Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

I: Hastane Bayram haftası biter bitmez hastalandım ve askeri hastanemize gönderildim. Hastane, kaleden yarım verst ötede, öbür binalardan ayrı, uzun, tek katlı, sarı boyalı bir yapıydı. Yazları onarılırken dehşetli sarı boya harcanırdı. Hastanenin kocaman avlusunda eklenti binalarla lojmanlar ve diğer hastane pavyonları bulunuyordu. Merkez binasında yalnızca koğuşlar vardı. Koğuş sayısı çok olmasına rağmen, mahpuslara yalnız iki tanesi ayrılmıştı; bunlar da, hele yazın o kadar dolardı ki, çoğu zaman yatakları birbirine bitiştirmek gerekirdi. Koğuşlarımızı dolduran “zavallılar” çeşit çeşitti. Bizim mahpuslar, çeşitli askeri tutukevlerinde bulunan tutuklular, hüküm giyiniş ve henüz giymemişler, sürgünler, inzibat bölüğündekiler, hepsi buradaydı; bu inzibat bölüğü pek garipti, taburlardan ıslah olmaları için, suç işlemiş ve mimli askerler gönderilir, ama iki üç yıl sonra, eşine az rastlanır hergeleler olarak ayrılırlardı. Hastalanan mahpuslarımız, âdete göre, sabahleyin başçavuşa rahatsız olduklarını haber verirlerdi. Böylece deftere yazıldıktan sonra bu defterle, bir de muhafızla birlikte tabur revirine gönderilirlerdi. Burada da doktor, kale içerisindeki bütün askeri birliklerden gelen hastaları ön muayeneden geçirerek gerçekten hasta bulduklarını hastaneye gönderirdi. Beni de deftere yazmışlardı; saat ikiye doğru, arkadaşlar yemekten sonra işe gidince, ben de hastaneye yollandım. Hasta bir mahpus, daima yanında alabildiği kadar para ve ekmek götürürdü, çünkü hastaneye girdiği gün ona hemen tayın çıkmazdı; ayrıca küçük bir çubukla bir torbacık içinde tütün, çakmaktaşı da alırdı. Bunlar büyük bir dikkatle kunduraların içine saklanırdı. Hapishane hayatımızın henüz bilmediğim bu yüzüne oldukça merak duyarak hastane avlusuna girdim. Ilık, puslu, hüzünlü bir gündü; yani hastane gibi kuruluşların en meşgul, sıkıcı, tatsız olduğu günlerden biriydi. Muhafızla birlikte, içinde iki tane bakır küvet olan bekleme odasına girdik; benim gibi muhafızlarla birlikte gelen iki mahkûm daha oturmuş bekliyordu. İçeriye bir sıhhiye çavuşu girdi, tembel ama ezici bir bakışla bizi süzdü ve daha tembelce bir hareketle nöbetçi doktora haber vermeye gitti. Nöbetçi doktor hemen geldi, gayet nazik bir tavırla bir muayene edip hepimize üstünde adlarımızın yazıldığı birer kâğıt verdi. Hastalığın bundan sonraki seyri ve ilaç, yemek vesairenin sağlanması işleriyle mahpus koğuşlarına bakan doktor ilgilenecekti. Daha önceden, mahpusların hekimlerini öve öve bitiremediklerini biliyordum. Hastaneye gitmeden soruşturduğumda bana, “Öz babadan yakın!” diye karşılık vermişlerdi. Neyse, üstümüzü değiştirdik. Geldiğimiz vakit üzerimizde bulunan elbise ve çamaşırları alıp hastane çamaşırları giydirdiler; ayrıca uzun çorap, terlik, takke ve astarı keten mi, yoksa yakı bezi mi olduğu anlaşılmayan, kalın, boz renkli çuhadan uzun birer sabahlık verdiler. Yalnız son derece kirli nesneler olduğu belliydi; bunu da ancak koğuşuma yerleştikten sonra anladım. Sonra bizi çok uzun, yüksek tavanlı, temiz bir koridorun öbür ucundaki mahpuslar koğuşuna götürdüler. Görünüşte temizlik tatminkârdı; ilk bakışta her şey parlıyor gibiydi. Belki de hapishaneden sonra bana öyle gelmişti. İlk mahpus soldaki, ben de sağdaki koğuşa gittik. Demir sürgüyle sürgülenmiş kapının önünde tüfekli bir nöbetçi, yanında da bir yardımcı nöbetçi duruyordu. Hastane karakolunun çavuşu benim içeri alınmam için emir verdi, kendimi iki duvarı boyunca yirmi iki yatak sıralanmış, uzun, dar bir odada buldum; üç dört yatak boştu. Yeşile boyalı tahta karyolalar, Rusya’da herkesçe bilinen, her ne hikmetse tahtakurusu asla eksik olmayan cinstendi. Pencerelerin bulunduğu tarafın bir köşesine yerleştim. Demin söylediğim gibi, burada bizim hapishanenin mahpusları da vardı. Bazıları beni tanıyordu, hiç olmazsa göz aşinalığımız vardı. Henüz hüküm giymemiş olanlarla inzibat bölüğündekiler çoğunluktaydı. Ağır hastalar, yani yataktan kalkamayacak gibiler oldukça azdı. Geriye kalan hafif hastalar ya da iyileşmiş olanlardan kimi yataklarında oturuyor, kimi iki karyola arasındaki gezinecek kadar yerde dolaşıyorlardı. Koğuştagayet ağır, hastanelere mahsus bir koku vardı. Vücutlardan yayılan birtakım kötü kokularla ilaç kokuları, odanın bir köşesinde sabahtan akşama kadar soba yanmasına rağmen, koğuşun havasını berbat etmişti. Yatağımın üzerine serilmiş olan çizgili örtüyü kaldırdım. Altta teyellenmiş bir keten çarşafla bir battaniye, temizliği şüpheli bir kat çamaşır vardı. Yatağın yanında, üzerinde bir maşrapayla bir alüminyum kaşık olan ufak bir masa duruyordu. Bunlar, âdet yerini bulsun diye verilen ufak bir peşkirle örtülüydü. Masanın alt kısmında bir raf vardı; çay içenler çaydanlıklarıyla kvas testilerini buraya koyuyordu, ama hastalar arasında çay içen azdı. Çubukla tütün kesesiyse, veremlilere varıncaya kadar, hemen herkeste vardı ve bunları döşeklerin altına saklıyorlardı. Doktorların da, diğer üstlerin de herhangi bir arama yaptıkları yoktu zaten; hatta bir kimseyi tütün içerken görseler bile görmezden gelirlerdi. Bununla beraber, hastalar da ihtiyatı pek elden bırakmaz, tütün içmek için sobanın yanına giderlerdi. Ancak geceleri yatakta içiyorlardı; ara sıra koğuşlara şöyle bir uğrayan hastane karakol subayı haricinde geceleri pek dolaşan yoktu. O vakte kadar hiç hastanede yatmadığımdan, çevremdeki her şey benim için bir yenilikti. Koğuşta biraz merak uyandırdığımı fark etmiştim. Hakkımda birkaç şey işitmişlerdi ve beni teklifsizce, hatta biraz yukarıdan aşağı, okullarda yeni gelen öğrenciye ya da resmi bir dairede elinde istidasıyla dolaşan bir ricacıya bakar gibi süzüyorlardı. Sağımda yazıcı bir tutuklu yatıyordu; emekli bir yüzbaşının gayrimeşru oğluydu. Kalpazanlık suçundan yargılanıyordu ve hiçbir hastalığı olmadığı halde, doktorlar anevrizması olduğuna inandıklarından bir yıla yakın bir zamandan beri burada yatıyordu. Sonuçta istediği olmuştu; hem sürgünden, hem dayak cezasından yakayı sıyırdığı gibi, bir yıl sonra da T.’ye bir hastaneye yerleştirilmek üzere gönderildi. Yirmi sekiz yaşlarında, tıknazca, gürbüz bir delikanlıydı; kanundan anlayan, dehşetli bir madrabaz, laubali, kendine güvenen, aşırı derecede onurlu bir adamdı. Kendini ciddi ciddi dünyanın en doğru, en namuslu adamı olduğuna, hiçbir suç işlemediğine inandırmış, bu inancına da ömrü boyunca bağlı kalmıştı. Benimle ilk konuşan o oldu. Merakla şunu bunu sormaya başladı; oldukça ayrıntılı bir şekilde, hastanenin sözde uygulanan nizamlarından söz açtı. Tabii her şeyden önce bana bir yüzbaşı oğlu olduğunu bildirdi. Soylu ya da hiç olmazsa “kibar sınıftan” görünmeye pek hevesliydi. Bunun arkasından inzibat bölüğünden bir hasta gelerek, bana daha önce sürgüne gelmiş soyluları bir bir adlarını söyleyerek tanıdığını anlattı. Bu saçı başı ağarmış bir askerdi, yalan söylediği yüzünden belliydi. Adı Çekunov’du. Besbelli beni paralı sandığı için yaltaklanıyordu. Çayla şeker paketimi görünce, hemen bana bir çaydanlık bulup çay kaynatma teklifinde bulundu. Çaydanlığı arkadaşım M. yarın hapishaneden hastaneye çalışmaya gelecek bir mahpusla göndereceğine söz vermişti. Şimdilik işi Çekunov idare ediverdi. Tencere gibi bir şey, hatta bir fincan da bulup suyu kaynattı, çayı demledi; kısacası öyle bir gayretle hizmete girişti ki, derhal hastalardan birinin oldukça acı birkaç alayıyla karşılaştı. Karşımda yatan, Ustyantsev adlı bu adam veremdi. Ustyantsev cezadan korkarak, içinde tütün erittiği şarabı içmiş, bu yüzden de verem olmuştu; bu olaydan daha önce de söz etmiştim. Ustyantsev, o zamana kadar sessizce yatarak güçlükle soluyor, dikkatli dikkatli ve ciddi ciddi beni inceliyor, bir yandan da tiksintiyle Çekunov’u gözlüyordu. Tabii olmayan, kederli ciddiyeti, öfkesine bir çeşit komiklik veriyordu. Sonunda dayanamadı: — Şu uşağa bak! İşte bir efendi buldun! Kesik eksik, heyecandan boğulan bir sesle konuşuyordu. Hayatının son günlerini yaşıyordu. Çekunov öfkeyle ona döndü. Ustyantsev’i hakaret dolu bir bakışla süzerek: — Kimmiş o uşak? dedi. Öteki, sanki tek işi Çekunov’u azarlamakmış gibi, kendine güvenen, tok bir sesle: — Sensin uşak! diye karşılık verdi. — Benim ha? — Tabii sensin. Şuna da bakın hele millet, bir de inanmıyor! Şaşıyor! — İyi ama, sana ne oluyor? Beyler tek başlarına elleri kolları bağlı gibi olur. Hizmetçisiz yapamazlar, alışmamışlardır. Onlara hizmet etsek ne olur, kıllı suratlı soytarı! — Kimmiş o kıllı suratlı? — Sensin! — Kıllı suratlıyım, ha? — Ne sandın ya? — Sen çok mu yakışıklısın peki? Hadi ben kıllı suratlıyım, ama senin yüzün de… karga yumurtasından farksız. — Kıllı suratlısın ya! Tanrı bile unutmuş seni, yat da geber! Ona buna sataşma! El âleme neden çatıp duruyorsun? — Neden mi? Boyun eğeceksem çarığa değil, kunduraya eğerim. Babam boyun eğmedi, bana da vasiyet etti. Ben… ben… Sözüne devam etmek istedi. Ama birdenbire kan tükürerek, birkaç dakika süren müthiş bir öksürük nöbetine tutuldu. Az sonra da dar alnını soğuk, mahvedici ter damlaları kapladı. Öksürüğü engel olmasa Ustyantsev daha da söylenecekti, çatıp kavga etmeyi ne kadar istediği gözlerinden belliydi. Ama halsizliğinden ancak elini sallayabiliyordu… Çekunov’sa artık onu unutmuştu bile. Veremlinin bu öfkesinin Çekunov’dan çok bana yöneltilmiş olduğunu hissetmiştim. Birkaç kapik kazanmak hevesiyle yaltaklanan Çekunov’a kimse ne kızacak, ne de hor görecekti. Bunu yalnızca para hatırına yaptığını herkes anlıyordu. Bu tür hizmetler karşısında basit halk fazla duygusal değildir; üstelik hizmetin ne için yapıldığını anlamakta hiç güçlük çekmezler. Ustyantsev benden, çay içişimden, prangalı olduğum halde bey gibi duruşumdan, beyler gibi hizmetçisiz yapamayışımdan hoşlanmamıştı; oysa ben kimseyi çağırmamış, uşak falan da istememiştim. Doğrusu, tam tersine, ben her vakit her işimi kendim görmek istiyor, hatta işe alışmamış, nazlı bir kibar durumuna düşmemeye çabalıyordum. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim ki, bu benim için biraz da onur meselesiydi. Ama nedense, karşıma mutlaka birtakım gönüllü hizmetkârlar, uşaklar çıkıyordu; hem hizmetime girdikten sonra, ben onların değil, onlar benim efendim durumuna dönüştükleri halde, görünüşte ben adamsız yapamayan, işe alışmamış bir beydim. Tabii buna fena halde içerliyordum. Ama Ustyantsev veremli, sinirli bir adamdı. Öbür hastalarsa aldırışsız, hatta biraz kibirli bir tavır almışlardı. O sıralarda hepsini ilgilendiren bir olay olduğunu hatırlıyorum: Mahpusların aralarındaki konuşmalardan, şu dakikada dayak cezasını çekmekte olan bir mahpusun gece bizim koğuşa getirileceğini öğrendim. Mahpuslar yeni geleni biraz da merakla bekliyorlardı. Gerçi söylediklerine göre, cezası hafifmiş, yalnızca beş yüz. Yavaş yavaş etrafımı gözden geçirmeye başladım. Anlayabildiğim kadarıyla burada en çok, bu bölgede sıkça rastlanan iskorbüt ve göz hastalıklarından yatılıyordu. Birkaç kişi bu hastalıklardan koğuşumuzdaydı. Diğerleri, hem de gerçekten hasta olanlar arasında sıtmalılar, yaralılar, göğsünden rahatsız olanlar vardı. Burası öteki koğuşlar gibi değildi: Zührevi hastalıklara varıncaya kadar türlü hastalığa rastlanırdı. Hastalardan söz ederken, gerçekten hasta olanlar diyorum, çünkü bazıları buraya sapasağlam olmalarına rağmen, şöyle bir “istirahat etmek” için gelirlerdi. Doktorlar da böylelerine acıdıklarından göz yumarlardı; özellikle boş yatak sayısı çok olduğu zamanlarda. Askeri tutukevlerinde ve hapishanelerdeki hayat hastanedekine kıyasla o kadar berbattı ki, mahpusların çoğu, koğuşların havasının fena, kapılarının daima kapalı olmasına bakmadan, seve seve buraya yatmaya gelirdi. Hatta hastanede yatıp kalkıp burada yaşamanın heveslileri de vardı; bunların çoğu inzibat bölüğündendi. Yeni arkadaşlarımı merakla inceliyordum; hatırladığıma göre en fazla ilgimi çeken, hapishanemizden gelmiş, ölüm döşeğinde bir veremli olmuştu. Ustyantsev’den bir yatak ötede, yani hemen hemen karşımda yatıyordu. Adı Mihaylov’du; daha iki hafta önce onu hapishanede görmüştüm. Hastalığı yeni değildi, yalnız tedavisine çok geç başlanmıştı; fakat Mihaylov kendine vergi bir inatçılık ve yararsız bir sabırla hastalığıyla savaşıyor dayanmaya uğraşıyordu. Ancak bayramdan hemen önce, sanki korkunç veremi onu üç hafta içinde ateşte kavurarak öldürsün diye hastaneye gitmişti. Mihaylov’un son derece değişmiş yüzüyle karşılaşır karşılaşmaz dehşetle irkildim, hapishaneye gelişimde dikkatimi çeken ilk yüzlerdendi onunki. Nedense, gözüm ona takılmıştı. Mihaylov’un bir yanında inzibat bölüğü askerlerinden biri, öbür yanındaysa ihtiyar, iğrenç derecede pasaklı bir adam yatıyordu… Ama hastaların hepsini sayacak değilim… Bu kocamış ihtiyarı sırf o an üzerimde bıraktığı tesir ve bir dakikada mahpus koğuşunun bazı özellikleri hakkında bana oldukça dolgun bilgi verdiği için hâlâ hatırlıyorum. Hatırımda kaldığına göre, adamcağız o sırada fena halde nezleydi. Boyuna hapşırıyordu, tam bir hafta, uyku arasında bile hapşırdı durdu; hapşırıkları da birdenbire kopan beşerlik, altışarlık nöbetler şeklindeydi. İhtiyarsa, her defasında hiç değiştirmeksizin, “Hey Tanrım, nasıl cezadır bu!” diye söylenip duruyordu. O dakikada yatağının içinde oturmuş, daha güçlü, daha sert hapşırabilmek için, burnunu hırsla, bir kâğıttan aldığı enfiyeyle doldurmaya çalışıyordu. Belki yüz kere yıkanmış kareli ve rengi tamamıyla solmuş, kendi malı olan basma bir mendile hapşırıyordu. Aksırırken ufak burnu tuhaf bir şekilde buruşuyor, sayısız ince kırışıklıklarla doluyor, dudaklarının arasından kırmızı, salyaya bulanmış diş etleriyle, kocaman, kararmış dişlerinin kırık parçaları görünüyordu. Hapşırması bitince mendilini açarak, içinde bol bol toplanmış balgamını dikkatli dikkatli incelemeye başlar, sonra da balgamları hemen boz renkli beylik sabahlığa silerdi. Böylelikle sabahlığın üzerinde balgamlar, mendildeyse sadece bir ıslaklık kalırdı. Tam bir hafta böyle yaptı. Kendi mendilini, beylik sabahlık zararına bu kadar miskince, pintice sakınması hastalar arasında hiçbir itiraz uyandırmıyordu; oysa hepsinin sabahlığı sırtına geçirme ihtimali vardı. Ne var ki, basit halk tabakamız garip denecek derecede bu tiksinti ve iğrenme duygularından yoksundur. Bu manzara beni öyle etkilemişti ki, tiksinti, merak dolu bir bakışla, üstümdeki sabahlığı incelemeye koyuldum. Keskin kokusu daha önce dikkatimi çekmişti zaten; sabahlık üzerimde ısındıkça, içindeki ilaç, yakı ve sanırım irin kokuları gittikçe kuvvetleniyordu, ama bunda şaşılacak bir şey yoktu, çünkü bu sabahlık kim bilir kaç yıldır hastaların sırtındaydı. Belki astar bezinin sırta gelen kısmı arada bir yıkanıyordu, ama bundan da pek emin değildim. Bildiğim bir şey varsa o da bu astarın şimdi türlü türlü nahoş mayi, ilaç, ezilmiş sineklerin özsuları vesaireden dolayı fena halde kokmasıydı. Üstelik mahpus koğuşlarına sık sık dayak yemiş, sırtları kan içinde gelen mahkûmlara, türlü türlü mayilerle birtakım pansumanlar yapılırdı yani yaş gömleğin üstüne giyilen sabahlığın bozulmaması imkânsızdı; her şey üzerinde kalıyordu. Hapishanede kaldığım süre içinde her hastaneye gidişimde (bu hayli sık oluyordu), sabahlığı ürkek bir kaygıyla üstüme geçiriyordum. En hoşuma gitmeyen şey, bu sabahlıklar üzerinde bazen rastlanan iri iri, pek semiz bitlerdi. Mahkûmlar bunları zevkle idam ederlerdi; kalın, biçimsiz mahkûm tırnağıyla ezdiği bitin çıtırtısını işitince, celladın yüzünde beliren ifadeyi görmek, aldığı zevkin derecesini anlamaya yeterdi. Tahtakurularına da fena halde tutkunduk; bazen uzun, sıkıcı kış gecelerinde bütün koğuş bir olarak onları yok etmeye kalkıyorduk. Koğuşun ağır havası bir yana, görünüşte her şey az çok temizdi, ama iç temizliğimiz, yani temizliğimizin “astarı” hiç de övünülecek gibi değildi. Hastalar buna alışmıştı, hatta böyle olması gerektiğine inanıyorlardı; zaten hastane nizamları da temizliğe pek elverişli değildi. Ama bu nizamları daha sonra anlatacağım… Çekunov bana çay getirirken (söz arasında şunu da söyleyeyim ki, çay koğuşa yirmi dört saat için getirilen ve ağır havada çabucak bozulan suyla kaynatılmıştı) kapı gürültüyle açıldı ve içeriye birkaç muhafızla dayak cezasından çıkmış asker girdi. Cezalandırılan bir adamı ilk defa görüyordum. Bunun gibilerini sonraları sık sık getirdiler (hatta cezası ağır olanlar sedyeyle getiriliyordu), bu durum da her defasında öbür hastalar için büyük bir eğlence oluyordu. Geleni yüzlerinde aşırı bir sertlik ifadesiyle, hatta zoraki bir ciddiyetle karşılarlardı. Gerçi bu karşılama az çok suçun önemine, dolayısıyla da cezanın miktarına bağlıydı. Çok dayak yiyen ve “azılı cani” diye tanınmışlar, şimdi koğuşumuza gelen asker kaçağı acemi erden daha fazla saygı, itibar görürlerdi. Ama bütün bu gelenler için koğuştakiler ne fazla üzülürler, ne de onları sinirlendirecek herhangi bir fikir ileri sürerlerdi. Zavallıya sessizce yardım edilir ve pek bitkin düşmüş olan adamdan bakım, dikkat esirgenmezdi. Sıhhiye çavuşları, dövüleni tecrübeli, usta ellere teslim ettiklerini bilirlerdi. Tedavi etmek, hele cezayı yiyen kendisi bunu yapabilecek durumda olmadığı zaman, parçalanmış sırtı soğuk suya batırılmış çarşafla sararak mahkûm gömleğini giydirmek, bir de büyük bir ustalıkla, dövülenin sırtında kırılan değneklerin kıymıklarını yaralardan çıkarmaktı. Bu son işlem hastalar için pek can acıtıcı oluyordu. Cezalandırılanların acılara karşı gösterdikleri olağanüstü dayanıklılık beni şaşkınlığa düşürürdü. Bunlardan pek çoğunu gördüm, bazıları pek kıyasıya dövülmüşlerdi, ama hemen hemen hiçbirinin ağzından bir inilti dahi çıkmazdı! Sadece yüzlerindeki ifade değişir, renkleri uçar, alev alev yanan gözlerinde dalgın, ıstıraplı bir ifade görünür; dudakları da öyle titremeye başlardı ki, biçareler dayanmak için kanatıncaya kadar ısırmak zorunda kalırlardı. Koğuşumuza giren asker yirmi üç yaşlarında, sağlam yapılı, iri pazılı, güzel yüzlü, uzun, ince, esmer tenli bir delikanlıydı. Sırtı adamakıllı dövülmüştü. Yarı beline kadar çıplaktı, omuzlarına çocuğu sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titreten yaş bir çarşaf atılmıştı. Bir buçuk saat kadar koğuşta bir aşağı bir yukarı gezindi. Dikkatle yüzüne bakıyordum: O dakikada hiçbir şey düşünmüyor gibiydi ve hiçbir yerde dikkatle durmadan sürekli dönen gözlerinin tuhaf, vahşi bir bakışı vardı. Bana, çay fincanıma bakıyormuş gibi geldi. Çay sıcaktı, fincandan buharlar çıkıyordu. Zavallı adam da donmuştu, tir tir titrerken dişleri birbirine çarpıyordu. Onu çaya buyur ettim. Bir şey söylemeden sert bir dönüşle yanıma geldi. Fincanımı aldı, çayı ayakta, şekersiz içti; içerken acele ediyor, bir yandan da bana bakmamaya çalışıyordu. Çayını bitirince, bir şey söylemeden fincanı masaya bıraktı, başıyla bile teşekkür etmeden gene koğuşta mekik dokumaya devam etti. Konuşacak ya da başını sallayacak durumda değildi ki! Öteki mahpuslara gelince, nedense hepsi de ceza yemiş neferle konuşmaktan kaçınıyorlardı; tam tersine, baştan yardım ettikten sonra, şimdi sanki bile bile onunla ilgilenmemeye başlamışlardı. Belki böylelikle onu daha rahat bırakmak, ilgileriyle, birtakım sorularla rahatsız etmemek istiyorlardı. Çocuk da bundan memnundu galiba. Derken, ortalık karardı, gece lambasını yaktılar. Bazı mahpusların şamdanlar içinde kendi mumları da vardı, yalnız bunlar pek azdı. Nihayet, doktorun akşam vizitinden sonra, karakol çavuşu gelip hastaları saydı, sonra da gece ihtiyaçları için bir kova getirip koğuşu kilitlediler… Bu kovanın koğuşta bütün gece sabaha kadar bırakıldığını hayretle öğrendim; oysa ayakyolu aynı koridorda, koğuşun kapısından iki adımlık yerdeydi. Ne yaparsın, usul bu. Gündüz mahpusları koğuştan dışarı çıkarıyorlardı ama, ancak bir dakika için, geceleriyse asla… Mahkûmların koğuşları diğer koğuşlara benzemezdi; hasta bir mahkûm, hastalığında bile cezasını çekmeye devam ederdi. Bu nizamı ilkin kimin koyduğunu bilmiyorum; tek bildiğim bu durumun gerçek intizamla hiçbir ilgisi olmadığı, yalnızca gereksiz ve yersiz şekilciliğin saçmalığına açık bir örnek teşkil ettiğidir. Bu nizamı elbette doktorlar koymamışlardı. Tekrar edeyim: Hastalar hekimlerini övmekle bitiremiyorlar, onları öz babaları sayıyorlardı. Hepsi onlardan şefkat görüyor, yalnız iyi söz işitiyorlardı; kimsenin insan yerine koymadığı mahpus bu çeşit muameleleri takdir ediyordu, çünkü bu tatlı sözlerin ve şefkat duygularının gerçekliğine, içtenliğine inanıyordu. Halbuki bunlar olmayabilirdi de; doktorlar başka türlü, yani daha kaba, daha merhametsizce davransaydılar, onlardan hesap soran olmazdı: Demek iyi olmaları, insanı içtenlikle sevmelerinden ileri geliyordu. Şüphesiz ki, onlar mahpus da olsa her hastanın temiz hava ihtiyacının en yüksek rütbeli hastalarınkinden farksız olduğunu bilirlerdi. Öbür koğuşlardaki hastalar hiç olmazsa nekahet devrelerinde koridorda serbestçe dolaşabiliyor, böylece ağır ve daima bozuk koğuş havasından daha az zehirlenmiş bir havadan faydalanıyorlardı. Şimdi korkuyla, tiksinerek, geceleyin yanan sobanın sıcaklığında bir gece kovası konulup da bazı hastaların bundan faydalanması gerekince, koğuşumuzun zaten zehirli olan havasının ne hale geldiğini düşünüyorum. Mahpusların hastalıkları sırasında bile cezalarını çektiklerini söylüyorum, ama bu usulün onlara verilen cezaların bir başka şekli olduğunu o sıralar tahmin etmiyordum, hâlâ da etmiyorum. Şüphesiz böyle bir düşünce saçma bir suçlama olurdu. Resmen, hastaların cezalandırılması diye bir şey yoktu. Şu halde belki de çok zararlı, kötü sonuçlar veren bu tedbire acı, mutlak bir zaruret yüzünden başvuruluyordu. Ama neydi bu zaruret? Ne yazık ki, gerek bu, gerek birçok başka anlaşılması güç, hatta sebebi belirsiz bazı tedbirleri doğuran zaruretleri mantıkla açıklamak imkânsızdır. Peki, bu faydasız gaddarlığı nasıl açıklamalı? Mahpus hastalık bahanesiyle doktorları aldatarak hastaneye gelecek, gece helaya çıkıp karanlıktan yararlanarak kaçacak mı? Bu düşüncenin ne kadar saçma olduğu açıktır. Nereye kaçacak? Nasıl kaçacak? Neyle kaçacak? Gündüzleri birer birer çıkmaya izin veriyorlar, gece de aynı şey yapılabilirdi. Karşıda, dolu tüfeğiyle bir nöbetçi duruyor. Ayakyolu nöbetçinin burnunun dibinde olduğu halde, gerekirse hastayı nöbetçinin yardımcısı götürür, işi bitinceye kadar onu gözünden ayırmaz. Oradaki bir tek pencerenin karşısında, mahkûm koğuşlarının pencereleri önünde de bütün gece bir nöbetçi gezer; hem pencereden kaçabilmek için camla demir parmaklığı kırmak lazım. Bir defa buna kim meydan verir? Hadi kaçak, nöbetçinin yardımcısını kimseye duyurmadan öldürdü, nöbetçi de fark etmedi diyelim. Bu manasızlığı kabul etsek bile, pencereyle camı kırmak lazım. Şuna da dikkat ediniz ki, nöbetçinin yanında koğuş hademeleri uyumaktadırlar; on adım uzakta, öteki mahkûmlar koğuşu önünde başka bir nöbetçiyle yardımcısı, başka hademeler var. Hem de kışın soğuğunda, çorapla, terlikle, hastane sabahlığıyla, takkeyle nereye kaçarsın? Mademki böyle, mademki tehlike bu kadar az (aslında hiç yok) hastaların belki bu son günlerini, şu son saatlerini zehirlemekte, onları sağlıklı insanlardan daha çok muhtaç oldukları temiz havadan mahrum etmekte ne anlam var? Niçin yapılıyor bu? Bunu asla anlayamamıştım… Bir “niçin”den sonra laf açılmışken; yıllardan beri bir türlü anlayamadığım, yanıt bulamadığım başka bir meseleyi söylemeden geçemeyeceğim. Yazıma devam etmeden evvel bu konu üzerinde hiç olmazsa birkaç söz edeceğim. Prangadan bahsediyorum; hiçbir hastalık, hüküm giymiş bir mahpusu bunlardan kurtaramaz. Gözlerimin önünde eriyip giden veremli bile prangalıydı. Herkes buna alışmıştı; bunu bir kere kabul edilmiş, artık değişmez bir usul sayıyorlardı. Hatta bunun üzerinde uzun boylu düşünenler olduğunu hiç sanmıyorum; bu birkaç yıl içinde doktorların aklına bile bir defacık olsun ağır hastaların, veremlilerin prangalarının çıkarılması için üstlerine başvurmak gelmedi. Haydi prangaların pek de öyle ağır bir yük olmadığını varsayalım. Pranganın ağırlığı sekizle on iki funt arasıdır. Sağlam bir adam için on funtluk bir ağırlık taşımak o kadar da önemli değildir. Ama işittiğime göre, birkaç yıl pranga taşıyanların ayakları kurumaya başlarmış. Bunun ne ölçüde doğru olduğunu bilmem, ama bir miktar gerçeklik payı olduğu kesin. Ufak, on funtluk bir ağırlık bile, bir ayağa temelli bağlanınca bu organın ağırlığını tabii olmayan bir şekilde artırır, uzun zaman sonra zararlı bir etki yapabilir. Hadi diyelim ki, sağlam bir adam için bundan bir şey çıkmaz. Ya hastaya göre? Diyelim ki, hastalığı hafif olan için de mesele yoktur. Ama tekrar söylüyorum, ağır hastaları, eli ayağı zaten kurumakta olan veremlileri düşünelim: Onlara bir saman çöpü bile çekilmez bir yük gibi gelmez mi. Hastane amirleri hiç olmazsa veremlilere böyle bir kolaylık gösterilmesi için başvursaydılar, gerçekten çok büyük iyilik etmiş olurlardı. Belki de bazı kimseler mahpusların cani, kötü insanlar oldukları için iyiliğe layık olmadıklarını söyleyecekler: Peki Tanrı’nın gazabına uğramış bir kulun cezasını bir de bizim mi artırmamız lazım? Hem de bu tedbir ceza olsun diye de alınmıyor… Veremli bir adamı kanun bile dayak cezasından affetmiştir. Demek oluyor ki, bu gene ihtiyat düşüncesiyle alınmış, ama anlaşılmaz, önemli bir tedbir olsa gerek. Ancak neye karşı? İşte bunu anlamak imkânsız. Bir veremlinin kaçmasından da korkulmaz ya. Kimin aklına gelebilir bu; hele hastalık belli dereceye geldikten sonra kaçmak amacıyla veremli görünerek doktorları aldatmak da imkânsız, çünkü verem ilk bakışta belli olan, bu iş için hiç elverişli olmayan bir hastalıktır. Hem de sırası gelmişken şunu da söyleyeyim: Kaçmasına engel olmak için mi insanın ayaklarına prangalar takılır? Hiç de değil. Pranga sadece küçük düşürme aracı, bir ayıp, bedene de, ruha da bir ağırlıktır. Hiç değilse böyle varsayılmaktadır. Yoksa mahpusların en acemisi, en beceriksizi bile, fazla uğraşmadan perçini eğeyle kesmeyi ya da bir taşla ezmeyi çabucak becerebilir. Ayaklara takılan prangalar önleyici bir tedbir diye kullanılmaktan çok uzak olduklarına göre, hüküm giymiş bir suçluya bunların taşıtılması sırf ceza diyedir; madem öyle tekrar soruyorum: Ölüm döşeğindekileri cezalandırmalı mı gerçekten? Şimdi de şu satırları yazarken, bir veremlinin ölümünü gayet açık bir şekilde hatırlıyorum. Bu adam hemen karşıda, Ustyantsev’in yakınında yatan, koğuşa girdiğimin dördüncü günü ölen Mihaylov’du. Belki de yukarıda veremlilerden konuşurken, sadece bu ölüm dolayısıyla o zaman aklıma gelen düşüncelerle, kafamda yer eden izleri elimde olmayarak tekrarladım. Bununla beraber, Mihaylov’u öyle pek fazla tanıdığım da yoktu. Henüz çok genç, yirmi beş yaşlarında, uzun, ince bir adamdı; son derece sevimli bir yüzü vardı. Hapishanede özel bölümde kalıyordu, orada da şaşılacak kadar az konuşurdu; daima sessiz, durgun bir hüzün içindeydi. Sanki “kuruyordu” hapishanede. Bunu mahpuslar da söylüyordu, Mihaylov aralarında iyi bir anı bırakmıştı. Aklımda yalnız gözlerinin çok güzel olduğu kalmış, neden bu adamın belleğimde bu kadar yer ettiğini doğrusu ben de bilemiyorum. Işıklı, soğuk bir günün öğle sonrası saat üçte öldü. Güneşin kuvvetli, yandan gelen ışıklarının koğuş pencerelerinin yeşil, hafifçe donmuş camlarından sızdığını hatırlıyorum. Bu ışık seli zavallıyı boğuyordu sanki. Kendini bilmeyerek, azap çekerek öldü; can çekişmesi uzun, aralıksız birkaç saat sürdü. Daha sabahtan yanına gelenleri tanımamaya başlamıştı. Acı çektiğini gören koğuş arkadaşları ona bir yardımda bulunmak istiyorlardı; Mihaylov ta derinden, hırıltılı bir şekilde soluyordu. Göğsü havasız kalmış gibi şiddetle kabarıp iniyordu. Üstünden her şeyini, yorganını, elbisesini attı, sonunda iç gömleğini de sıyırmaya çalıştı. O bile ağır geliyordu ona. Yardım ettiler, gömleği çıkardılar. Korkunç bir manzaraydı: Kemiklerine kadar kurumuş eller, ayaklar, içeri çökmüş bir karın, kabarmış göğüs, iskeletlerde olduğu gibi adamakıllı çıkmış kaburga kemikleriyle upuzun bir vücut… Boynundaki tahta haçla muskadan, prangadan başka üzerinde bir şey yoktu. Ayakları o kadar kurumuştu ki, prangadan kolayca geçebilirdi. Ölümünden yarım saat önce koğuştakilerin hepsinde bir yavaşlık, bir sessizlik oldu; fısıldayarak konuşuluyor, ayaktakiler de sessizce yürüyorlardı. Gevezelik eden pek azdı; ara sıra, hırıltıları gitgide daha hızlanan ölüm halindeki hastaya bakıyorlardı. Sonunda Mihaylov zayıf, titreyen eliyle göğsündeki muskayı yakaladı, onu rahatsız eden, ezici bir ağırlıkmış gibi koparmaya çalıştı.Muskayı da çıkardılar. Aşağı yukarı on dakika sonra öldü. Nöbetçinin kapısını çalıp haber verdiler. Bir hademe geldi, bön bön ölüye baktı. Sonra da sıhhiye çavuşuna haber vermeye gitti. Genç, iyi ve güzel bir çocuk olan, dış görünüşüne de fazlaca önem veren sıhhiye çavuşu çabuk geldi; sessizleşen koğuşun içinde hızlı, gürültülü adımlarla ölüye yaklaştı ve sanki böyle durumlara özel olarak hazırladığı laubali bir hareketle nabzını tuttu, elini salladı, dışarı çıktı. Hemen karakola haber verildi. Mahpus önemli mahpuslardan, yani özel bölümden olduğu için, ölümün tasdiki de ayrıca bir merasime bağlıydı. Nöbetçilerin gelmesi beklenirken, mahpuslardan biri alçak sesle, ölünün gözlerini kapamanın fena olmayacağı düşüncesini ortaya attı. Başka biri onu dikkatle dinledi, sessizce ölüye yaklaştı, gözlerini kapattı. Yastığın üstünde duran haçı görünce eline aldı, evirip çevirdi, tekrar Mihaylov’un boynuna taktı. Sonra da istavroz çıkardı. O sırada ölünün yüzü soğumaktaydı. Üstünde bir ışık huzmesi titreşip duruyordu; ağzı aralıktı. Diş etlerine yapışmış ince dudaklarının arasından iki sıra beyaz, sağlam diş parlıyordu. En sonra, belinde kasatura, başında bir miğfer, arkasında iki hademeyle nöbetçi çavuş geldi. Hiç ses çıkarmayan, kendisini her yandan sert bakışlarla süzen mahpuslara şaşkın şaşkın bakarak, gitgide yavaşlayan adımlarla yürüyordu. Ölüden bir adım ötede birdenbire durakladı, ürkmüş gibiydi. Bu çırılçıplak, kupkuru, prangalı ölü onu şaşırtmıştı; birdenbire palaskasını gevşetti, hiç sırası değilken miğferini çıkardı, sonra da geniş bir el hareketiyle istavroz çıkardı. Çavuş sert, saçı ağarmış, kıdemli bir askerdi. O anda yine ak saçlı bir ihtiyar olan Çekunov’un da orada durduğunu hatırlıyorum. Sessizce, dik dik çavuşun yüzüne bakıyor, garip bir dikkatle her hareketini takip ediyordu. Gözleri karşılaştı ve nedense Çekunov’un alt dudağı titreyiverdi. Dudakları tuhaf bir hareketle çarpıtıp dişlerini gösterdi, sonra hızla, sanki istemeye istemeye, başıyla ölüyü çavuşa göstererek: — Bunun da bir anası vardı! deyip bir köşeye çekildi. Bu sözlerin bıçak gibi yüreğime saplandığını hatırlıyorum… Neden böyle söylemişti, nereden aklına gelmişti? Ölüyü kaldırmaya başladılar. Yatakla beraber götüreceklerdi; saman hışırdadı, o sessizlikte prangalar gürültüyle şangırdayarak aşağı sarktı… Prangaları topladılar. Sonra ölüyü götürdüler. Birdenbire bütün koğuş bir ağızdan konuşmaya başladı. Koridordan çavuşun birini demirciye gönderdiği duyuldu. Ölünün demirlerini çıkarmak lazımdı… Ama konudan uzaklaştım…
·
2.285 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.