Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Sen tüm kentten daha yalnızdın, okyanus gibi yalnızlık.. Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor.. Bazı günler elime bir et parçası alamıyorum, ya da o bütün bir cesedi andıran tavuklar. Kızartabiliyorum, ama yiyemiyorum… Yaşamımın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı. Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi dünyamın beklentisi. Kendi odamda içibileceğim sabah çayının beklentisi. Sinir hastanelerinin kantinlerinde, teneke çayı, kendi odamda içmek istiyordum. Kimse senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme. Ağaçların tepeleri görünüyor. Bugünlerde yavaş yavaş çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların. Zaman zaman kendini tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi aynı anda çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçlar kadar da bırakılmış duyuyorum. Özellikle ben’in, ben’i bıraktığı anlarda. Ya da ikisi bütünleştiğinde. Ve birdenbire, şimdiye dek hiç algılamadığım bir duygu gelip beni buluyor: Bırakılmışlığın tadı.. Çareyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir.. Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.” Acımın derinliğinde benim için artakalan hiçbir şey yok. Yalnızlığı algılamanın gururu bile.. Onu gözetledim. Çocukken elma bahçelerinde. Baş döndüren salıncaklarda. Yaşam çabalarında. Uykusuz gecelerde. Uykunun derinliğinde. Her zaman canlı, her zaman somut bir olguya yaklaşmak isteyen kadını gözetledim. Kimseyle değil, ama yalnız kendi kendiyle kadın olan, kadın kalabilen insanı gözetledim.. Bacalar ve gerisinde durduğum pencere arasında evlerin çatıları, üst katlarının gri ya da sarı duvarları, ağaçlar, çatıları aşan yüksek ağaçlar ve görülmeyen caddelerden yükselen ve hiç bitmeyen ve hiç bitmeyen bir araba akışının gürültüsü var. İşte yeryüzü. Gerisini düşünmeye gerek yok. Kent, gerisini düşünmüyor. Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı. Kent sokaklarında çıkan her benlik değiştirilmiş, takınılmış bir kişilik değil mi. Duvarlar gerisinde en çok kendimiz olmuyor muyuz. En çok duvarlar arasında direnmiyor, en çok duvarlar ardında duymuyor muyuz. Duvarlar ardında bu doyumsuz yaşamdan soluklar alarak ve alamayarak ayrılmayacak mıyız.. All is the same, time has gone by, some day you come, some day you’ll die, some one has died long time ago.. Her anı ölüdür, şimdi sen bir anısın, sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek.. Bu yaşam beni ancak içimde esen rüzgarları içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler o rüzgara o ölüme o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.. Şimdi sen bir anısın. Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulunduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur. Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür, derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlaşır. Ve hiçbir zaman bitmez. Yaşam gibi. Ölüm gibi. İnsan sevgiye biri yanımızda olmadığından acı çekene dek dayanır; oysa gerçek yalnızlık dayanılmaz bir hücredir. Şimdi sen ölü bir anı olmak istiyorsun, başka kentlerin başka sınırlarından arıyorsun. Daha uzaklara gitmek istiyorsun.. İnsan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarını aştı, zaman zaman da insanlar yalnızlığımızı bir başınalığımızdan daha derin, daha dayanılmaz boyutlara iteledi. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse de mutsuz değildi çünkü kimse inanmaz mutluluğa. O kenttesin, bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını bırakıyorsun. Şimdi çocukluk beklentilerini yeniden buldum, bulvarların ve evlerin öte yakasında.. İnsanın yalnız cesedi yalnız kalabilir, canlı cesedi asla. Çocukluğumda yeryüzünün sonsuzluğunu algılayabiliyordum ama yaşlı kadınların yalnızlığını değil.. Büyümenin yaşlanmak demek olduğunu bilmiyordum. Ölmeyi görmek, Mora Nehrini yenidem görmek olduğunu.. Niçin dünyaya geldiğini bilmiyor musun? Anlatmalısın, anlatmalısın, ayrıca acıkmalısın susamalısın.. sonun korkunç, sefil olmalı! Bunu bilmiyor musun? Bunu sana Pavese söylüyor… Uğraştığı işle çıktığı gezilerle, oturduğu insanlarla, gittiği kahvelerle, aradığı arkadaşlarıyla ya da herhangi bir hareketliliğiyle yaşayan bir insan değilsin. Tersine, bir davranışında gene kendini yaşıyorsun., bir yolculuğa çıkmak için de bu nedenle karar veremiyorsun. Nasılsa her gittiğin yerde kendinsin.. Sizin gibi insanlara yer yok, bana acı çektiriyorsunuz. Başında fırtınalar esiyor, gözleri kıpkırmızı. Stefano gülümsedi: Biz dünyaya kendi kendimize acı çektirmek için geldik, dedi. Otuz yıl öncesi kentimin bir küçük burjuva mahallesindeki kadar ölü bir Pazar. Yalnız evler görkemli. Mağazalar görkemli. İnsanlar görkemli. Ama içlerinde soluk yok. Soluk yok.. Yaşanacak bir yaşam vardır. Binilecek bisikletler vardır. Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.. Yaşamım ölümüm her yaşam her aşk ve her ölüm olmalı.. "Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. Her yüzde, her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her sabahta gördüm yaşamın sonunu. Çocukken bile, buğday tarlalarında, yaz gecesi mehtabında ve çocukluk gecelerinin derin karanlığında gördüm yaşamın sonunu, ama ben giderken, ben ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köylerden, tarlalardan, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken, yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönde yitip giderken, her görüntüyle birlikte ardımda benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaştım yaşamın sonundan." Neden buradaki yeşil yabansı sessizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor.. Ölüm gelecek ve gözlerini alacak, o ölüm ki bizleri sabahtan akşama dek izleyen, sağır, eski bir acı ya da anlamsız bir angarya olarak. Ama gene İstanbul kentinde bir mezarım olsun istemiyorum.. Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle… Çocuk, çıplak pencereden serin ve siyah tepelerdeki geceye bakıyordu ve gözleri önünde açılan bu görünümü şaşkınlıkla algılıyordu: Puslar üzerinde hareketsiz bir berraklık. Karanlıkta hışırdayan yapraklar arasında tepeler beliriyordu. Günün tüm izleri, yamaçlar, ağaçlar, üzüm bağları, tepeler üzerinde renksiz ve ölüydü ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiçti. İnsan bir başka, insanla ya da herhangi bir olguyla arasındaki ilişkiyi biçimlendiremezse bu ilişki yok demektir.. Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm iş yerleri çalışacak insanlarla dolacak. Sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar dünyanın belirli hava alanlarına doğru göklerde yol alacak. Gemilere, arabalar eşyalar yüklenecek. İstasyonlara yorgun yolcular inecek. Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin aşkı ile uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümle ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yerlere bomba atacak. Pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferanslarına katılmak için uzak bir yolculuğa çıkacak. Bütün ülkelerin ordularının askerleri insan öldürme talimi yapacak. Kimi ülkede bir darbe olacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programına çoktan başlamıştır. Akdeniz?de balıkçılar balık ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz?de kadınlar kapılarının önünü çoktan süpürüp sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yollardadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın, sonsuz yazlarından bir sabah. Tüm ince duyguları, tüm bağlılıkları kendini verme isteğini bir tutukevinde gibi ağır bir yük gibi yüreğinde hapsetmek zorunda bırakılmıştı.. Hep öyle değil mi? Sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını, kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz? Kim karşılıyor sevgileri? Bir ilişkinin başlangıcı sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi? Belki ancak ayrılık bir açıklık bir derinlik kazanmıyor mu.. Zaman zaman da herkesten nefret ettim.. Yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi beklemedim. Ancak anlamsızlık ve acı sonsuz bir gelişigüzelliğe vardığı günlerde derin derin uzun uzun çok yorucu uykuları uyudum.. Yorgun isteksiz ve umutsuz uyanıncaya dek.. Duygular duygular duygular.. Bırak kentleri bırak yapıların görkemini, yoksulluğunu, bırak yolları, istasyonları, insanları, yabancıları, sevdiklerini, çocukluğunu ölen uzaklardaki insanlarını bırak bırak bırak içinde seni kemiren seni bırak.. Bir yüksekliğin bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım, inemiyorum, yaşayamıyorum, ölemiyorum.. Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle, kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.. Her şey geçiyor hiçbir şey geçmese de. Çevreme bakıyorum. Ne var. Bildik siyah geceler. Bildik gri sabahlar. Bildik güneşin belirli ışığı. Zaman zaman en büyük güzelliklerine bürünse de, ışıklar gerçekten bizi şaşkına çevirse de, o ışıkların sonbahar ışıklarının tüm sonbahar yapraklarına verdiği renklerin tüm çeşitliliklerinde bir başına ışığı ilk kez görürcesine yürüsen de, içinde bağıran gene Dr. Driver. "Hepiniz ne denli can sıkıcısınız!" "Hepiniz ne denli can sıkıcısınız!" "Hepiniz ne denli can sıkıcısınız!" Sen günlere bir şey getirmedikçe günler sana hiçbir şey getirmiyor. Boş bir caddede yürüme olanağı bile yok.. Her köşe, her cadde, öyle dolu öyle dolu, öyle dolu öyle dolu ve bu doluluk içinde öyle boş, öyle boş öyle boş ki… Kader diye bir şey yoktur, yalnız sınırlar vardır, en kötü yazgı sınırları sabırla karşılamaktadır. Karşı çıkmak gerekir. “Sınırları tanıyan, benimseyen, bu sınırlara uyum gösteren hiçbir insan, karşı çıkmanın sonundaki bireysel bağımsızlığa erişemeyecek. Hem karşı çıkıp hem de sınırlarda yaşayan insan, yaşamı boyunca çıkmazından sıyrılamayacak. Huzursuzluk duyacak ve ne yaşamdan hoşnut olacak, ne de rahatlıkla ölebilecek. Yaşlandıkça ölüm korkusu büyüyecek. Başkalarının yanında kendini güçlü göstermeye yeltense de, yalnız kaldığında, hiç değilse kendi kendine yalan söylediğinin farkına varacak. Bu bilince varsa, o bile bir adım. Birçoğu yalanı gerçek gibi algılayacak kadar sıyrılmış kişisel özgürlükten.” Beklenti mi veriyor bu gücü, yoksa direnmenin gereksizliği, yararsızlığı mı oysa dışarıda ne direnebiliyorsun, ne de beklentin var, gerçek bir hastane, belki de sonsuz bir tımarhane.. Biz kendimizi kendi köyümüz dışındaki her yerde rahat sayan huzursuz insanlarız .. Denizin dümdüz yüzeyi boyunca sonsuza dek böyle gidebileceği duygusuna kapıldı.. Onayladığını yanıtlar yalnız bir yüzey benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey… “Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlenizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı dendim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum Herhangi bir yol Bu yolun İstanbul’da bitmesi bir rastlantı. Kenti, ülkeyi, yolları ben seçmedim ki. Hiçbir yerde değilim hiçbir yerde olmayacağım.Hiçbir şeyi benimsemeyeceğim.. Aklımı ellerinizden kurtardım. Geçti, ben gökyüzümün altında topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim.. Tek günah, insanın kendi yaptığını kavrayamamasıdır.. Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı değmezdi, yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması.. Ben İstanbul’dan uzaklaşmaya çalışırken her şey İstanbul’u çağrıştırıyor.. Tüm yaşam diye düşünüyorum böylesi sabahlarda, tüm yaşam güneş altında bir oyun… Bu çocuklar da benim çocukluğumdaki gib merak ve korku ile mi bakıyor doğaya, dağlara, mısır tarlalarına deniz yüzeyine.. Çocuk, kendini bürüyen yalnızlığın boşluğun bilincinde değildir, ve diğer dünyaların, her insanın oluşturduğu bir bütün dünyanın. Sonra, yol ilerler. Dünyalara açılan yeni yaşamlardır yolculuklar.. Birdenbire önünde açılan gecenin gökyüzü olduğunu kavradı, ve gözü ancak sabah ağarırken bir trende oturacağını ve yaz günleri, altındaki topraklarda ilerleyeceği kadarını görüyordu. Bağımsız geçip gideceği, o görünmeyen insan duvarları gerisine her zaman için kapacağını görüyordu. İşte sınır buydu ve tutukevinin tüm suskunluğu hiçlikte yitti. Gecede. Senin yaşadığın kentte, bombalar patlamasa da yürünecek sokak kalmadı.. Sana kendi kentinden daha yabancı bir kent var mı. Derinliğini bu denli sevdiğin ve anını yaşayamadığın, giderek bırakıp attığın, uzaklaştığında yalnız bir tek resmini algıladığın o derin kent.. Az sonra sokaklar, ardından da gökyüzü kararacak, gece inecek, yalnızları daha yalnız, hastaları daha hasta kılmak için.. İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz için bizi de sorumlu kılıyor. Korku, alışılagelmiş korku, kaçış değil. İnsan, gerçeği kavradığı için utanıyor - işte gerçek önümüzde: Her ceset, sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş, bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar. Acılar olmadan yazılabilir mi edebiyat yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu.. Ağlama Letizia, ağlama. Hiçbir şey değil. Ölmek hiçbir şey değil.. Yaşadığım insanlar tanıdığım tüm duyguları algılamaya çalıştığım ama kalmasını istediğim hiçbir yer yok. Yaşamım vazgeçmek, gelip geçmekten kaynaklanıyor. Ne denli çok gidersem, hiç gitmediğim duygusuna böylesi çılgın bir duyguya o denli güçle dalıyorum.. Yaşlanmanın en acı duygusu insanın tüm dostlarını yitirimesi. Geri Kalan Yalnız Boşluklar, İnsan Yalnız .. Artık ilk kez kendi kendime olmak istediğimden bir başka insana, insana dayanacak hiç gücüm yok. Bir insan olabilmek bu apayrı bir olgu. Şans cesaret istek gerektiren bir olgu. Özellikle dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren. Ve yapmak istediğini düşünmek yalnızca. İnsanlar umursamazsa korkmamak. Yılar yılı beklemek ölmek gerek ve sen öldükten sonra şansın varsa o zaman bir şey olabiliyorsun.. Yeryüzünü gözyaşları sonsuzdur. Biri ağlamaya başladığında bir başka yerde bir başkasının gözyaşları diner.. Ölüm bir şey değil, ölüm hiçbir şey değil. valentino bahçelerinde tek mutluluğumun kaçmak olduğunu kavrıyorum. her şeyden. her şeyden. bütün çocukluklardan, bütün acılardan, bütün sevgilerden, bütün doyumlardan, bütün gecelerden, bütün günlerden, evlerden, evlilikten, aile bağlarından, her genç aydan, her ülkeden, her sınırdan, her sınırlılıktan, alışkanlıklardan, her dünyadan, her öteki dünyadan, her yaşamdan. her gece ölüyorum. sonra ölümden kaçıp yeniden canlanıyorum. her yirmi dört saat, hem yaşam, hem ölüm. ve ilk kez bu yolculuğum süresince, yazarlarımın çevrelerinde, sokaklarında, kahvelerinde, bulvarlarında, mezarlarında, evlerinde, dünyaya baktıkları yörelerde çıktığım bu yolculukta, içimde sürekli çakışan ikili kişiliğin, tek bir "ben"de birleştiğini sezinliyorum. içinde var olduğum zamansızlığın tüm sonsuzluğunu, tüm sınırsızlığını hem ardımda, hem önümde kavrıyorum. sonsuzluğu zaman zaman bir ışık, zaman zaman da gri bir çizgi olarak görüyorum. ama çocuk da o ışığı esentepelerde görmüyor muydu. bu kahrolası yeryüzünün o büyük yalnızı. onu ne denli seviyorum.. tanrı bana büyük yetenekler vermiş bazılarına kanser vermiş, kimini budala oarak yaratmış. Kimini daha çocuk yaşta ölüme göndermiş. Tanrı’nın büyüklüğünün nerede olduğu belirsiz. İşte ben bin liret. Castellanzzo Rahibi için. Kendi öykülerini anlatsın, kendi dinlesin. Hiç değilse anlattıklarına kendisinin inandığını umalım. Kendinize bakın. Bana gelince, kendimi buz parçası içindeki balık gibi duyuyorum.. Gitmeliyim. Gitmeliyim. Gitmeliyim. Gitmeliyim. Gitmeliyim. Ben giderken, ben ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köylerden, mısır tarlalarından, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı boyunca ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönünde yitip giderken, her görüntüyle birlikte benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaşıyorum yaşamın sonundan. Başlangıcından. Orada yalnızlık en büyük yalnızlık içinde yitiyor. Hiçlikte.Ve yaşam yalnız rüzgar yalnız, gökyüzü, yalnız topraklar ve yalnız hiç değil mi?
··
2.525 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.