Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

İslâmî devrimler
Jüstinyen’in ölümünden sonra Bizans’ta görülen durgunluk yalnızca güdük Roma İmparatorluğu’nun kısırlığına yol açmadı. Ayrıca, Ortadoğu’nun başka yerlerinde insanlığın bilgi ve teknik birikimine katkıda bulunan ve ayrıca büyük dünya dinlerinden birini yaratan bir dizi sarsıcı yükselişe de yol açtı. Bu yükselişin başlangıç noktası, umulmayan bir yer, Arabistan yarımadasının genellikle çıplak topraklarında bir ticaret kasabası olan Mekke idi. Yöre, (yaklaşık M. Ö. 1000 yılında evcilleştirilen) deveyi kullanarak, sürüleriyle bir vahadan diğerine seyahat eden ve belirli bir oranda yağma ve ticaret yapan göçebe hayvancıların egemenliğinde idi. Klanlar halinde örgütlenmiş, aşiret büyüklerinden oluşan meclisler tarafından yönetilen, birbiriyle savaşan, çölün ötesindeki yerleşik insanlara belirli aralıklarla akınlar düzenleyen, gevşek bağlarla bağlı kabileler halinde yaşıyorlardı. Ama aynı zamanda vahalarda ve kıyı kesimlerinde – en azından 1.000 yıllık bir uygarlığın bulunduğu ve Kızıl Deniz’in hemen karşısındaki eski Etiyopya uygarlığı ile temas halindeki güneyde289 yerleşik çiftçiler de vardı. Göçebe ailelerin bazıları zenginleştikçe ticaret merkezlerinde yerleşmeye başladılar; deve kervanlarıyla Roma İmparatorluğu ve doğu uygarlıkları arasında lüks eşya taşıdılar. Mekke bu tür yerleşimlerden birisiydi ve 7. yüzyılın başında zenginleşmeye başlıyordu. Göçebe klanların geleneksel değerleri, kişinin ve onun klanının cesaret ve onuruna dayanıyordu. Devlet yoktu, bireyin yükümlülüğü geniş anlamda topluma karşı değil, akrabalık grubuna karşıydı. Saldırılar, cinayetler ve hırsızlıklar aileye ya da klana karşı yapılmış, kan davasıyla karşılanması gereken tecavüzler olarak değerlendirilirdi. Din, Eski Ahit cevelanlarında çöl boyunca “İsrailoğullarına” eşlik eden Ahit Sandığı gibi, kabile ile birlikte seyahat eden bireysel tanrılarla özdeşleşme meselesiydi. Bu tür değerler, göçebelerin bir kısmı yerleşik hayata geçerken ortaya çıkan gerilimler ve çatışmalarla başa çıkmanın kolay bir yolunu sağlamıyordu. Uzun süredir yerleşik köylüler ve şehir ahalisi çoktan bu değerlerden kopmuşlardı. Hristiyanlık güney Arabistan’da gelişti ve vahalardaki pek çok çiftçi Museviliği ya da Hristiyanlığın türevlerinden birisini kabul etmişti. Mekke gibi bir şehirde göçebelerin, tacirlerin, zanaatkârların ve köylülerin birbirine karışmış olması, farklı dinsel görüşler arasındaki tartışmalara uygun düşüyordu. Bunlar pratik sonuçları olan tartışmalardı; çünkü eski değerler ve tanrılar tek bir davranış kuralının yasa olarak yerleştirilmesine olanak vermiyor ya da herhangi bir davranış yasası klana ve kabileye olan aidiyetin yerine geçmiyordu. Arabistan’a komşu olan iki imparatorlukta, Bizans ve İran’da olanlar nedeniyle bunalım artmıştı. İran, 6. yüzyılın sonlarında kısa bir süre için Mısır ve Suriye’yi Bizans’tan almış ve 900 yıl süren Greko-Romen hâkimiyetini sona erdirmişti. Ancak İran toplumunun kendisi de, toprak aristokrasisinin şehirlerin gelişmesine olanak veren Mezopotamya sulama sistemlerini ihmal etmesinden kaynaklanan derin bir bunalımdaydı. Savaşın yarattığı yıkım, işleri daha da kötüleştirdi. Her iki imparatorlukta da kitlesel boyutta yoksullaşma ve toplumsal huzursuzluk söz konusuydu.290 Bütün dünya bir kaos halinde gibi görünüyordu. Daha küçük tacir ailelerinden birisinden gelen, tacir olarak hayatını kazanmak için yetişen ve bu konuda pek de başarılı olmayan Mekkeli bir yetimin, Muhammed’in içine doğduğu dünya böyleydi. Çevresindeki dünyanın kaosunu, birbiriyle çatışan dünya görüşlerinin ve değerlerin bir anlam ifade etmediği zihinsel bir karmaşa olarak yaşıyordu. Kendi hayatına ve içinde yaşadığı topluma tutarlı bir açıklama getirme ihtiyacını hissetti. Tanrının (Arapça Allah) kendisiyle konuştuğuna inandığı bir dizi dinsel imgeler gördü. Bunlar, karşılaşmış olduğu çeşitli dinsel kavramları yeni bir kalıba dökmesini sağladı. Sözcükleri başkalarına aktardı, onlar da bunları Kuran olarak kaydettiler ve yavaş yavaş esas itibariyle Mekkeli tüccar ailelerinin genç üyelerinden oluşan bir mürit (taraftar) grubu oluşturdu. Muhammed’in vaaz ettiği mesajın, Arap çiftçilerin ve şehir ahalisinin Hristiyanlığı ve Museviliği ile pek çok ortak yanı vardı. Göçebe hayvancıların birbirine rakip çok sayıdaki tanrısına karşı tek bir tanrı koyuyordu. Eski klan ve kabile kurallarının yerine geçmek üzere inananlara ‘evrensel’ bir inanç getiriyordu. Keyfi zulme karşı koruma getirerek yoksullara cazip geliyor ama, zenginleri de hayır işleri yaptıkları sürece hor görmüyordu. Ayrıca, Hristiyanlık gibi, şehirli kadınlara da çekici gelen bir yanı vardı: Muhammed’in grubunda, kocaları bu dine çok katı bir şekilde karşı çıkan kadınlar bulunuyordu. Her ne kadar, (örneğin kadınların Bizans İmparatorluğu’nda yaygın olan yüzlerini örtmesini kabul ederek) kadınların erkeklerden daha aşağı olduğunu varsayıyorduysa da, onlardan ‘daha üstün’ kişiler olarak erkeklerin kadınlara kötü muamele etmek yerine onlara saygı duymaları gerektiğini vazediyor ve onlara belirli mülkiyet hakları tanıyordu. Salt dinsel açıdan, hem Musevilikten hem de Hristiyanlıktan alınmış, Kutsal Kitap’ta geçen bir dizi mitosun bir araya getirilmesiyle oluşuyordu. Ancak önemli bir açıdan bu mesaj zamanın Hristiyanlığının türevlerinden ayrılıyordu. Bu yalnızca ahlakî davranış için basit bir dizi inançlar ve kurallar bütünü değildi. Aynı zamanda toplumu ıslah etmek için, kabileler ve yönetici aileler arasındaki, çoğu kez silahlı, rekabet ‘barbarlığı’ yerine, tek bir yasaya bağlı, düzenli bir ümmet cemaati getiren, siyasal bir programdı. Muhammed’in öğretisinin bu siyasal yanı, Mekke’nin yönetici aileleri arasında çatışmalara ve onun, grubuyla birlikte, Medine’ye zorunlu göçüne yol açtı ve M. S. 630 yılında yeni bir devlet kurmak üzere bir orduyla birlikte Mekke’ye geri döndü. Başarılı oldu çünkü, tek bir dünya görüşüne inanmış gençlerden bir nüve oluşturmayı başardığı gibi, amaçları çok farklı olan gruplarla, yalnızca barış isteyen şehir ahalisi ve çiftçiler, güçlü bir Arap devletinin kendilerine sağlayacağı kârlara heves eden tüccar aileleri ve onun davası uğruna savaşırken elde edecekleri ganimeti düşünen kabile reisleri ile de taktiksel ittifaklar kurmayı başardı. Yeni devlet, iki büyük imparatorluğun ikiz bunalımından yararlanmak için çok iyi bir konumdaydı. Muhammed 632’de öldü; ama ilk iki halefi ya da ‘halife’si –tüccar ailelerinden gelen eski müritleri– Ebubekir ve Ömer de, dinsel ilkelerle siyasal pragmatizmi birleştirmeyi iyi bildiler. Birbiriyle savaşan göçebe kabile ve klanların enerjisini, iki büyük imparatorluğun zengin şehirlerine yönelik saldırılara kanalize ettiler ve bu süreç içinde de o iki imparatorluğun ne kadar zayıf olduğunu keşfettiler. Bunların şehirleri –636’da Şam, 637’de İran’ın başkenti Ktesifon, 639’da (şimdi Kahire’nin bir kısmı olan) Babil (Bağdat’ın 50 mil kadar güneyindeki Babilonya’dır) adlı antik Mısır kenti, ve 642’de İskederiye– bir bir Arap ordularının eline geçti. On yıl içinde Muhammed’in takipçileri, Ortadoğu’nun tarihi uygarlıklarından, muazzam bir imparatorluk yarattılar. Bu başarılar kısmen, göçebe kabilelerin savaşma potansiyelinin akıllıca kullanılmasının sonucuydu. Müslüman komutanlar, develer üzerindeki süvarilerle, görünürde nüfuz edilemez çöllerde hızla hareket ederek komşu imparatorlukların şehirlerini beklenmedik bir şekilde ve hızla vurmanın mümkün olduğunu gördüler. Geniş çöl alanlarını, eski Britanya İmparatorluğu’nda savaş gemilerinin okyanuslarda yaptığı gibi kullanabiliyorlar ve kendi hızlarının ancak bir kısmına291 sahip olan savunma ordularına karşı istedikleri zaman saldırabiliyorlardı.292 Ancak bu başarılar ayrıca, eski imparatorlukların yöneticilerinin kendi halkları tarafından ne kadar nefret edildiğinin de bir kanıtıydı. Yahudiler ve şehir nüfusunun çoğu kez çoğunluğunu oluşturan ‘ortodoks olmayan’ Hristiyanlar, özellikle ilk başlarda, fatihler, yeni devlet yapıları kurma ya da ahaliyi kendi dinlerine döndürme yolunu seçmedikleri için Arap ordularını memnuniyetle karşılıyorlardı. Müslüman fatihler aksine, eski yönetimlerin büyük kısmını yerinde bırakıyorlar ve fark gözetmeksizin Hristiyanların, Yahudilerin ve İranlı Zerdüştlerin inançlarına saygı gösteriyorlardı. Tek istedikleri haraç olarak belirli vergilerin ödenmesi; devlete ve kendilerine direnen aristokratların arazilerine el konulmasıydı. Nüfusun geniş kesimi, durumu eski imparatorluklar altında olduğundan daha az bunaltıcı buluyorlardı. Yahudi bir yazar, ‘yaradanın İsmail’in Krallığı’nı (yani Arapları) sizleri kötülükten korumak için getirdiğini’ söylerken bir Süryani Hristiyan tarihçi, ‘Tanrı bizi, Romalıların zulmünden ve onların bize olan dayanılmaz nefretinden Araplar aracılığıyla kurtardı’ diyordu.293 Fetihlerden ilk yararlananlar Arap kabile ordularının liderleri ve Mekke’nin önde gelen aileleriydi. Ganimeti kendi aralarında paylaşıyorlardı; o kadar ki birkaç yıl içinde, çölün kıyısındaki kasabalarda yeni kurulan kışlalarda yaşayan, ahaliden vergi şeklinde haraç toplayan ama mevcut toprak sahiplerini ve görevlileri eski imparatorlukların arazilerini işlemek üzere yerlerinde bırakan bir Arap aristokrasisi, son derece zengin ama çok sınırlı bir yukarı kast oluşturdu. Bununla birlikte, zaferin meyvelerinin dağıtımında kayba uğradıklarını düşünen bazı Arap kabileleri nedeniyle, muzaffer ordular arasında da sürekli bir sürtüşme vardı. Bu hayal kırıklığı 640’lardan itibaren büyümeye başlayarak tüm İslam tarihinde iz bırakan bir iç savaş şeklinde patlak verdi. İkinci halife Ömer’in bir köle tarafından 644 yılında öldürülmesinden sonra iktidar, Muhammed’in ilk destekçilerinden, fakat aynı zamanda en zengin Mekkeli tüccar ailesinin bir üyesi olan, Osman’ın eline geçmişti. Bu durum husumeti daha da artırdı. Osman 656 yılında katledildi. Halife olarak Muhammed’in yeğeni ve damadı Ali’nin seçilmesi, rakip Müslüman orduları arasında, Ali’nin rakipleriyle barışma girişimlerine karşı çıkan ve Hariciler olarak bilinen kendi taraftarlarınca öldürülmesiyle, açık savaşa dönüştü. İktidar, kendi ailesinden hareketle Emeviler adıyla ırsî bir hanedan kuran Osman’ın bir kuzeninin eline geçti. Pek çok kişinin gözünde bu muzaffer aile, Muhammed’in karşı çıktığı kötülüklere bulaşmıştı. Ali ve (680 yılında Emevi ordusunca öldürülen) oğlu Hüseyin, Muhammed’in dönemini yadeden ve bu olayı kirletilen bir safiyet modeli olarak gören herkes tarafından şehit addedildi. İslam tarihinin daha sonraki bölümünde tekrar tekrar Ali ya da ilk iki halife dönemine geri dönme çağrısı, bir sosyal grup ya da diğerinin mevcut duruma karşı isyan çağrısı oldu. Bugün bile pek çok ‘İslami köktendinci’ örgütü hâlâ harekete geçirmektedir. Bununla birlikte o sırada Emeviler, başkentlerini Suriye’de kurarak imparatorluğun birliğini gerçekleştirdiler. Arap orduları, doğuda Kabil ve Buhara’yı aldı ve batıda Atlantik’e ulaştı. Bu durum, eski kabile önderleri ve eski tacirlerden oluşan Arap aristokrasisine yeni zenginlikler getirdi. Garnizon şehirlerinde, kendilerine saraylar yaptırmak için muazzam miktarlar harcayarak, büyük lüks içinde yaşadılar. Arap ordularının onların emrindeki üyeleri vergiden muaftı ve fethin ganimet ve haracından pay alıyorlardı.
·
236 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.