Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

"ZÂDE" DEĞİL, “OĞUL” "Bin Temel Eser" arasında dili, günümüzün Türkçesine çevrilerek tarafımdan hazırlanan “Âşıkpaşaoğlu Tarihi" için yazılan bir tenkid cidden canımı sıktı. Bir ilim ve ihtisas konusu olan böyle bir yazıyı, hiç bir şey bilmeden yazan bir insana cevap vermek mecburiyeti elbette ki can sıkıcı olacaktı. Tercüman gibi çok satışlı ve ciddî bir gazetede çıkması dolayısıyla cevap vermek lüzumunu duyduğum yazıdaki iddialar şöyle: 1- Bu eserin müellifi “Âşıkpaşazade" olduğu halde ben “Âşıkpaşaoğlu” demişim. Sebebi "zade" kelimesinin kafatası ölçülerini beğenmeyişim imiş. Yani burada ırkçılık yapmışım. 2- "Oğlu" kelimesi "zade'nin yerini tutamazmış. Çünkü "zade o soya dahil erkek mânâsına da gelirmiş. Halbuki "oğlu' sadece "erkek evlât" demekmiş. Bu sebeple "Âşıkpaşaoğlu" denirse bu zatın "Âşık Paşa'nın oğlu olduğu mânâsı çıkarmış. 3- "Zade"yi "oğul" yapınca Türkçe olmayan “Âşık" yerine "tutkun"; "paşa" yerine "orbay"; "tarih" yerine "geçik bilim" demek mantıkî olurmuş. Hatta o zaman "Fuzûlî'ye "gereksiz", "Nâbî'"'ye "yok-yok" falan demek gerekirmiş. 4- "Âşıkpaşazade"ye "Âşıkpaşaoğlu" demek benim bir anlık kaprisim neticesi imiş. Halbuki en aşırı dil özleştirmecileri bile şimdiye kadar özel isimlere dokunmak cüretini gösterememiş. 5- Haydi, ben böyle büyük bir hatâ işlemişim; ya Bin Temel Eser'i kontrol edenler arasında bunu gören kimse neden çıkmamış? Kemâl Ayaldı'nın (yani tenkid sahibinin) Türkoloji alanında hiçbir şey bilmediği, bu yazıyı gelişigüzel sırf boy göstermek için yazdığı her satırından belli oluyor. Bilhassa böyle bir yazıda bulunması gereken ciddiyetten mahrum oluşu, Âşıkpaşaoğlu yerine Tutkunorbayoğlu demek gerekir kabilinden şaklabanlıklar etmesi ele almak istediği konunun vakarına tezat teşkil ediyor. Şimdi, ona bazı şeyler öğretmek için aşağıdaki satırları yazıyorum: A) Oğul ve zade kelimeleri Türkçe ve Farsçada aynı mânâya gelmekle beraber Türkçede zade kelimesi zamanla biraz değişik bir mânâ almış, "zadelik'te bir asalet tevehhüm edilmiştir. Nitekim "zade'nin çoğulu olan "zâdegan ''tamamiyle asilzadeler ve asil sınıf anlamında kullanılmıştır. Keza "oğul" kelimesi, kendinden önce gelen kelimeyle bitiştiği zaman soyadı, ayrı yazıldğı zaman evlât mânâsını taşımaktadır. Aydınoğlu Umur Beğ, Aydınoğlu ailesinden Umur Beğ demektir. Askerlikte kullanılan Dursun oğlu Mehmet ise Dursun adındaki adamın oğlu Mehmet mânâsına gelir. Ortaçağ ve Yeniçağ Türkleri arasında, zamanlarına mahsus bir aşağılık kompleksi ile gerek sahipleri, gerekse başkaları tarafından değiştirilip zadeli soyadı haline getirilen aile isimleri bu kaideyi bozmaz. B) Bin Temel Eser arasında tarihini yayınladığım müellife Âşıkpaşaoğlu diyen ilk yazar ben değilim. Hicrî 1008'de ölen tanınmış Şeyhislâm ve tarihçi Hoca Sadeddin bu tarihçiden "Âşıkpaşaoğlu" diye bahsetmiş (Tâcüttevârih, 1.365), 1068'de ölen Solakoğlu Mehmed Hemdemî Çelebi de kendi tarihinin 170'inci sayfasında yine Âşıkpaşaoğlu adını kullanmıştır. Tabif, bütün kültürü gündelik gazete haberlerine dayanan Ayaldı'nın bunlardan haberi olmadığı için, kim bilir hangi art düşüncelerin tesiriyle çirkin ve gülünç hücumunu yapmaktan çekinmemiştir. Oğlu ve zade meselesi bu kadar da değildir. Yavuz ve Kanunî çağlarının iki büyük devlet adamı olup Celâlzade diye anılan Mustafa ve Salih kardeşlerin de aslında "Celâloğlu" diye adlandığı, büyük kardeş olan Koca Nişancı Mustafa Çelebi'nin mezar taşındaki yazıyla ortaya çıkmaktadır. Koca Nişancı mezar taşında "Celâloğlu" diye anılmaktadır. (Belleten, 87. sayı, 399. sayfa). Kemalpaşazade veya İbni Kemal diye tanınan Türk bilgininin doğru soyadı ise “Kemalpaşaoğlu”dur. Üniversite Kütüphanesi'ndeki Türkçe Yazmalar arasında bulunan 1942 numaralı divanının başında, tezhip içinde "Divân-ı Kemalpaşaoğlu" yazılmış bulunduğu gibi Şehid Ali Paşa Kütüphanesi'ndeki 884 numaralı Sadrüşşerîa'nın "Vikaye Şerhi'nde, metin dışında ve 225 numaral yaprağın B yüzünde: “Ekâbir-i ülemâdan Kemalpaşaoğlu Hazreti.. ibaresi vardır. Son çağ vak'anüvislerinden Cevdet Paşa, Rumeli Valisi Hüseyin Paşa için meşhur tarihinin bir yerinde (XI, 47) ‘Kavanoszade Hüseyin Paşa" dediği halde, biraz aşağıda (XI, 59) "Kavanosoğlu Hüseyin Paşa" demiştir. Demek ki ikisi de birdir. Osmanlı Müellifleri sahibi Bursalı Tahir Beğ, bu hususta daha da ileri gitmektedir. Osmanlı tarihçilerinden olup 1208'de ölen Cizyedarzade Bahaaddin Ahmet Efendi'yi "Haraççıoğlu" olarak göstermektedir (Osmanlı Müellifleri, III, 30). Her ne kadar haraç kelimesi de aslında Arapça ise de cizye gibi bilinmedik bir söz olmayıp halka kadar inmiş olduğundan Türkçeleşmiş olmakla müellif bunu almakta tereddüt göstermemiştir. Görülüyor ki "oğlu-zade" meselesi benim icadım değildir. Eskilerin çoğu bunu asıl şekliyle yazmış, bir kısmı ise Arapça ve Farsçayı Türkçeden üstün görmenin verdiği gafletle "zade'yi tercih etmiş, bununla değerlendirdikleri kuruntusuna kapılmıştır. Türklerde soyadının daima "oğlu” ile kullanıldığı hanedan isimleriyle de sabittir; Osmanoğlu, Karamanoğlu, Aydınoğlu, Çengizoğlu gibi... "Oğlu" ile biten soyadları ailenin yalnız erkekleri için değil, kadınları için de kullanılır. Bugün Türkiye'de yaşayan Osmanlı prensesleri "Osmanoğlu" soyadını kullanmaktadır. Hatta bunlardan biri, Sultan Hamid'in kızlarından merhum Ayşe Sultan 'ın 1960 yılında Güven Basım ve Yayınevi tarafından basılan "Babam Abdülhamid" adlı kitabındaki imzası "Ayşe Osmanoğlu'dur. Sırası gelmişken Kemâl Ayaldı'ya bir şey daha öğreteyim: "Oğul" kelimesi bugün her ne kadar erkek evlât mânasında kullanılıyorsa da aslında bu kelime sadece evlât demek olup Orkun yazıtlarında öylece geçmekte ve "urı oğul" (=erkek evlât), "kız oğul" (kız evlat) şeklinde kullanılmaktadır. Hatta bugün bile kullanılan "kız oğlan kız" deyiminde Orkun yazıtlarındaki dilin izleri gözükmektedir. Bilmem, Bay Kemâl Ayaldı'nın Orkut yazıtlarından haberi var mı? Yukarıdaki açıklamalardan sonra ortaya şu gerçek çıkmaktadır: Ben "zade'yi "oğul" yapmış değil, "zade" şeklinde haksız ve zoraki olarak sokulmuş bulunan “oğul'u asliyetine irca etmişimdir. Yani burada Kemâl Ayaldızade'nin ürktüğü kafatasçılık yoktur. Kemâl Ayaldı, "zade'yi "oğul" yaptıktan sonra, Türkçe olmadıkları için "âşık", "paşa", "tarih" kelimelerinin de Türkçeleştirilmesi gerektiğini söyleyerek bu kelimelere "Türkçe" (!) karşılıklar buluyor, "âşık" yerine "tutkun", "paşa" yerine "orbay", "tarih" yerine de "geçik bilim" diyerek “Âşıkpaşaoğlu Tarihi" yerine "Tutkunorbay Geçik Bilimi" demek gerektiğini ileri sürüyor. Maksat ciddî olarak bir fikri tartışmaksa bu türlü maskaralıklara lüzum yoktu. Çünkü ben ne son yılların ortaya döktüğü, çoğu solcu olan özleştiricilerdenim, ne de sınırımı aşarak bildiklerim dışında nazariye ileri süren iddialı bir insanım. Eski bir tarihçinin Arapçılık - Acemcilik kompleksiyle değiştirilmiş soyadını orijinal Türk şekliyle söylemekten ve bunu söylerken benden öncekilere istinad etmekten başka bir şey yapmadım. Sovyetlerde yaşayan Türklerin soyadları yıllardan ve hatta asırlardan beri Rusça bir takı olan "ef, yet, of" ile söyleniyor diye onları "oğlu" şekline sokmak nasıl bir suç veya ilmî yanlış sayılmazsa Arapça "ibn" veya Farsça "zade" ile söylenen soyadlarıni Türkçeleştirmek de kusur değil, aksine millî bir hizmettir. Son yılların Azerbaycanlı müelliflerinden Ağaoğlu Ahmed'le Başkurt tarihçi Zeki Velidi'nin Rusya'da iken soyadları "Agayef" ve "Velidof" idi. Bağımsız devletlerinin toprağına gelip de Ağaoğlu ve Velidi olmakla, bugün ikisi de ölmüş bulunan bu Türkler kötü mü yaptılar? Beynelmilel güreş karşılaşmalarında Rus ve Bulgar takımlarında bulunan Aliyef'ler, Mehmedof'lar böylece anılıyor diye onların Alioğlu veya Mehmedoğlu olduğu hakikatİ ortadan kalkar mı? Bay Kemâl Ayaldı, şimdiye kadar en aşırı özleştirmecilerin bile özel isimlere dokunmadığını, benim bunu da yaptığımı iddia ediyor. Bu da yalan. Tartışma konusu olan müverrihin adı "Ahmed''dir. Değiştirmiş değilim. Soyadındaki sahte "zade'yi doğrusu olan "oğlu" şekline, daha öncekilere uyarak, irca ettim Türkiye'de özel isim değiştiren tek kişi Atatürk'tür: Adana mebusu Zamir Beğ'in adını "Damar", Kâzım Özalp'ın oğlu İlter'in adını da Teoman yapmıştır. Şimdi bu tenkidi yapan Ayaldı'nın kültür seviyesini göstermek için bazı örnekler vereceğim: 1) Kemâl Ayaldı, tenkidinin başında diyor ki: "Eserin düzenleyicisi tarafından sahibine mahlâs değiştirilmiş ve Âşıkpaşaoğlu Tarihi oluvermiş." Bu ibareden anlaşıldığına göre Kemål Ayaldı "mahlâs'in ne demek olduğunu bilmiyor. Haydi, bir zahmete daha katlanıp kendisine onu da öğretelim: "Mahlâs" şairlerin şiirde kullandığı takma addır. Fuzûlî, Nâbi, Nedim gibi. Bu şairlerin asıl adları başkadır. Bun burada söylemeyeyim de kendisi bir bilene sorup öğrensin, belki o zaman aklında iyi kalır da müstakbel tenkitlerinde daha başarılı olur. 2) Ayaldı'nın gayet orijinal, misli bulunmaz bir namus telâkkisi var. Yazısında şöyle diyor. ". Haydi yazar canı istedi, yaptı diyelim! Ama Bin Temel Eser Seçim Heyeti diye, büyük büyük zevattan müteşekkil bir heyet de var benim bildiğim. Onlardan birinin olsun meşhur tarihçimize karşı hürmet hissi yok mu? İllâ bu mübarek zat mezarından kalkıp yazarın yakasına yapışmalı, kendi işini, kendi namusunu kendisi mi temizlemeli?". Gördünüz mü namus telâkkisini? Kendisine Âşıkpaşaoğlu dedik diye namusu elden giden müverrih mezarından kalkacak, benim yakama yapışacak ve namusunu temizleyecek. Demek ki ben Âşıkpaşaoğlu demekle onun namusuna taarruz etmişim. Ne şahane fikir... Ne eşem prensip... 3) Yüksek tenkidlerini sıralarken, "zade" yerine "oğlu" kullanıldı diye bundan sonra "Fuzûlî" yerine "gereksiz", "Nâbi" yerine de "yokyok" demek icab edeceğini söylemekten kendini alamıyor. Fuzûlî adını kendisine bırakarak "Nâbî" hakkında da onu biraz aydınlatalım: Nâbî onun sandığı gibi “nâ" ile "bî''den ibaret değil, “saf” mânâsına gelen “nâb"ın mensubiyet şeklidir. 4) Meğer ben bir de cinayet işlemişim. Kemâl Ayaldı'nın özene bezene yazdığı tenkidinin sonlarında şu cümle var: Bu kabil cinayetlerin vebalini gelecek nesiller hepimizin omuzlarına yükleyecektir. Anlaşılan bu zat cinayetin de mâniasını bilmiyor. Yahut, kendisine telkin edilen bu yazıyı yazmakla ne kadar gülünç ve zavallı olacağını idrak edemiyor. Ben Âşıkpaşaoğlu Tarihi'ni 1949'da bir defa daha, asıl dili ile ve transkripsiyonla da neşretmiştim. O, popüler değil, ilmî bir neşirdi. Ne Türkiye'de, ne de Batı ilim âleminde kimse Âşıkpaşaoğlu adına itiraz etmedi. Hatta şu son haftalarda, Fatih'in sadrazamlarından Mahmud Paşa hakkında bir eser yayınlayan Ahmet Banoğlu bu eserinin sonuna “Âşıkpaşaoğlu Tarihine Göre Mahmud Paşa" başlıklı bir bölüm ekleyerek benim neşrettiğim Âşıkpaşaoğlu Tarihi'ndeki Mahmud Paşa'ya ait bölümü aynen kitabına aldı. Tarihçi olan, yıllardır bu konuda yazılar yazan Banoğlu'nun da bu konuda bir itirazı olmamıştır. Şimdi sözü bitirelim. Ticarette vurgunculuk olur ama ilimde olmaz. Aylarca emek çekilerek hazırlanmış bir kitabı on dakikalık çırpıştırma ile yok etmeye kalkanlar ilmin sert şamarını yerler ve ilmî haysiyetleri varsa bundan sonra okuyup öğrenmeden, bir konuya nüfuz etmeden kalem oynatmaya kalkmazlar. 25 Eylül 1970 Ötüken, 1970/10 (82), s. 3-5.
520 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.