Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

X: Hapisten Çıkış Bütün bunlar hapishanedeki son yılımdaydı. Bu son yılı, aşağı yukarı ilk yılım kadar iyi hatırlıyorum; hele son zamanlarını… Ama ayrıntıları anlatmanın gereği yok. Bir an önce günümü doldurma sabırsızlığıma rağmen, bu son yılın sürgün hayatımın ilk yıllarından daha çabuk geçmesini hiç unutmam. Mahpuslar arasında iyi bir adam olarak tanınmış, bu yüzden epey dost, arkadaş edinmiştim. Bunların çoğu bana sadakatle bağlıydılar, beni içten seviyorlardı. Başka bir arkadaşla hapishaneden çıktığım zaman, bizi uğurlayan istihkâmcı neredeyse ağlayacaktı. Şehir içinde bir ay kaldığımız resmi binada hemen her gün bize uğradı. Bununla beraber, bazı sert, soğuk kimseler vardı ki, benimle, Tanrı bilir neden, son dakikaya kadar tek bir kelime konuşmadılar. Sanki aramızda bir tahta perde vardı. Aslına bakılırsa son zamanda bütün hapishane hayatımdakinden çok daha fazla ayrıcalıklarım vardı. Şehrimizdeki askeri memurlar arasında ahbaplarım, hatta okul arkadaşlarım çıkmıştı. Onlarla münasebetlerimi tazeledim. Yardımlarıyla elime daha fazla para geçiyor, memleketime mektup yazabiliyordum. Dahası, kitap bile alabiliyordum. Birkaç yıldır elime kitap değmediği için hapishanede ilk okuduğum kitabın üzerimde yaptığı garip, heyecan dolu etkiyi anlatmak oldukça zor… Bunu hiç unutamayacağım… Kitabı akşam, koğuş kapandıktan sonra okumaya başladım; bütün gece, şafak sökünceye kadar okudum. Bu bir dergiydi aslında. Sanki öbür dünyadan bir müjdeciydi; eski hayat bütün açıklığıyla, parlaklığıyla önümde canlandı. Okuduklarımdan bu hayata göre geriliğimin derecesini anlamaya çalıştım. Orada bensiz ne kadar yaşamışlardı? Neyle, hangi meselelerle heyecanlanıp ilgileniyorlardı? Teker teker kelimeler üzerinde durarak satırların derinliğine inmeye uğraşıyor, onlarda gizli anlamlar, eski şeylere imalar bulmaya çalışıyordum. Zamanımda insanlara heyecan veren şeylerin izlerine rastladığım oluyor, sonra da derin bir kederle bu yeni hayatta kendimi yabancı, kesilip atılmış bir dilim olarak görüyordum. Yeniye alışmam, yeni kuşakla tanışmam gerekti. Eskiden tanıdığım, bana yakın olan kimselerin imzasını taşıyan başyazılara pek büyük bir özlemle sarılıyordum… Ama gözümün önünden yeni isimler de geçiyordu. Yeni kimseler çalışıyorlardı artık; bense olanca hırsımla bunlar hakkında bilgi edinmeye uğraşıyor, elimdeki kitap kıtlığına, kitap bulma zorluğuna kızıyor, kızıyordum. Daha önce, eski mevki komutanımız zamanında hapishaneye kitap getirmek tehlikeliydi. Aranıp bulunursa, derhal soruşturmalar başlardı: “Nereden çıktı bu kitap? Nerden aldın? Demek bağlantıların var ha?..” Nasıl cevap verirdim bu sorulara? Bu yüzden kitapsız kala kala, ister istemez kabuğuma çekilmiştim. Kendi kendime türlü sorular soruyor, çözmek için uğraşıyor, bazen bu yüzden azap duyuyordum… Ama bunları ne kadar anlatsam, yine bitiremem! Hapishaneye kışın girdiğim için, dışarıya da kışın, girdiğim ayın aynı gününde çıkacaktım. Kışı ne kadar sabırsızlıkla bekliyor, yaz sonunda yaprakların, step otlarının sararıp solmasını ne büyük zevkle seyrediyordum! Sonunda yaz geçti; sonbahar rüzgârları uğuldamaya başladı… İşte o kadar özlemle beklediğim kış da gelmişti. Kalbim hürlük sezgisi içinde sık ve sert vuruşlarla atmaya başlıyordu. Ama tuhaftır, zaman geçtikçe, tahliye günüm yaklaştıkça, ben de aksine gitgide sabırlı oluyordum. Hele son günler o kadar soğukkanlı olmuş, öyle ilgisizleşmiştim ki, kendi kendime çıkıştım. Avluda, paydos saatlerinde karşılaştığım mahpusların çoğu konuşmaya başlıyor, beni kutluyorlardı: — Ee azizim Aleksandr Petroviç, hürriyet yakınlaştı, yakınlaştı artık. Bizleri burada bir başımıza bırakacaksınız… — Sizin daha çok mu Martinov? diyordum. — Benim mi? Hiç sorma canım!.. Daha yedi yıl çekeceğiz bu çileyi… İçini çeker durur, geleceğini seyrediyormuş gibi dalgın dalgın önlerine bakarlardı… Evet; çoğu beni içten, sevinerek kutluyorlardı. Sanki hepsi bana karşı daha sevecen davranıyordu. Artık onlardan uzaklaştığım belliydi; benimle vedalaşıyorlardı. Soylulardan sessiz, iyi ahlaklı genç bir Polonyalı olan K. benim gibi paydos saatlerinde avluda uzun boylu gezinmeyi severdi. Temiz hava ve idmanla sağlığını koruyor, havasız koğuşta geçirdiği gecelerin zararını kapatmak istiyordu. Bir gün böyle bir gezintide karşılaştığımız zaman bana gülümseyerek: — Çıkmanızı sabırsızlıkla bekliyorum, dedi. Siz çıktıktan sonra benim de tam bir yılım kalacak. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim: Hayalciliğimiz, uzun süredir uzak oluşumuz yüzünden, hürriyet bize gerçek hayatta olduğundan daha geniş görünüyor, bizim için daha derin anlamlar taşıyordu. Mahpuslar hürriyet kavramını büyütürler ki, bu da onlar için gayet olağandır. Üstü başı dökük bir emir eri, kafası kazınmadığı, pranga taşımadığı, muhafızsız gezdiği için mahpuslara göre bir kral derecesinde, ideal sayılabilecek hür bir insandı. Son günümden önceki akşam, alaca karanlıkta son defa şarampolün kazıkları boyunca hapishanemizin avlusunu dolaştım. Bütün bu yıllar içinde bu kazıkların önünden kaç bin kere geçmiştim! Koğuşların arkasında, burada, hapisliğimin ilk yılında yalnız, kimsesiz, üzgün dolaşıyordum… O vakit daha burada kaç bin gün kalacağımı nasıl saydığım aklıma geliyor da, Tanrım, şimdi bütün bunlar ne kadar uzak! İşte şu köşede esir kartalımız duruyordu, burada Petrov’la sık sık karşılaşırdık… Hâlâ da bırakmıyordu beni. Koşa koşa yanıma gelir, sanki düşündüklerimi anlıyormuş gibi sessizce yanımda yürürdü; bir şeye hayret ediyormuş gibi bir hali de olurdu arada. Kararmış ahşap kışlamızın yapılarıyla da içimden vedalaşıyordum. İlk zamanlarda bende ne kadar soğuk bir etki bırakmıştı. Sanıyorum o zamandan beri onlar da eskidi, ama ben farkına varamadım. Ya bu duvarların arasında kaç gençlik boşu boşuna çürüdü gitti, nice yetenekler boş yere mahvoldu! Olduğu gibi söylemeliyim: Buradaki adamlar olağanüstü insanlardı. Belki de milletimizin en yetenekli, en güçlü adamlarıydı. Bunca yetenekli adam boş yere, doğal olmayan bir şekilde, büsbütün mahvolmuşlardı. Peki. Ama kabahat kimin? Hakikaten, kimde kabahat? Ertesi gün, sabah erkenden, mahpuslar daha işe çıkmadan, hepsiyle vedalaşmak için bütün koğuşları sırayla dolaştım. Birçok nasırlı, kuvvetli el bana içten bir sevgiyle uzatıldı. Bazıları elimi tam anlamıyla arkadaşça sıktılar, ama böyleleri azdı. Diğerleri benim birazdan onlardan büsbütün başka bir adam olacağımı pekâlâ anlıyorlardı. Şehirde ahbaplarım olduğunu, benim buradan doğruca o beylere gidip onlarla yan yana, akran gibi oturacağımı biliyorlardı. Bunu anladıkları için benimle güler yüzle, tatlılıkla, ama bir arkadaşla değil de, tanıdık bir beyle vedalaşır gibi vedalaşıyorlardı. Bazılarıysa arkalarını dönüp selamımı hiç almıyordu. Arada nefretle bakanlar da çıktı. İş trampeti çaldı. Hepsi işe gitti, ben evde kaldım. Suşilov bu sabah herkesten önce kalkmış, çayımı yetiştirebilmek için kendini paralamıştı. Zavallı Suşilov! Ona eski hapishane çamaşırımı, gömleklerimi, pranga kayışlarımı, biraz da para verince, ağlamaya başladı. Dudaklarının titremesini zapt etmeye çalışarak: — Bunu değil… bunu istemiyorum ben! diyordu. Sizden nasıl ayrılacağım Aleksandr Petroviç? Kimim kalacak siz gidince? Akim Akimiç’le de son defa vedalaştık. — Sizin de çok bir şeyiniz kalmadı! dedim. Elimi sıkan Akim Akimiç: — Ben daha çok pek çok kalacağım burada efendim, diye mırıldandı. Boynuna sarıldım, öpüştük. Mahpusların işe çıkmalarından on dakika sonra biz de, yani ben ve hapishaneye birlikte geldiğim arkadaşım, bir daha dönmemek üzere hapishaneden çıktık. Prangalarımızın sökülmesi için demirhaneye gitmemiz gerekiyordu. Hem bu defa arkamızdan süngülü bir muhafız gelmiyordu. Çavuşla birlikte gittik. Prangalarımızı istihkâm atölyesinde mahpuslarımız çıkardılar. Arkadaşımınkinin çıkarılmasını bekledim, sonra örse yaklaştım. Demirciler yüzümü öte yana çevirip ayağımı arkadan kaldırarak örsün üstüne koydular… Telaşlanıyor, işi ellerinden geldiği kadar iyi, ustalıkla yapmak istiyorlardı. Ustabaşı emirler yağdırıyordu: — Perçini döndür, önce perçini döndür! Tut şöyle, hah!.. Şimdi vur çekici! Zincirlerim düştü. Eğilip kaldırdım. Elime alıp son bir kez bakmak istiyordum. Daha biraz önce bunların ayaklarımda olduğuna şaşıyordum. Mahpuslar kesik, kaba, ama nedense memnun seslerle: — Haydi uğurlar olsun! dediler. Tanrı’ya emanet olun! Evet Tanrı’ya emanetiz artık! Hürriyet, yeni hayat, yeniden doğuş… Ah ne tatlı bir an bu!
·
521 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.