildi. Gerçi sorularıma her vakit, hatta bunu önemli bir ödev sayıyormuş gibi karşılık verirdi, ama ben aldığım cevapların ardından başka bir şey sormaya çekinirdim; üstelik bu gibi konuşmalardan sonra adamcağızın yüzünde bir çeşit ıstırap, yorgunluk belirirdi. Hiç unutmam, güzel bir yaz akşamı birlikte İvan İvaniç’ten dönüyorduk. Birdenbire Goryançikov’u bir sigara içmek için evime çağırmak aklıma geldi. Yüzünde beliren dehşet ifadesini tarif edemeyeceğim, basbayağı afallayıp birtakım saçma sapan sözler kekelemeye, sonra da bana nefret dolu bir bakış atarak aksi istikamete doğru kaçmaya başladı. Şaşırdım. O günden sonra Goryançikov, her karşılaşmamızda bana adeta korkarak bakmaya başladı. Ama ben yılmadım. Zira içimde beni ona çeken bir şey olduğunu hissediyordum; bir ay sonra, durup dururken Goryançikov’un evine gittim. Tabii bu hiç de yakışık alır, ince bir davranış değildi. Goryançikov şehrin ta öbür ucunda, veremli kızı ve evlik dışı doğmuş güzel, şen bir kızcağız olan on yaşlarındaki torunuyla birlikte yaşayan, eşraftan bir kocakarının evinde kiracıydı. İçeri girdiğim zaman Aleksandr Petroviç kıza okuma dersi veriyordu. Beni görünce, suçüstü yakalanmış gibi şaşırdı. Fena halde bozuldu, oturduğu sandalyeden fırladı, bana dik dik bakmaya başladı. Nihayet ikimiz de oturduk; Goryançikov, bambaşka, esrar dolu bir anlam gizlendiğinden şüphelenirmiş gibi dikkatle bakışlarımı izliyordu. Aklını oynatma derecesinde evhama kapıldığını anladım. Bana öfkeyle, handiyse, “Buradan ne zaman defolup gideceksin be adam?” dercesine bakıyordu. Bizim kasabadan, günlük havadislerden söz açmaya başladım, ama o hiç konuşmuyor, sadece nefretle gülümsüyordu; adamcağızın herkesçe bilinen en basit şehir havadisini bilmek şöyle dursun, bunlarla hiç ilgilenmediği de belliydi. Ben de bölgemiz ve ihtiyaçları konusuna geçtim; hiç sesini çıkarmadan beni dinleyen Goryançikov, gözlerimin içine öyle garip bakıyordu ki, doğrusu konuşmamdan adeta utandım. Yine de onu, postadan aldığım, elimdeki yeni kitap ve dergilerle az kaldı baştan çıkaracaktım; daha sayfaları kesilip açılmamış olan kitapları ona vermeyi teklif ettim. Goryançikov bunlara açgözlülükle baktıysa da hemen niyetinden vazgeçti ve işinin çokluğunu bahane ederek teklifimi reddetti. Sonunda onunla vedalaştım ve dışarı çıkar çıkmaz kalbimden ezici bir ağırlığın kalktığını hissettim. Kendini bütün dünyadan mümkün olduğu kadar saklamayı amaç haline getiren bu adamı rahatsız etmeyi çok budalaca bulmuş, utanmıştım. Ama olan olmuştu bir kere. Odasında hemen hemen hiç kitap görmediğimi hatırlıyorum; şu halde, Goryançikov’un çok okuduğu hakkındaki söylentiler doğru değildi. Gene de bir iki kere, gecenin geç vaktinde evinin önünden arabayla geçerken pencerelerinde ışık görmüştüm. Şafak sökene kadar oturarak ne yapıyordu acaba? Bir şey mi yazıyordu? Böyleyse yazdığı şeyler ne olabilirdi? Bazı sebeplerden şehrimizden üç ay kadar uzaklaşmak zorunda kaldım. Kışın döndüğümde, Aleksandr Petroviç’in sonbaharda öldüğünü öğrendim. Tek başına ölmüş, bir kere olsun doktor çağırmamıştı. Şehirde onu hemen unuttular. Evi de boş duruyordu. Kiracısının en çok neyle uğraştığını, bir şey yazıp yazmadığını öğrenmek amacıyla derhal ev sahibiyle ahbap oldum. Kadın, yirmi kapik karşılığında, bana rahmetliden kalma bir sepet dolusu kâğıt getirdi. İhtiyar kadın, bunlardan başka, iki defteri olduğunu söyledi. Asık suratlı, az konuşan, ağzından doğru dürüst laf alınması mümkün olmayan bir kadındı. Kiracısı için yeni bir şey söylemedi. Anlattığına göre, Goryançikov hiçbir zaman bir şey yazmıyor, aylarca eline kağıt kalem almıyormuş; bununla beraber, geceleri odasında dolaşır, bir şeyler düşünür, hatta bazen kendi kendine konuşurmuş. Torunu Katya’yı çok severmiş; hele çocuğun adının Katya olduğunu öğrendikten sonra daha çok ilgilenmeye başlamış, çünkü her yıl Katerina Günü’nde kiliseye giderek birisi için matem ayini yaparmış. Misafire hiç katlanamazmış; sokağa ancak ders vermek için çıkarmış. Haftada bir odasını, şöyle bir üstünkörü bile olsa temizlemeye gelen ev sahibi kocakarıya yan yan bakarmış ve üç yıllık kiracılığı süresince onunla hemen hemen hiç konuşmamış. Katya’ya öğretmenini unutup unutmadığını sordum. Küçük kız bir şey söylemeden baktı, sonra duvara dönerek ağlamaya başladı. Demek ki, bu adam tek bir insana olsun kendini sevdirebilmişti. Kâğıtlarını alıp götürdüm ve bütün günü onları karıştırmakla geçirdim. Bu kâğıtların dörtte üçü birtakım önemsiz kâğıt parçalarıyla, öğrencilerin güzel yazı ödevleriydi. Ama aralarında oldukça kalın, ufak yazılarla yazılmış ve bitirilmemiş, muhtemelen yazanın bir kenara atıp unuttuğu bir defter vardı. Bu, birbiriyle bağlantısı olmayan bölümler halinde yazılmış olmakla birlikte, Aleksandr Petroviç’in on yıllık sürgün hayatının hikâyesiydi. Hikâyenin arasına yer yer başka hikâyeler sokulmuştu; bunlar, sanki bir mecburiyetle, sinir gerginliği anlarında yazılmış garip, korkunç anılardı. Bu parçaları birkaç defa okuduktan sonra, delilik halinde yazıldığına aşağı yukarı kanaat getirmiştim. Fakat Goryançikov’un, müsveddesinin bir yerinde “Ölüler Evinden Sahneler” adını verdiği sürgün anılarına o kadar kayıtsız kalamadım. Yepyeni, o ana kadar hiç bilmediğim bir âlem, bazı olayların garip özellikleri, mahvolmuş bir kitleye ait bazı özel notlar beni pek sarmıştı; bazı kısımları merakla okudum. Tabii bunların ilgi çekiciliği üzerinde yanılmış olabilirim. Deneme için önce iki üç bölüm seçiyorum; hükmü okuyucular versin…
·
260 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.