Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Atsız, her şeyden önce bir ülkü adamıdır. Bütün faaliyet sahaları; tarihçiliği, edebiyat araştırıcılığı, romancılığı gibi şairliği de, bağlı bulunduğu ülkü mihveri etrafında döner. Bundan dolayı onun şiirlerini, Türklük ve Türkçülük fikirlerinden ayırarak incelemek mümkün değildir. Türk milliyetçiliğinin hem fikir, hem mücadele tarihinde Atsız, şüphesiz ki bir merhale teşkil eder. Onun fikir tarihimiz içindeki yerini tâyin etmek, bu konuda araştırma yapacakların işidir. Ancak biz şu kadarını söylemek istiyoruz. O Türkçülüğü üç cephesi olan bir bütün olarak kabul eder. Bunlar ırkçılık, Turancılık ve militarizm cepheleridir. Atsız'ın bağlı bulunduğu ırkçılık, Gökalp'ın "Türkçülüğün Esasları'nda reddettiği antropolojik ırkçılık değildir. Onun Türkçülük sistemindeki ırkçılık prensibi; Türk soyunun bütün başka soylardan üstün olduğuna inanmak, bu soyun karışmamasını istemek, devletin mühim mevkilerine yabancı soydan geldiği bilinen kimseleri getirmemek şeklinde hülâsa edilebilir. Turancılık, bütün Türklerin aynı siyasî birlik içinde toplanması ve eskiden Türk'e ait olan toprakların yine Türk'ün olmasıdır. Militarizm ise, orduyu ve askerlik işlerini ön plâna almak, eğitimde askerliğe birinci derecede yer vermektir. Atsız'ın milliyetçilik için koyduğu merhaleler de ona fikir tarihimizde orijinal bir yer ayırmamızı gerektirir. 1944'te yazdığı bir makalede bu merhaleleri şöyle anlatıyor: "Millî ülkülerde, azdan çoğa doğru üç dönem vardır: Bağımsızlık, birlik, fetihler... Millî ülkünün ilk dönemi bağımsızlık kazanmaktır. Bağımsız olmayanlar bunu kazanmak, kazanmış olanlar ise onu koruyup sağlamlaştırmak düşüncesi ardından koşarlar... Milli ülkünün ikinci dönemi birliktir. Yani bir milletin bütün fertlerinin tek bayrak altında, tek devlet hâline gelmesidir... Millî ülkünün üçüncü dönemi ise fetihlerdir. Atsız'ın şiirlerinin büyük bir çoğunluğu ülkü için yazılmıştır. Doğrudan doğruya aşkla ilgili olan şiirleri pek azdır. Bâzı şiirleri ise dâvâ uğrundaki mücâdeleleri sırasında çektiği ıstırapları, yalnızlıkları ve özleyişleri dile getirir. Ülkü şiirleri ya doğrudan doğruya ülkünün kendisini anlatır, ya da ülküyü besleyen toprak (vatan), mâzi (tarih), kahramanlık, savaş, mitoloji gibi çeşitli unsurları ele alır. Atsız için ülkü, insan olmanın şartıdır: Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden İtler bile gülecek kimsesizliğimize. mısralarıyla millî ülkünün dışındaki maddî gayeleri aşağılar. İnsan olmak için mânevî gayeler peşinde koşmak şarttır. 1955'te yazdığı bir makalede bu fikir şu şekilde ifade edilir: "İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Millî bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan ne farkı kalır?" Atsız, şiirlerinde her vesile ile ülküye olan bağlılık ile beşerî aşkı mukayese eder. Bu, mutasavvıfların ilâhî aşkla beşerî aşkı karşılaştırmasına benzer. Toprak-Mazi şiirinde: "Sevgiliden sevgili bir mefkûre vardır." diyen Atsız, ülküyü dâima beşerî aşktan üstün tutar. Ona göre âşık için sevgili neyse, ülkücü için de mefkûre odur. Yakarış şiirinde sevgiliye benzetilen mefkûre "Tanrı Dağı" ile sembolleştirilmiştir: Âşık nasıl bulursa iç açan bir serin su Sevdiği bir güzelin som yalaz dudağında, Sönecektir bizim de gönlümüzün tamusu Tanrıların gezdiği yüce Tanrı dağında. Şu mısrada ise ülkü, doğrudan doğruya nazlı bir geline benzetilir: Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!" Ülkü nasıl bir sevgilinin bütün vasıflarına sâhipse, ülkücü de âşığın bütün vasıflarına sahiptir. Âşık gibi sevgiliden başka hiç bir şey düşünmez: Mefkûresinden başka her varlığı unutan Kahramanlar gibi sen, ebedî kalmalısın..." Ancak burada dikkatimizi çeken bir husus vardır. Ülkücü, edebiyatımızdaki Mecnun veya Kerem tipinden bir noktada ayrılmaktadır. O, sevgilisi için her şeyi unutan bir âşık, fakat kendisini bırakan, çöllere düşen bir mecnun değildir; şanlı bir er, ebedî kalacak bir kahramandır. Zaten mefkûre de ebediyetle birdir: Ya mefkûre? Ebediyet onunla birdir. Şu halde sonsuzluk ülkü ile mümkündür. Ancak ülkü sayesinde insanlar ölümsüzlüğe kavuşurlar. Burada Atsız'ın ebedîliği, sonsuza doğru akan bir millet hayatı içinde düşündüğünü hatırlamamız gerekir. O, milletleri ve insanları belli zaman kesitleri içinde ele almaz. Onda kesintisiz bir devamlılık fikri vardır. Daha ileri giderek; bugünü dünden, hâli mâziden ayıran zamanı Atsız'ın âdeta yok farz ettiğini söyleyebiliriz. Dünün kahramanları bugün de yaşıyor gibidir: Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde! Atila'nın ateşi var içerimizde! Kanije'nin gazileri daha dipdiri! Bir gün olur, elbette eski beğler dirilir; Yine kılıç kuşanır tarihteki paşalar. Yine batıların üçüncü Kosova'da Topraklara sereriz, bir değil, birkaçını. Bu mısralar sadece basit bir mâzi özlemiyle izah edilemez. Dikkatli bir bakış; mâziyle hâli ve istikbâli karıştıran bu mısralardan derin bir hayat felsefesi çıkarır. Aşağıdaki mısralarda bu felsefeyi daha açık olarak görmek mümkündür: Şu gördüğün ne varsa birer küçük damladır, Bir denize aktyor hepsi yerli yerince. Bitiş gördüğün baştır, mezar beşiğe aştır, Ölü diriye eştir, düşün biraz derince. Atsız'da zaman bir bütündür. Geçmiş, hal, gelecek diye parçalanamaz. O, şiirlerinde olduğu gibi romanlarında da yalnız bugün değil, mâzide ve istikbalde de yaşar. Ruh Adam romanındaki Uygur hikâyesi Hun hükümdarı Mete zamanında yaşamış bir yüzbaşıyı, 10. asırda Uygurlar arasında yaşattığı gibi, Atsız'ın romanı da aynı yüzbaşıyı Selim Pusat (yazarın kendisi) olarak yaşatmaya devam ediyor. Atsız'ın hayat mâcerasına çok benzeyen ve bütün romanın "mütekâsif ve sembolik bir hülâsası" diyebileceğimiz Uygur hikâyesindeki şu satırlar ebediyeti ifade ediyor: "Burkay! İyiliğe kemlik ettin. Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar dünyaya her gelişinde ruhun ızdırap içinde çalkansın... Burkay ölmekle ıstıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-Kün'ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor.' Hikâyenin yorumuyla romana girilir. Hikâyeyi yorumlayan kadın, hikâyeyi bugünkü dile nakleden romanın esas kahramanına "sen Mete ordusunun hiç ihtiyarlamadan bugüne erişmiş bir subayısın" der." Hakikaten Yüzbaşı Selim Pusat Çamlı Koru'daki çam ağacının yanında dolaşmaya devam edecektir. Romanın sonundaki sahnede, Kız Lisesinin bahçesindeki üç genç kızın konuşması ile hikâyenin bitmediğini, Mete ordusundaki yüzbaşının yaşamaya devam edeceğini anlıyoruz. Atsız için mâziyi istikbâle bağlayan âdeta mücessem bağlar vardır. İnsanlar birbirlerine tutunmuş, mâziden istikbâle koşuyor gibidirler. Bozkurtların Ölümü'ndeki "Romanın Hikâyesi" adlı girişte yazar, romanını anlatırken şu cümleleri kullanır: "Bir roman ki, size 1300 yıl öncesini yaşatacak ve birbiri ardınca sahneye çıkan kahramanlar günümüze kadar gelecek.Romanda Kıraç Ata'nın Yüzbaşı Böğü Alp'a söylediği şu sözler de bu devamlılığı ifade eder: "Adınız unutulmayacak... Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz... Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak." Ve romanın sonunda Böğü Alp ölürken "bin üç yüz yıl sonra... diye mırıldanır. Görülüyor ki Bozkurtlar'daki yüzbaşı Bögü Alp ile Uygur hikâyesindeki Burkay ve Ruh Adam'daki Yüzbaşı Selim pusat arasında organik bir bağ vardır. Bunlar hangi çağda yaşarlarsa yaşasınlar aynı insanlardır. Atsız'ın bu düşünüş tarzındaki hareket noktası, kendi şahsiyetiyle mensup olduğu milleti ayırmamasıdır. Milletin herhangi bir ferdi ile milletin heyet-i mecmuası arasında gelişi güzel bir münasebet değil, âdeta biyolojik bir bağ vardır. Binaenaleyh fert de sonsuzluğa doğru uzanan milletle beraber yaşamaya devam ediyor gibidir. Daha yalın bir ifade ile fert millet, millet de fert demektir. Bunu, tasavvuftaki vahdet-i vücut felsefesine benzeterek fertler, milletin tecellilerinden ibarettir de diyebiliriz. Ferdin devamlılığı, ancak milletin devamlılığı ile mümkündür. Buna karşılık fertler de ırmağın damlaları gibi milletin hem terkibini, hem de zaman içinde akışını sağlarlar.
·
523 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.