Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

263 syf.
·
Puan vermedi
·
4 günde okudu
Uluslar ve Ulusçuluk - Ernest Gellner
Milliyetçilik okumalarına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Önce yazarı tanıyalım: Ernest Gellner 1925'te Prag'da doğdu. 1939'da ailesiyle birlikte Londra'ya taşındı. Oxford Balliol Koleji'ndeki felsefe öğrenimi gördü. 1947'de Edinburgh Üniversitesinde aynı dalda akademik kariyerine başladı. 1949'da Londra İktisat Okulu Sosyoloji Bölümü'ne geçti. Buradaki dil felsefesi çalışmalarının ardından, sosyal antropoloji alanında doktora yaptı. 1984'te Cambridge Üniversitesi Antropoloji Bölümü başkanlığına getirilen Gellner, kariyerini doğduğu şehir Prag'da, Orta Avrupa Üniversitesi'ne bağlı Milliyetçilik Çalışmaları Merkezi'nin başkanı olarak tamamladı. Bu kitaptaki ana hipotezleri/önermelerini, çeşitli kaynaklardan alıntılar şeklinde okurlar için derleyip topladım: "...Gellner, ulusların ve ulusçuluğun doğal olmadığını çünkü bunların insanlık durumunun kalıcı öellikleri olmadığını, sanayileşme ile ortaya çıktıklarını ısrarla belirtiyor. Keyfi, yani rastlantısal ya da önü alınabilecek olgular da değildirler; sanayileşme ile yakın hatta zorunlu bir bağlantıları vardır. Kimlik, bunun yerine, sanayi toplumunda yeni işlevler edinen kültürde temellenir. Mesleki değişim ve hareketlilik, insanların, bir ömür boyu devam edecek ve bir kimlik sağlayacak (papaz, esnaf, asil, köylü, kral) tek bir meslek ve konum için hazırlanmasını değil, sanayi toplumunda roller arasında hareket edebilecek becerilerle donanmasını gerektirir. Okuryazarlık, hem özgül rollerden kurtulmak hem de bağlamdan bağımsız iletişime girmek için hayatidir. Kitlesel okur yazarlık, standartlaşmış bir yazı dilinde olmalıdır ve doğrudan üstlenmese bile, sadece devletin üstesinden geleceği bir kitlesel eğitim sayesinde gerçekleştirilir. Devletle bütünleşmiş yazılı anadile dayanan standart bir kültüre erişme yolunda yapılan acımasız baskı "ulusları" yaratan şeydir. Kimlik, bunun yerine, sanayi toplumunda yeni işlevler edinen kültürde temellenir. Mesleki değişim ve hareketlilik, insanların, bir ömür boyu devam edecek ve bir kimlik sağlayacak (papaz, esnaf, asil, köylü, kral) tek bir meslek ve konum için hazırlanmasını değil, sanayi toplumunda roller arasında hareket edebilecek becerilerle donanmasını gerektirir. Okuryazarlık, hem özgül rollerden kurtulmak hem de bağlamdan bağımsız iletişime girmek için hayatidir. Kitlesel okur yazarlık, standartlaşmış bir yazı dilinde olmalıdır ve doğrudan üstlenmese bile, sadece devletin üstesinden geleceği bir kitlesel eğitim sayesinde gerçekleştirilir. Devletle bütünleşmiş yazılı anadile dayanan standart bir kültüre erişme yolunda yapılan acımasız baskı "ulusları" yaratan şeydir. Ulusçuluk, önceden var olan ulusların dile getirdiği bir duygu değildir; daha çok, önceden var olmayan ulusları yaratır. Gellner, önceki belirli koşulların (yazılı ana dil, toprağı olan devlet, belirgin bir din) bazı ulus biçimlenmeleri üzerinde etkili olduğunu ancak bu koşulların ulusçuluk öncesi uluslar oluşturmadığını teslim eder. Gellner, var olan ulusçuluklardan çok daha fazla potansiyel ulusçuluk olduğuna dikkati çeker. Başarılı olanların daha gerçek uluslar olduğunu ve onların ulusçu fikirlerinin özünde 'yenilgiye uğramış' olanlarınkinden daha güçlü olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Bazı 'nesnel' koşulların var olması gereklidir: örneğin standart bir kültürün, kendisini üzerine inşa edeceği gerçek bir dil olmalı. Gellner ısrarla sanayileşmenin, devlet destekli kitle eğitimi aracılığıyla standartlaşmış bir yerel dilde, okuryazarlığa dayalı bir kültürel türdeşleşmeyi gerektirdiğini ya da içerdiğini belirtmiştir. Son olarak, hem hareketler hem de duygular bağımsız devlet kurma talebini gündeme getirmeyerek, Gellner'in tanımına göre siyasal ilke açısından ulusçu olmayabilir. Son 150 yılın önemli bir olgusu olan ulusçuluk aslında sanayileşmenin bir işlevi olmaktan çok onu hedefleyen bir gelişme olarak görünmektedir. Düşünce, değer ve tutkular, ulusçuluğun açıklanmasında birincil düzeyi oluşturmaz. Ulusçu duygular (iyi veya kötü niyetli, hangi biçimde olursa olsun) ve tutkuların oluşabilmesi ancak sanayi toplumuna geçişte etkili olan daha derin sosyolojik bir dönüşümle mümkün olabilir. Gellner, teorisini insanlık tarihinin üç temel aşamasına ve bu üç aşamanın her birinde bilişsel kavrayış, üretim ve baskı arasındaki ilişkiye dayanan sosyolojik bir model biçiminde sunmuş ve sonuçta en sonuncu aşamada, yani sanayileşmecilik çağında, ekonomi, kültür ve devlet arasındaki ilişkiyi işlevselci bir analizle irdelemiştir. Ulusçuluk ancak bu aşamada konumlandırılmalı ve anlaşılmalıdır. Ulusçuluk, öncelikle siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir. Kısaca ulusçuluk, etnik sınırların siyasal sınırların ötesine taşmamasını ve özellikle -aslında genel ilkenin dışladığı bir olumsallık olarak- bir devletin içindeki etnik sınırların iktidar sahipleriyle yönetilenleri birbirinden ayırmamasını öngören bir siyasal meşruiyet kuramıdır. Dünya üzerinde çok sayıda potansiyel ulus mevcuttur; ancak dünyamızda belirli sayıda bağımsız ya da özerk siyasal birime yer vardır. Makul bir hesaba göre, potansiyel ulusların sayısı idame edebilecek devlet sayısının çok üstündedir. … Bir siyasal toprak biriminin içinde türdeş bir etnik birimin var olabilmesi, ancak aynı ulustan olmayanların öldürülmesi, ülkeden sürülmesi ya da asimile edilmesiyle mümkün olacak demektir. Her toplum devleti haiz değildir. Öyleyse, ulusçuluk sorunu da devletsiz toplumlarda ortaya çıkmaz. Eğer ortada devlet yoksa, açıktır ki, sınırlarının ulusun sınırlarıyla çakışıp çakışmaması diye bir sorun da olamaz. Devlet olmayınca, yöneticiler de olmayacağından, yöneticilerin yönetilenlerle aynı ulustan olup olmadıkları da sorulamaz. Demek ki, ulusçuluk sorunu devlet olmadan ortaya çıkmamaktadır. Oldukça eğreti iki tanım, bu anlaşılması zor kavramın yerini bulmamıza yardımcı olacaktır: 1. İki insan, ancak ve ancak aynı kültürü paylaşıyorlarsa aynı ulustan sayılırlar. 2. İki insan ancak ve ancak birbirilerini aynı ulusun üyesi olarak kabul ediyorlarsa aynı ulusa mensup demektirler. Bir başka deyişle, ulusları insanlar yaratır; uluslar insanların kendi inanç, sadakat ve dayanışmalarının ürünüdür. Okuryazar tarım toplumlarının göreli istikrarı sayesindedir ki nüfusun hoş görülemeyecek sürtüşmeler çıkmadan tabaka, kast ya da Osmanlı milletleri gibi keskin ayrımlarla bölünmesi ve yaşaması mümkün olmaktadır. Tarım toplumu eşitsizlikleri mutlak gösterip dışsallaştırarak ve altını çizerek onları kaçınılmaz, sabit ve doğal göstermekte, dolayısıyla da güçlendirip makbul hale getirmektedir. Eşyanın tabiatından kaynaklanan ve daimi gözüken şeyler sonuçta ne kişiselleştirilebilir ve kişiliği zedeleyici bulunur ne de ruhen dayanılmaz olur. Sanayi toplumuysa sınıflar arası sınırlar yerine uluslar arasındakileri güçlendirmektedir. Kısacası tarım toplumunda çeşitli kültürler mantar gibi fışkırır; ancak koşullar genelde kültür emperyalizmi denebilecek bir gelişmeyi, yani kültürlerden herhangi birinin hakimiyet kurup siyasal bir birimin tümünü kapsamasını teşvik etmez. Halk arasında geçerli olan inancın ve hatta bilimsel kanaatin aksine ulusçuluğun insan ruhunda hiç de çok derin kökleri yoktur. Fakat bizim ulusçuluk mitini kabul etmememiz gerekir. Uluslar, eşyanın tabiatında var olan ve doğal türler öğretisinin siyasal uyarlaması olan şeyler değildir; ne de ulusal devletler, etnik ya da kültürel grupların belirgin ve nihai kaderidir. Gerçekte var olan kültürlerdir; çoğunlukla belirsiz gruplar halinde yaşayan, birbirlerine karışan, örtüşen, iç içe giren kültürler. Ulusçuluk, ulusların bir ürünü değildir, tam tersine, ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir. Ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek kat edilir, oldukça hayali, eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler gündeme gelir. Ulusçuluğun kullandığı kültürel parçalar ve yamalar çoğu kez gelişigüzel yaratılmış tarihsel icatlardır. Ulusçuluk, aslında, alt kültürlerin daha önceleri halkın çoğunluğunun ve bazı durumlarda da tümünün hayatına hakim olduğu bir toplumsal bir yüksek kültürün genel olarak dayatılmasıdır. Yani okulda okuyarak elde edilen, akademik dünyanın denetlediği, mümkün olduğunca açık bir bürokratik ve teknolojik iletişimin gereksinimlerine göre inceden inceye düzenlenmiş bir dilin genel topluma yayılmasından söz ediyoruz. … Bütün olup biten de gerçekten budur. Ulusçuluğun efsaneleri gerçeği alt üst etmiştir; gerçekte bir yüksek kültürü biçimlendirirken folk kültürüne dayandığını iddia eder; gerçekte anonim bir kitle kültürünü inşa etmeye çalışırken, eski folk toplumunu koruduğunu öne sürer. Ulusçuluk, -siyasal hayatın temeli olan türdeş kültürel birimlere ve yönetenlerle yönetilenlerin zorunlu kültürel birliğine dayanan ilke- ne eşyanın tabiatında, ne insanların kalplerinde ne de genel olarak toplumsal hayatın önkoşullarında yazılıdır. Bunun böylece yazılı olduğu iddiası, ulusçu öğretinin kendisini kanıt gerektirmeyen bir gerçek olarak sunmasından kaynaklanan bir yalandır. Fakat ulusçuluk, ulusçuların ileri sürdükleri gibi bir öğreti değil, bir olgu olarak, bir dizi toplumsal koşulun içinde vardır ve bu koşullar bizim zamanımızın koşullarıdır. Bunu inkar etmek, en azından ulusçuluğu kendi kavramlarıyla kabul etmek kadar büyük bir hata olur. Kendi kaderini belirleme kavramı Kant'ın düşüncesinde çok önemli bir yer tutar. Kant'ın sorunu, hem bilimsel hem de ahlaki bilgimizi doğrulamaktı (ve sınırlandırmaktı). Bu sonucu elde etmek için kullandığı başlıca felsefi araç, bizi yönlendiren kavramsal ve ahlaki ilkelerin kaçınılmaz olarak kendi kendini doğurduğu yolundaki iddiasıdır. Dışarıda bulunabilecek bir otorite ya da kanıt olmadığına göre, bu, içerde olmalıdır. Bu, onun düşüncesinin çekirdeğidir. Aslında ulusçular, Aydınlanmanın soyut akılcılığını tanımayan muhafazakar gelenekçileri kendilerine kardeş ilan edebilirler ve sık sık da ederler. Her ikisi grup da tarihin somut gerçeklerine ya saygı duymak ya da tapınmak isterler ve bu gerçekleri, canlı olmayan, soyut evrensel aklın yasasına tabi kılmayı reddederler. Cüretkar bireysel iradeyi takdir etmekten çok uzak olan ulusçular, tecrit edilmiş tek bir benlikten daha büyük daha ısrarlı ve daha meşru sürekliliği olan bir varlığa boyun eğip onunla bütünleşmekten keyif alırlar. Ulusçuluk birkaç önemli özelliğiyle ayırt edilen bir yurtseverlik türüdür. Türdeşlik, okuryazarlık ve anonimlik temel özellikleridir..." Gellner'in temel savları bunlardır. Sanayileşme ve milliyetçilik arasındaki ince bağlantıları gösterdiği için benim için ufuk açan bir kitap olmuştur. 8/10 veriyorum. Milliyetçilik çalışmalarının bir klasiği olan bu kitabı, meraklıların okumasını tavsiye ederim.
Uluslar ve Ulusçuluk
Uluslar ve UlusçulukErnest Gellner · Hil Yayınları · 200853 okunma
·
365 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.