Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Nefret Tuzaktır (Ahiret İyileştirir)
Yoğun bir kötülüğe maruz kalmış insanlar, travmayı sağlıklı şekilde çözümleyememişlerse, zulmedene ve zulme maruz kalmış olmaya saplanıp kalırlar; travmanın yaşattığı acizliğe, bu acizliği yaşatan zalime nefret duyarak, nefretin tuzağına düşerler. Nefret tam bir tuzaktır. Nefretin tuzağı; insanın kendini nefret ettiği hasmına çok sıkı şekilde bağlamasıdır. Nefrette, nefret edilen nesneyle bağı korumak için yoğun bir istek vardır. Çünkü nefretin özündeki şey, 'kabul beklenen ve bu beklentiyi hüsrana uğratması kaçınılmaz olan, sevilen ve gereksinim duyulan nesneye karşı' duyulan histir. Kişinin hayatta yaşadığı travmalar, musibetler ontolojik bir yaralanmaya sebebiyet verir. Kişi ontolojik olarak dünyada kendilerine özgü gereksinimleri ve bütünlüğü, yani hakları olan bir varlık olarak yaşadığını hissetme duygusunda bir zedelenme hisseder. Her ontolojik yaralanma insanda çaresizlik duygusu uyandırır. Bu çaresizlik de, yine, bir ontolojik duruşu ifade eder. İşte bu hissedilen zayıflığın ve çaresizliğin nereye oturtulacağı hususu, nefret duyup duymamayı, nefret edip etmeme de travmanın etkisini belirler. Çaresizlik hali ve çaresizlik hissi, bir zayıflık olarak, özellikle de kişiliğin bir yetersizliği olarak kabul görmüşse, kişi çaresizlikten ve zayıflıktan nefret eder. Bu nefret çaresizliğin nedeni olan zalime ve zulme yönelerek mağdurun zulmedenle marazi, bağımlı bir bağlantıyı sürdürmesi neticesini doğurur. Çaresizlik hissi iktidarı ele geçirerek, hükmederek, hükmetmek için de daha kuvvetli olmaya çalışarak giderilmeye çalışılır. Bu yoldan giden her kurum ve birey ise insana ve gelişimine şiddet uygular. Çaresizlik halini insanlık hallerinden biri yani insanın bir ontolojik gerçekliği, Mutlak Varlık karşısındaki konumu olarak görebilen kişi ise çaresizliği ile yüzleşebilir ve kendisini küçük ve önemsiz hissetmesinin önüne geçerek, ilkel ve yıkıcı nefretten bağımsızlaşır. Sürgünler, işkenceli hapisler, göz hapisleri, takipler, baskınlar, mahkemeler gibi birçok travma yaşamış olan Said Nursi'nin, travmaları sağlıklı çözümlemesi bize önemli bir model sağlayabilir. Said Nursi'nin önemli bir özelliği; insanlar eliyle yaşadığı travmatik deneyimlerin uyandırdığı çaresizliği, ontolojik bir çaresizlik olarak kavramsallaştırmasıdır. Kanaatimce Said Nursî'nin şiddete başvurmamasının temelinde ontolojik çaresizliğini kabulü yatmaktadır. Said Nursî, "ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından" diyerek, "çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nev'inden" davranışlara maruz kaldığını vurgular. Bu ifadenin geçtiği, 'Es'ile-i Sitte' risalesine, "Bize yollarımızı göstermişken neden biz Allah'a dayanıp güvenmeyelim? Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler." ayetinin mealiyle başlar. Aynı risaleyi, "Bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum." diyerek, "İnsanlar onlara 'Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun' dediklerinde, bu onların imanını artırdı ve şöyle dediler: 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir'" âyetiyle bitirir. Yaşadığı travmatik deneyimlerde çaresizliğini Yaratıcısına bildirir. Mutlak Varlık'ın varlığıyla zırhlanıp silahlanır.. Ontolojik çaresizliğini ve güçsüzlüğünü kuvvet yoluyla, saldırganlaşarak gidermeye çalışmayarak kişiyi düşmanına hastalıklı bir şekilde bağlayan ve bağımlı hale getiren nefretin tuzağından kurtulur. "Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı" dediği bir anda, yaşadığı zahmetlere, sıkıntılara değil, yaşadıklarının Zât-ı Hayy-ı Kayyûm'a bakan yönüne odaklanır. "Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyî'ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir" diyerek, yaşadığı musibetlere saplanıp kalmayarak, hayatının her halini O'na sunar. Said Nursî "Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun?" sorusuna muhatap kalır. Kendisi hakkında 'tezyifkârâne, hakaretli sözler' söyleyen bir kişinin söyledikleri şahsına ve nefsine ait ise 'nefsimin terbiyesine sevk etti' diyerek sıkıntısının izale olduğunu ve o kişiye hakkını helâl ettiğini belirtir. Ve konuyu "Siz benim söylediklerimi sonra anlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını görür, gözetir." âyetine müracaat ettiğini ifade ederek bitirir. Hatta "O vâkıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur'ân onu helal etmemiş" diyerek, o kişinin başına gelen bir musibetten dolayı da üzüntüsünü dile getirir. Joel Kovel, şiddetsizliğin acı çekmeyi kabul etmekle mümkün olacağını söyler. Şiddetsizliği kabul eden kişi acı çekmeyi kabul ederek sorumluluk yüklenir ve kefâret ödemeye çabalar. Şiddetten arınmış bir eylem aynı zamanda kutsal olana yönelik bir eylemdir. Said Nursî, "Hayatım Rabbanî bir mektuptur" diyerek, her varoluş halinde O'nun esmasının tecellisine vesile olma duygusu yaşayarak, çaresizliğini O'nun esmasının tecellisinin en büyük vesilesi kılar. Said Nursî için O'na hizmet eden her hal kabul edilir ve benimsenir bir niteliktedir. Acılar, kendisine yapılanlar karşısında hiçbir şey yapamamanın getirdiği çaresizlikler dahi bu noktada anlamlıdır; insanın kâinat içindeki varlığının sınırlarını belirleyerek varoluşsal konumunu anlamasına hizmet eder. Şiddetsizlik yaşamın kendisini yok edecek bir edilgenlik ya da eylemsizlik değildir. Said Nursî, şiddete başvurmayan bir eylemci, yani şiddetsiz bir eylemcidir. "Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkûk bir maksad için binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor" diyen Said Nursî, şiddete ve kine dayalı eylemlerden kaçınır. "Her şeyimi Cenab-ı Hakk'ın tevekkülüne bağlamıştım" derken de, onun tevekkülü, kendisine yapılan tecavüzlere bir eylemsizlik hali değil, travmatik deneyimlerini bir çözümleme halidir. Travmanın çözümü ahiret bağlamında da ele alınmazsa eksik kalır Haksızlığa maruz kalanın tek bir sorusu vardır: Neden? Ve bu tek kelime yeni yeni sorulara gebedir: Ben ne yaptım? Suçum neydi? Niye ben? Neden benim başıma geldi? Bu doğurgan soru ontolojik bir kırılmanın, varoluşsal bir krizin tezahürüdür. Kişi bu soruyla yaşadığı haksızlıktan, maruz kaldığı zulümden bir "hayır ve iyilik" çıkmasını ummaktadır. Ahiret nazarı dikkate alınmadan bu soruların tatminkâr bir cevabı yoktur. Ontolojik kriz ancak baki ve ebedi bir hayat hattında çözüme kavuşabilir. Çünkü yaşadıklarımız sıra dışı düzeyde acı veren olaylar, haksızlıklar, zulümler bile olsa; hayır, çoğu zaman bu dünyadan ziyade ebedi âlemde insana verilir. İnsanın ebedi yurdu orasıdır. İnsan mükellef bir yemeği otobüs durağında yemez, yemek de istemez. Sağ salim ulaşacağı evinde yemek ister. Dünya bir imtihan yeriyse, imtihan gereği insan haksızlığa, zulme maruz kalabilir. Zulme uğrama illa da kişinin bir suçu olduğu anlamına da gelmez. Zalimin kendi enesi, benliği, egosu, ilah edindiği heva ve hevesi dışında bir gerekçesi yoktur. Zalim, Mutlak Varlık'ın merhameti ve şefkatli olma buyruğunu çiğnemektedir. Kullarının her türlü hukukunu koruma vaadini yapan Mutlak Varlık, masumlardan biraz sabırlı olmalarını istemektedir. Ne de olsa hayat kısadır. Ölüm şuracıktadır. Travmanın ahiret bağlamında çözümüne yine Said Nursi üzerinden devam edersek; kendisi "Pek âdi bahanelerle, zemherinin en şiddetli soğuk günlerinde" tutuklanmıştır. "Büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde" hapsetmişlerdir onu. Der ki: "Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, za'fiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim." Şartlar zordur. Haksız yere tutuklanıp zulme maruz kalmıştır. "Dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde," çırpınmaktadır. Ama o sıkıntısına ve hiddetine yenilmez. Hz. Musa'nın asası gibi, her olaydan bir rahmet ve hayır çıkarmasını bilir. Çünkü yaşadıklarını ahiret bağlamına oturtur. Ebedi hayatı kazanmasına hizmet edecek her ne yaşıyorsa, iyidir, hayırlıdır, güzeldir, yaşamaya değerdir. Bu bir sıkıntı bile olsa. Bu bir zulme maruz kalma bile olsa. Ahreti kazanmak için çekilecek acılara razıdır. Ebedi bir hayat için dünyanın geçici gam ve kederlerinin lafı mı olur? Daha önceki hapis hayatını düşünür. Orada mahpusların Risalelerden istifade ettiklerini, imanlarını kuvvetlendirdiklerini düşündükçe, mahpusluktan şikâyet etmek yerine binlerce şükür eder. Kalbine inkişaf eden hakikat ona der ki: "Her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşâallah bu Üçüncü Medrese-i Yusufiye'deki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek." İnsanın var oluşunun anlamı dünyadaki fani saatleri ahretin ebedi ve baki saatlerine çevirmek değil midir zaten? Kalbine inkişaf eden hakikat konuşmasını şöyle sürdürür: "Hiddet ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller." Bilerek, kin ve garazla, inkârcılık adına incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, yine Allah'a havale eder. Mutlak Varlık'ın onlara vereceği ölümle; "ölümün i'dam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azap çekecekler," diyerek, yapılan haksızlıklarının karşılığını bulacaklarını düşünerek adalet ve hakkın yerini bulma arzusu tatmin olur. Bu bakış açısı onu zalimlere intikam duygusuyla yanıp tutuşmaktan alıkoyar. İntikam güçsüzlerin işidir. "İntikam soğuk yenir" diyenler, soğuk yemeğin bünyeye zarar verdiğini unutur. Kişiliği kuvvetli olanlar haksızlığa haksızlıkla karşılık verme acziyle, mazlumken zalim konumuna düşmezler. Mutlak Varlık, varlıklara yapılan zulümleri bilir ve görür. O mağdurun, masumun vekilidir, dostudur, yardımcısıdır. Nursi, bunun derinden farkındadır. Yaşadıklarını ahiret bağlamında değerlendirmeyi şöyle sürdürür: "Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun!' diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle 'Elhamdülillah' dedim." Son cümle çarpıcıdır. Bu insan, zulme maruz kalmaya bütün kuvvetiyle Elhamdülillah demektedir. Çünkü yaşadığı travmayı ahiret bağlamında ele almış, dünyanın fani saatlerinin zulüm yoluyla ebedileştiği hakikatine mazhar olmuştur. Başka bir metinde benzer bir yaklaşımla acılarına şifa bulur Nursi. Birinci Dünya Savaşı'na katılmış, çoluk çocuğa, masumlara yapılan zulümlere, haksızlıklara şahit olmuştur. Bundan büyük bir elem ve azap çeker. Sonra yine kalbinde bir hakikat hissi uyanır. Öldürülen masum insanların şehit olup veli olduklarını; dünyadaki fani hayatlarının ebedi bir hayata dönüştüğünü; zayi olmuş mal ve mülklerinin baki ahiret mallarına dönüştüğünü düşünerek büyük bir teselli bulur. Hatta öyle ki, eğer haksızlığa uğrayan mazlum bir inkâr ehli bile olsa, "âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden" mükâfata mazhar olacaklarını belirtir. Said Nursi, ister mümin, ister inkâr ehli, haksızlığa, zulme, adaletsizliğe maruz kalanların; gaybın penceresi açılsa; mazhar olacakları rahmeti görebilseler, "Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah" diyeceklerine kati bir surette kanaat getirir. "Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum" diyerek, sadece zulme maruz kalmanın değil, zulme şahitlik etmenin derin travmatik tesirinden ahirete imanla şifa bulur. Ahireti nazara almadan dünya zalim bir yere dönüşür. Kötülüğün anlamsız dili hayata egemen olur. Yaşadığımız haksızlıklar karşısında hissettiğimiz kırılganlık, üzüntü, keder, kızgınlık, öfke, kin ve nefret ahiret bağlamına oturtulmadan ele alındığında tam tamına çözümlenemez. Zulmün büyüklüğü, kimi zaman dünyevi adaletin terazisinin hiçbir kefesine sığmaz. Ve mağdurun içinde açılmış o yaraya hiçbir dünyevi hüküm merhem olamaz. Eller kollar bağlanır ve hep bir şey, eksik kalır. Her türden kötülüğe maruz kalmış kalpleri, ancak ahiret iyileştirir. Kaynak: Ahiret iyileştirir - Mustafa ULUSOY
Sayfa 74 - Kapı Yayınları 1.baskı
462 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.