Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Nihayet bir öğleden sonra polisler bizim evi de bastılar. Ben mektepteydim. Evde sadece annem varmış. Her tarafı aramışlar, dolaplarımı başaşağı çevirip, içindekileri yerlere döküp saçmışlar ve birkaç kitap alıp gitmişler. Evin dışarısı sarılmış, merdiven başlarında tedbir alınmış, arama bir hayli sürmüş. İki-üç gün sonra bir sabah erken saatte kapı çalındı. Şapkası sol kaşının üzerine yatmış, kahverengi pardesülü biri: - Altan Deliorman'ın evi burası mı? diye sordu. - Evet. - Kendisi nerede? - Altan Deliorman benim. - Allah Allah! İnanmaz gözlerle bakıyordu. Karşısındaki bu bıyığı terlememiş, çelimsiz çocuk o muydu? - Pekâlâ. Ben burada bekleyeyim. Siz giyinin. Biraz müdüriyete kadar gideceğiz. Hasta yatan anneme az sonra geleceğimi söyledim. Çıktık. Bir gün önce şiddetli bir zelzele olmuştu, Balıkesir, Gönen taraflarında bir hayli év yıkılmış, nice ocak sönmüştü. Merak ediyordum. Gazetelerde ne haber vardı acaba? Üsküdar iskelesine geldiğimiz zaman memura sordum: - Bir gazete alabilir miyim - Eh, peki. Ama vapurda okursunuz, sonra bırakırsınız. Adam pek nazik davranıyordu. Hayırdır inşallah. Üsküdar'dan Köprü'ye giden vapura bindiğimiz zaman tedirginliğim artmaya başladı. Sivil memur sigara üstüne sigara içiyor, hafiften esen rüzgâr dumanları yüzüme doğru getiriyordu. Sigara dumanı ile dolu vapur salonlarına alışıktım. Hiç de rahatsız olmazdım. Fakat şimdi bu dumanlar beni boğacak gibi geliyordu. Az sonra farkettim. Bana sıkıntı veren sigara dumanı değil, yanımdaki memurun varlığı idi. Bir nevi göz altındaydım. Şuradan şuraya izinsiz gitmem mümkün değildi. Sanki memurun eli iki yakamı kavramış, beni sarsıyordu. Çelikten bir pençe kolumu yakalamış gibiydi. Bir taraftan zelzele fotoğraflarına bakıyor, bir taraftan da polis memurunun yüz ifadesini tahlile çalışıyordum. Kayıtsız, durgun, düşünceli bir hali vardı. Benim için yeni ve çarpıcı olan böyle bir durumla, yüzlerce, belki binlerce defa karşı karşıya gelmiş bir görevli. Beni evden alıp müdüriyete teslim edince görevi bitecek, bu sefer belki bir başkasının evine yollanacaktı. Kimbilir ne dertleri, sıkıntıları vardı. Durgun ve düşünceli olması belki bundan ötürüydü. Polisler bana hep değişik, korkunç insanlar gibi gelirdi. Halbuki işte alelâde, sıradan bir insandı. Ablak bir surat, bıyıklarının yanında çenesine doğru sarkmış iki derin çizgi, hafif kırlaşmış saçlar... Sivil polis olmasa, posta memuru, tapu memuru, nüfus memuru, iskele memuru olurdu. Bu çehrenin kaderi sanki başka türlü tecelli edemez gibiydi. Köprüden Emniyet Müdürlüğü'ne kadar yürüdük. Bulutlu, serin, kapanık bir hava. Elimdeki gazeteyi girişteki memura verdim. Sanasaryan Hanı'nın bitip tükenmez gibi görünen merdivenlerini tırmandık. En üst kata çıktık. Galiba teras kati. İçiçe veya yanyana iki ay resmi çizili bir kapının önünde durduk. Memur kapıyı çaldı. Biraz bekledik. Sonra hafifçe aralanan kapıdan çatık kaşlı bir surat göründü. Yanımdaki memuru görünce kapıyı biraz daha araladı. Bekleşen kalabalığın arasından sıyrılıp içeri girdik. İlk defa o anda dirseğimde sivil memurun temasını hissettim. Artık içerdeydim. Girmesi o kadar zor olmamıştı. Ama çıkması bilmem nasıl olacaktı? -Sen burada bekle. Ben haber vereyim. Koridorda gidip gelenler, bekleşenler vardı. Çoğu ayakta duruyordu. Otura otura beklemekten yorulmuş olacaklardı. Park sıralarına benzer bir sırada boş yer gördüm, oraya iliştim. Önce dakikaları saydım. Yarım saat, kırk beş dakika... Sonra saatlere sıra geldi. Sinirlerim bozulur gibi olmuştu. Ne gibi bir suçlamayla karşılaşacağımı bilemiyordum. Burada bekletilmemin ne âlemi vardı? İşte gelmiştim. Bir an önce sorgumu yapsalardı ya! Nihayet bir başka memur göründü. İşaret etti, kalktım. PARMAKSIZ HAMDİ Sanırım cadde üzerine bakan, ama karşıdaki hanların damlarından başka bir manzarası olmayan odanın kapısından girdik. Genişçe bir oda. Sağda büyük, onun karşısındaki duvar dibinde küçük bir masa, Maroken iki koltuk, birkaç sandalye. - Gel bakalım. Şöyle otur. Büyük masanın başında oturan gözlüklü, saçları dökülmüş, memur bıyıklı adam bana maroken koltuklardan birini gösteriyordu. Önce bu senli benli konuşmadan sıkıldım. Ama teklifsizdi. Ötesinden berisinden samanlar fışkırmış, birkaç kere yamanmış koltuğa iliştim. Gözlüklü memura herkes saygı gösteriyordu. Anlaşılan buranın müdürü, yahut âmiriydi. - Biz hemşehriyiz, diye söze başladı. Babanı tanırım. Ne kadar vatanperver bir kimse olduğunu bilirim. Sen bu işlere nasıl karıştın? - Hangi işlere? - Bu irtica hareketlerine! Anlamamış gibi yapma. Şimdi güzel güzel konuşuyoruz. Bizi zor kullanmaya mecbur bırakma. Sorduklarıma doğru cevap ver. Karışmam! Anlaşıldı. İş çetinleşiyordu. Tehditler başlamış, yumuşak davranışların yerine korku verme metodu geçirilmişti. Gözlüklü memur (veya âmir) zile bastı. Gelen birine: Altan Deliorman'ın dosyasını getirin, dedi. Zabit kâtibine de söyleyin, Makinasını alıp gelsin. Dosya ha! Hakkımda dosya mi vardı? Evet, hem de kalın bir klasör. Memur az sonra o kalın klasörle döndü. Bir başkası da makinayla geldi, büyük masanın yanında bir yere yerleştirdi. Hazırlandı. Sorgu başlamıştı. Oooo, iş amma da ciddileşiyordu. Orkun'un dağıtımına yardım ettiğim sıralarda, İsmet Tümtürk'ün yazıhanesinde tanıştığım İhsan Sağnak'la sonraları arkadaşlığımızı ilerletmiştik. Bizim Kılıç gazetesinin imtiyaz sahibi olarak onu göstermiştik. Dernek kurulduğu sırada, kurucular arasında o da vardı. Bir kere de Hasan Ferit Cansever'e, Tünel başındaki muayenehanesinde görüşmek üzere, onunla beraber gitmiştik. Sonra İhsan öğretmen olmuş, Orkun kapanınca İstanbul'dan ayrılmıştı. O sıralarda Biga veya Ezine taraflarında bir köyde öğretmendi. Sık sık mektuplaşıyorduk. Köyde sıkıldığı ve yapacak işi de az olduğu için bana gayet uzun mektuplar yazıyordu. Ben de ona, vakit geçirtmek gayretiyle, aynı uzunlukta mektuplarla cevap veriyor, İstanbul ve Ankara haberlerini de ekliyordum. Meğer İhsan «milliyetçi» olduğu için ihbar edilmiş. Polis birtakım mektuplarına el koymuş. Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneğinin kurucularından olduğu için, jandarma köydeki evinde ve okulda arama yapmış. Postada ele geçmeyen mektupları da bu sırada müsadere edilmiş.Başka mektuplarla beraber benim yazdıklarım da polisin eline geçmiş. Mektuplarda önemli ne olabilirdi? Havaî şeyler. Meğer pek o kadar da havaî değilmiş. Meselâ o sırada hükûmetin giriştiği «milliyetçileri sindirme» harekâtını bol biberli bir üslûpla tenkid eden satırlar varmış. Türk - Yunan yakınlaşmasını ve Yugoslavya'nın da iltihakiyle bir «Balkan Paktı» kurulmasını gaye edinmiş olan dış politikamız da, bu tenkidlerden bolca nasibini alıyormuş. Mektuplar ortaya döküldü. Baştan aşağı kalın kırmızı kalemle çizilmişlerdi. Birkaç kopya olarak çoğaltılmış, her kopyaya bu kırmızı işaretler konulmuştu. Öyle ki, bazı sahifelerde yazıdan çok işaret vardi. O zaman hatırladım. Balkan Paktı'nı ve Yunanistan'la yakınlaşma teşebbüslerini kıyasıya tenkit edişimin sebebi, bu teşebbüslerin iç politikaya aksedişinden ileri geliyordu. Yunanistan'la daha samimî ilişki kurabilmek için hükûmet, 500. Fetih Yıldönümünün kutlanmasını ağırdan almaya başlamıştı. Hattâ bu törenlerin iptal edileceği söylentileri dahi yaygınlaşmıştı. Fetih Cemiyetinde birtakım oyunlar cereyan ediyordu. Bunları yakından takip ettiğim için, kendi hesabıma ateş püskürüyordum. Atsız da elbette ki aynı düşüncedeydi. Yunan'a yaklaşmak için bu büyük zaferimizin kutlanmasını engellemek O'nun havsalasına sığacak şey değildi. Mesele buraya gelince, bizim Atsız'la düşündüğümüz «Ayasofya'nın yeniden fethi» projesi de işin içine karışmış mıydı acaba? Sorgunun başlamasından bir - iki saat sonra öğle vakti geldi. İyice acıkmıştım. Zabıt tutulmasına ara verildi. Biraz sonra memurlardan biri bir tepsi getirdi. Et yemeği (galiba döner) ve yoğurt vardı. Orta halli bir memur yemeği sayılırdı ama, o sırada bana mükellef bir ziyafet sofrası gibi geliyordu. Polis şefi yiyor, ben yutkunuyordum. Hiç ilgilenmiyormuş gibi davranarak yemeğinin bitmesini bekledim. Zaten başka bir şey de yapamazdım. Git, demezlerse nereye gidebilirdim ki? Sonra ikinci devre başladı. Bir aralık, sorgumu yapan zat: Bana Parmaksız Hamdi derler, ben kimleri konuşturmadım ki, diye haykırmaz mı? Vay vay vay! Parmaksız Hamdi buydu ha! Onun şöhretini bilmem hangi vesileyle önceden duymuştum. Becerikli bir polis olduğunu hatırlıyordum. Parmaksız Hamdi, şimdi adamakıllı sertleşmişti. Bağırıp çağırıyor, tehditler savuruyor ağzımdan laf almaya çalışıyordu. Aslında söyleyebileceğim pek bir şey yoktu. Suçumuz yoktu ki söyleyeyim. Yalnız sözün dönüp dolaşıp şu Ayasofya meselesine gelmesinden, benim de ağzımdan münasebetsiz bir lâf kaçırmamdan korkuyordum. Sorgum beş buçuk saat sürdü. Bittiği zaman akşam karanlığı çoktan basmıştı. Zaptı makinadan çıkardılar. Okudum. Aleyhimde kullanılacak bir tarafı yoktu. İmzaladım. Parmaksız Hamdi de yorucu bir gün geçirmişti. Ayağa kalktı: - Oğlum, dedi, senin iyi niyetini anlıyorum. Ama, bu işlerle hiç uğraşmayıp derslerine çalışsan daha iyi edersin. Sonra elini uzattı: - Haydi şimdi güle güle. Emniyet Müdürlüğünden çıktım. Üsküdar'a geçtim. Zavallı annem evde merak içinde bekliyordu. Kendi hastalığını unutmuş, benim derdime düşmüştü. Tabii bu soruşturmalardan bir şey çıkmadı. Bir şey yoktu ki çıksın. Kılıç gazetesi zaten bir kereye mahsus olmak üzere çıkarılmıştı. Bir daha yayınlanmadı. Fatih Yıllarını Aydınlatma Derneği dağıldı. Kurucuların bir kaçı ürkmüşlerdi. Sindiler, kopup gitgiler. Kalanlar, doğru belledikleri yolda yürümeye devam ettiler. Bugün yetişkin milliyetçiler olarak ülkü uğrunda çalışmaya devam ediyorlar. İçlerinde servet, makam, hattâ şöhret sahibi olanlar var. Hiçbiri o yılların heyecanını kaybetmiş değil. Ben-yazık ki- Parmaksız Hamdi'yi bir daha göremedim. Yıllar sonra küçük bir gazete haberinden ölmüş olduğunu öğrendim. Onu, on yıl, yirmi yıl sonra görmüş olsaydım şunu söylemeyi isterdim: - Hamdi Bey. Beni o gün bir hayli korkutmuştunuz. Ama şimdi anlıyorum ki, iyi davranmışsınız. O polis usullerini, hani bağırıp çağırmaları, benim karnım açken karşıma geçip bir güzel yemek yemenizi bile anlayışla karşılıyorum. İyi davrandığınızı, zaptı aleyhimde olacak şekilde tanzim ettirmemenizden seziyorum. Buna karşılık ben sizin öğüdünüzü hiç tutmadım. Milliyetçiliği kendime dert edindim. Hem o işlerle uğraştım, hem derslerime çalıştım. Hiç de pişman değilim. Sorgulardan sonra, bu Parmaksız Hamdi'yi tanıyıp tanımadığını Atsız'a sormuştum. Tanıyormuş. Onlar 1944 olayları dolayısıyla tutuklu iken de Parmaksız Hamdi orada âmir veya müdür yardımcısı imiş. - Onun tuhaf bir âdeti vardır, demişti. Portakalın kabuğunu soyar, üzerine karabiber döküp öyle yer. Atsız'la tasarladığımız «müthiş» proje de çıkmaza girdi. Ayasofya'yı yeniden fethedemedik. Ya benim Emniyet'teki o kabarık dosyam? Bir emniyet yetkilisi, 13-14 yıl önce bana o dosyanın hayli kabarmış olduğunu söylemişti. Hiç üzülmedim. O dosya benim iftiharımdır. Üzüldüğüm bir husus vardı. Neden sonra, Parmaksız Hamdi'nin Emniyet 1. Şubede komünist masasına baktığını öğrenmiştim. Milliyetçilerle meşgul olan bir kısım bulunmadığı için benim sorgumu da o yapmış. Komünist masasının âmiri tarafından sorguya çekilmiş olmak doğrusu çok ağırıma gitmişti.
·
1.038 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.