Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Şimdiki zamanın geleceği ve geçmişi de içerdiğini görmezlikten gelen toplumların bireyleri ise evrensel olma niteliğine ulaşamazlar! ..... Kitabın bazı bölümlerinde de sözettiğim gibi, insanın yapıcı eğilimlerini yıkıcı olanlara egemen kılabilmesi, ancak diğer insanlara da bir şeyler verebilmek için çaba gösterdiğinde gerçekleştirilebiliyor. Ama birçok insan incinmekten korktuğu için bunu, diğer insanlardan kendisini soyutlayarak kendi içinde ve tek başına başarabileceği sanısına kapılıyor; kimi ise «verme» kavramını yanlış yorumladığı için bu konuda başarılı olamıyor. ...... Çünkü insanın kendisini incitmesi, bir başka insan tarafından incitilme olasılığının yarattığı korkudan daha az acı verir. .... Denize girmek için kıyıya gelen üç kişiden biri derhal suya dalabilir, diğeri sonunda nasıl olsa gireceğini bildiği halde bir süre suyun soğukluğunu deneyerek vakit geçirdikten sonra girebilir, sonuncusu ise girmekten vazgeçebilir ve girenleri seyreder. Bu bir seçimdir ve insan nasıl isterse öyle «olur». Ama seçimlerinin sonuçlarını da kabullenme koşuluyla! .... Birçok insan belirli bir olay gerçekleşirse mutlu olacağı yanılgısındadır. Mutluluğun kendilerini bulmasını bekler ve mutluluğa «bir şeyler yaşanarak» ulaşılabileceğini göremezler. ... Çünkü, zaten yalnız ve mutsuzsak bilinmeyene doğru hareket etmekle yitirecek neyimiz olabilir? Üstelik çevremizdeki olanakların sayısı aslında hiç de az değil. Ne var ki bunlar her zaman orada değiller. Onları «şimdi» değerlendiremezsek fırsatımızı kaçırmış oluruz. Çünkü insan bir zaman tüketicisidir. Zaman insanı sınırlar. Ama çoğu insan şimdi yapamadığını ileride yapacağı sanısındadır, önündeki zamanı sınırsızmışçasına harcar. Aslında, insanın en önemli yanılgısı da budur. .... Çünkü, insan orta yaşa ulaştığında zamanla ilişkisi de önemli bir değişikliğe uğrar, insan gençken zamanı, kaç yılı geride bıraktığını düşünerek değerlendirir. Kaç yılı kaldığını düşünmeye başladığı andan itibaren de orta yaşa girmiş olur. ... İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır. ... Bir başka deyişle, çocukken ana-babaya karşı geliştirilen olumsuz duyguların üstünün kapatılmasıyla başlayan süreç, insanın giderek kendisine yabancılaşmasına ve sonunda kendisi olamamanın suçluluğunu yaşamasına neden olur. .... Çünkü, sürekli ve ayrım yapmaksızın vermenin gerisinde de kişi, diğer insanları kendisine bağımlı kılarak kendi bağımlılığına doyum sağlar. ... Çevresi ondan genellikle «iyi insan» diye söz ederse de, bu özelliği dışındaki kişiliğini tanımlayabilmekte güçlük çeker. Çoğu geçmişin uslu çocukları olan bu kişiler, çevrelerine sevgi karşılığı «rüşvet» dağıtırken, kendi kişiliklerinden vazgeçmiş olmanın yarattığı düşmanlık duygularını da sürekli baskı altında tutmak zorunda kalır ve kendilerine yabancılaşırlar. Çünkü iyi insan, çevresine olduğu kadar kendisine karşı da iyi olan kişidir. .... Bu anlamda ele alındığında, bir insana acıdığımız için bir şeyler vermek, vermek değildir. Üstelik, böylesi bir acıma duygusuyla kendisine bir şeyler verdiğimiz bir insanı umulmadık bir anda bize karşı düşmanca bir tutum içerisinde de bulabiliriz. Çünkü açındıran ve acıyan aslında aynı paranın farklı yüzleri gibidir. .... Duygusal dünyasını yalıtmış kişi bir insandan hoşlansa da bunu belli edecek tepkiler veremez. Getireceği acıyı çok yoğun yaşayacağından kabul edilmeme olasılığını göze alamaz. Ancak bu korkularının bilincinde olmadığı için, durumu abartılmış gurur sistemi içinde değerlendirirse karşı taraftan bir adım atılmadıkça bir insana yaklaşmayı kendisine yakıştıramaz. Bu nedenle, çoğu kez kendisini kabul eden ya da kabul eder görünen insanlarla ilişki kurabilir. Bir diğer deyişle, incinmekten korunabilmek için seçmez, seçilir. Ne var ki, böyle birini seçen kişiler de aslında ya yücelttiği bir insana tapınma ihtiyacında olan edilgin-bağımlı, ya da kendilerini reddedilmiş hissettiklerinde tahrik olan ve ulaşılmaz bir kaleyi ele geçirerek zafer kazanacakları sanısına kapılan insanlardır. Oysa ortada ne tanrı vardır ne de kale: Yalnızca korkup içine kapanmış bir insan! .... Kendisine değer verilmemiş bir insan bir başkasına değer veremez. Bunu sonradan öğrenebilmesi de ancak kendisine değer verebilmeye başladıktan sonra işleyebilen iki yönlü bir süreçtir. Bir başka deyişle, insan kendine değer verebildiği oranda başkalarına da değer verir; diğer insanlara gerçek anlamda değer verdiğini hissettikçe kendisini de değerli bulur. Yoksa bir diğer insanı yücelterek kendimizi küçültmek, ne ona ne de kendimize değer vermektir. Üstelik böyle bir durum, değersizlik duygularının gerisinde yatan düşmanca eğilimlerin ve suçluluk duygularının daha da pekiştirilmesine neden olur. .... Ancak sevginin nasıl yaşanacağı öğrenilememiş olduğu için, ikisi de aslında birbirine sahip olmaya, dolayısıyla birbirlerini kullanmaya çalışmaktadır. Üstelik beklentiler, kadın ve erkeğin doğaları gereği birbirinden farklıdır. Örneğin, olgunlaşamamış kadın, cinsel birleşmeden çok, birleşme öncesi ilgiye önem tanırken, olgunlaşmamış erkek tam karşıtı bir tutumla, yalnızca cinsel birleşme ve boşalma işleviyle ilgilidir. Sonunda, doğal olarak, kadın engellenmiş olur, erkek ise kendisine anlık bir doyum sağlamış olursa da ulaştığı amaç gerçek bir doyum değildir. Çünkü böylesi bir beraberlik gerçek bir ilişki değildir ve canlı bir nesne ile mastürbasyon yapmış olmaktan çok öte bir anlam taşımaz. Sonuçta, kadında olduğu gibi erkeğin yaşadığı duygu da yalnızlıktır. Gerilim gidermiş olmanın yarattığı gevşeme ve bir kadına «sahip» olmuş olmanın yarattığı zafer duygusu kısa sürer ve yerini boşluğa ve anlamsızlığa bırakır. .... Herkes kendi benliğinin ulaştığı olgunluk derecesine eşit olgunlukta birini bulur. .... Bebek, görünürde sevecen de olsa annesinin kendisine karşı tutumunun içten ya da zorlama olduğunu kolayca algılar. Sezgi yolu ile olan bu algılama yetişkinlerde olduğu gibi bilinçli bir olgu değildir. Aslında, çocuklar sezgileri aracılığıyla çevrelerinde olagelen her şeyi farkederler, ama özellikle kendilerine acı veren durumları derhal bilinçaltına iterler. Sezgi yolu ile algılama yetişkinlerde de vardır, ama çoğu insanda bu, düşünce ve duygular tarafından örtülür. Çoğu kez bir insan ya da duruma ilişkin ilk izlenimimiz, birkaç saniye de sürse, yerinde ve doğrudur. Sonradan o kişiye ya da duruma karşı geliştirdiğimiz yargı, düşünce ve duygularda yanılgı payımız daha çoktur. ..... İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır. .... Bu insanlar bilinçli dünyalarında gerçekten de insanları sevdiklerine inanırlar. Ama bir yandan insanlardan korkarken, aynı zamanda onları nasıl sevebiliriz? ... [1/4 19:51] Nise: Duygusal dünyasını yalıtmış kişi bir insandan hoşlansa da bunu belli edecek tepkiler veremez. Getireceği acıyı çok yoğun yaşayacağından kabul edilmeme olasılığını göze alamaz. Ancak bu korkularının bilincinde olmadığı için, durumu abartılmış gurur sistemi içinde değerlendirirse karşı taraftan bir adım atılmadıkça bir insana yaklaşmayı kendisine yakıştıramaz. Bu nedenle, çoğu kez kendisini kabul eden ya da kabul eder görünen insanlarla ilişki kurabilir. Bir diğer deyişle, incinmekten korunabilmek için seçmez, seçilir. Ne var ki, böyle birini seçen kişiler de aslında ya yücelttiği bir insana tapınma ihtiyacında olan edilgin-bağımlı, ya da kendilerini reddedilmiş hissettiklerinde tahrik olan ve ulaşılmaz bir kaleyi ele geçirerek zafer kazanacakları sanısına kapılan insanlardır. Oysa ortada ne tanrı vardır ne de kale: Yalnızca korkup içine kapanmış bir insan! .... [1/4 19:54] Nise: Kendisine değer verilmemiş bir insan bir başkasına değer veremez. Bunu sonradan öğrenebilmesi de ancak kendisine değer verebilmeye başladıktan sonra işleyebilen iki yönlü bir süreçtir. Bir başka deyişle, insan kendine değer verebildiği oranda başkalarına da değer verir; diğer insanlara gerçek anlamda değer verdiğini hissettikçe kendisini de değerli bulur. Yoksa bir diğer insanı yücelterek kendimizi küçültmek, ne ona ne de kendimize değer vermektir. Üstelik böyle bir durum, değersizlik duygularının gerisinde yatan düşmanca eğilimlerin ve suçluluk duygularının daha da pekiştirilmesine neden olur. .... Değersizlik duyguları yaşayan bir insan, kendi değersiz varlığına tanımadığı haklan başka insanlara tanıma eğilimindedir. Ancak genellikle kendi yakınları, daha doğrusu kendine bağımı olan eş, çocuk vb. kimseler bunun dışında kalır. Çünkü kendisi gibi onları da küçümser ve değersizliğinin bir uzantısı gibi algılar. Kendisini reddetme olasılığı olan kişilere önem vermesine karşılık, kendisini kabul edici tutumlar içinde olan kişileri küçümseyebilir. Ona göre, değersiz birini kabul eden bir insanın kendisi de değersizdir. .... ..durumlardan uzak durur, örneğin, para gücüyle kendisine saygınlık sağlayan biri, entelektüel değerlere önem verilen bir ortamda bulunmaktan kaçınabilir; her yerde birinci planda olmak isteyen bir başkası, girdiği bir toplulukta diğer insanların görüşlerini paylaşmamak ve onlardan farklı biri olduğunu vurgulamak için konuşmalara katılmayabilir. Çünkü değersizlik duyguları yaşayan bir insan üstün olmak «zorundadır». ..... Diğer insanların gerçeklerini anlayabilmek için dürüst bir çaba göstermeyen ve yalnızca almak için veren ya da verir görünen bir insan, suçluluk ve değersizlik duygularından kurtulamaz. ..... Insanın kendine yabancılaşması pahasına kazanılan güç, gerçek güç değildir. ..... Bazı insanlar, kendimizi dürüstçe yaşadığımız zaman, diğerlerinin bu «açık»tan yararlanarak bizi devirmeye çalışacakları görüşünü savunurlar. Oysa bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir. ..... Zaman zaman yaşadığı bazı olaylarda insanları gereğince sevemediğini farkedebilirse de bunu görmüş olmanın yarattığı suçluluk ve insanları yitirme paniği bu gerçeği hızla bilincinden uzaklaştırmasına neden olur ya da insanları sevememesini haklı gösterecek gerekçeler bulur. Bir insanın kaygılarından kurtulabilmesi için tek yol, kendi varoluş sorumluluğunu üstlenebilmesidir. Bu sorumluluk gereğinde kendimiz için başka insanların desteği ve yardımını alabilmeyi de içerir. Ne var ki, çaresizlik duygularından kaynaklanan aşın bağımlılık eğilimleri ve bunun sonucu oluşan kızgınlık, kaygılı insanın kendisine verilen desteği değerlendirebilmesini güçleştirir. Bir başka deyişle, kaygılı insan vermeyi de almayı da beceremez. Verilenle yetinmeyip tüm sorumluluğunun çevresindeki insanlar tarafından üstlenilmesini bekleyebilir. Bir insana yaklaşabileceğini farkettiğinde, çocuksu bir bağımlılığı ve çaresizliği yaşamaya başlayabilir. Bazen ise tam karşıtı bir tepki oluşur. Artan çaresizliği ve bağımlılığı, diğer insanların benliğine mal olarak yokolma kaygılarının yaşanmasına neden olabilir. Bu kez seçilen yol, diğer insanlar tarafından yutulmamak için bağımlılık eğilimlerinin ve çaresizlik duygularının tümden yadsınması olur. Böyle bir insan verileni almamakta direnir.   .... «Önce kendine, sonra başkalarına» ilkesi ilk bakışta bencilce bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, bir insan ancak kendisine verebildiğinde diğer insanlara da «gerçek anlamda» verecek şeyi olur. ... Bu duyguların içinde kendi benliğini yitirdikçe, çevresindeki insanların kendisine lâyık olduğu şeyleri vermedikleri yakınmaları da artar. Böyle biri için mutlu bir olay ve iyimserlik ürkütücüdür. Çünkü bu duyguların insanı nereye götürebileceği belirsizdir. Oysa, acının sınırlan bellidir ve diğer insanlarla ilişkinin sürdürülebilmesini sağlar. ..... kişiler, —ki bu da bir insanın kendine karşı olan sorumluluğunun bir parçasıdır— karar verme sorumluluğunu bürokratik süreçlere bırakma eğilimi gösterirler. Böyle kişiler bir türlü karar veremedikleri için, yapılması gereken işi sürüncemede bırakır ya da konuya ilişkin kurallarda bulup çıkardıkları bazı ayrıntıları konunun esası gibi algılayarak yapılacak işi engeller ve böylece sorumluluktan kurtulmaya çalışırlar. Bu gibi tutumlar üstü kapalı sadist-mazoşist öğeleri de içerir. Böylesi kişiler kendilerine karşı mazoşist, kendilerine başvuranlara karşı sadist davranışlar gösterirler. ..... Fizikteki bileşik kaplar yasası psikolojide de geçerlidir. Bir yönden yapılan baskı bir başka yönde boşalıma neden olur. .... Çevremizde, yaşayacağı yerde nasıl yaşanması gerektiğini sürekli tartışan insanların sayısı hiç de az değildir. Ama gün boyunca yalnızca tartışan bir insan ne yaşamış, kendine ve çevresine ne katmış olabilir ki? ... Ama genelde, yaşantıya dönüşmemiş bilgi gerçek bilgi değildir. Ya da Konfiçyüs'ün deyişiyle, «Bilmek uygulamaktır!» ........ Toplumumuz bireylerinde oldukça yaygın bir biçimde gözlemlenen bir olgu da, kendi zamanının yönetim sorumluluğunu üstlenmeyi öğrenememiş olmaktır. Ne var ki, eyleme geçmeyi ertelerken organizmanın kullandığı enerji, eyleme geçmiş olsaydı kullanmış olacağı enerjiden çok daha fazla olduğu gibi, kişinin kendine karşı olan saygısının azalmasına da neden olur. Çünkü en sonunda eyleme geçmek «zorunda» kaldığımızda bu artık kendi seçimimiz olamaz. Kendi seçimimizin dışında sürüklenmiş olmanın bedeli ise mutsuzlukla ödenir. ...... Çünkü kendimize hoşgörülü oldukça, diğer insanların kusurlu yanlarını da daha kolay kabul edebiliriz. Dolayısıyla onlara gerçek anlamda bir şeyler verebilmemizin gururunu yaşamaya başlarız. Bu, benliğin şişmesiyle sonuçlanan gururdan çok farklı bir duygudur, insanın kendisine değer verebilmesini içerir! ... Yapılması gerekeni yapmak yerine, sürekli kendini lanetlemek de bir uyuşturucu olarak kullanılabilir. ... Bir insanın kendisine karşı sorumluluklarıyla başkalarına karşı sorumlulukları içice geçmiş tek bir olgudur, birbirinden soyutlanamaz! ... Çocuk, duygusal ihtiyaçlarının doyurulmaması ya da aşırı doyurulması sonucu kendi benliğinin sınırlarını oluşturamazsa, diğer insanları da kendilerine özgü ihtiyaçları olan varlıklar olarak kabul etmeyi öğrenemez. ... Dolayısıyla, özsever eğilimleri olan insanlar daima birbirlerini bulurlar. Çünkü özerk ve bireyleşmiş bir insan böylesi bir ilişkiyi zaten sürdüremez. ... Ancak sevginin nasıl yaşanacağı öğrenilememiş olduğu için, ikisi de aslında birbirine sahip olmaya, dolayısıyla birbirlerini kullanmaya çalışmaktadır. Üstelik beklentiler, kadın ve erkeğin doğaları gereği birbirinden farklıdır. Örneğin, olgunlaşamamış kadın, cinsel birleşmeden çok, birleşme öncesi ilgiye önem tanırken, olgunlaşmamış erkek tam karşıtı bir tutumla, yalnızca cinsel birleşme ve boşalma işleviyle ilgilidir. Sonunda, doğal olarak, kadın engellenmiş olur, erkek ise kendisine anlık bir doyum sağlamış olursa da ulaştığı amaç gerçek bir doyum değildir. Çünkü böylesi bir beraberlik gerçek bir ilişki değildir ve canlı bir nesne ile mastürbasyon yapmış olmaktan çok öte bir anlam taşımaz. Sonuçta, kadında olduğu gibi erkeğin yaşadığı duygu da yalnızlıktır. Gerilim gidermiş olmanın yarattığı gevşeme ve bir kadına «sahip» olmuş olmanın yarattığı zafer duygusu kısa sürer ve yerini boşluğa ve anlamsızlığa bırakır. ....
·
575 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.