Yepyeni bir şair, taptaze bir kitapBir keresinde şiir için şöyle söylemiştim: Şiir, yürüdüğüm yorucu yolda, oturup dinlendiğim eşsiz bir durak, bazen bir sevgili, bazen şefkatli bir anne eli. Şiir, dünyamı güzelleştiriyor. İncecik gövdesi ile rüzgârda sallanan; eğilen, bükülen ama asla kırılmayan güzel ve güçlü bir çiçek hayal ediyorum. Ne kadar da nahif görünüyor ama nasıl da güçlü. Şiirlere benziyor. O zaman anlıyorum, şiirin sadece sözcükleri süsleme sanatı olmadığını. Aslında ne kadar güçlü olduklarını. Sarf ettikleri ölüm sözcükleri ile yaşamı sunmalarına, umutsuzlukları ile umudu anlatmalarına, gece ile güneşi doğurmalarına şahit oluyorum.
Şöyle bir ön söz ile başlıyor kitap: “Kendimden başka anlatacak şeyim yok maalesef. Ama şiirin doğduğu, hareket ettiği, uzaklaştığı ve sonunda yine dönüp vardığı yer burası yani insanın kendisi değil midir?” Her bir yaşamın kendi içinde bambaşka bir evren olduğunu düşünürüm çoğu zaman ama bazen bir şarkıda, bir şiirde, kendimizden öyle çok şey buluruz ki, anlarım aslında çok da farklı olmadığımızı. O yüzden kendisini anlatırken şair ben de kendi sesimi duydum.
Kimi zaman, içime işleyen var oluş sancısını, kelimelerin suretine büründürmek gibiydi okumak:
“bir ıslık olarak düşürmüş beni tanrı
Islak bir mağaranın soğukluğuna
yankılanıp duruyorum kemikli rûhumla
bir nemli geçmişi sayıklıyorum
gidip gidip bir hüzünde duruyorum
soluk resimlerden aşırıp yüzümü
gömülüyorum gecenin cömert etine
alıştım diri göğüslerine karanlığın tanrım
gündüzlerden istifa ediyorum”
Kimi zaman, bir anneyi özlemek ve hayata serzenişte bulunmaktı:
“hayat bol bir ceket gibi eğreti duruyor
omuzlarımda
kimseler yok artık
beni annem gibi seven bu kara saçlı kara yağmurdan gayrı yanımda
ben ki yorgunum rûhumu bilmekten
bıktım kör bir sıkıntıyı bilemekten
böyle bıçaklar ağzında”
Kendisinden çok şey öğrendiğim Sevgili Veysel, iki sene önce şöyle bir şey yazıp, anlamlı bir hediye vermişti bana: “Toprağa yük olmayacak denli küçük ama sırtımızda bir dünyayı, içimizde sonsuz bir arazide kaybolmuş çocukların şaşkınlığını taşır gibi yorgun ve sonsuz olmamızın, bizi derinleştireceği sürece böyle kalmayı dileyecek olmamızın şerefine Sibel:
…
kelimelerden bir bahçeye düştüm morlu yeşilli
en güzel bir dilsizliği aldım
koydum seninle aramıza
gümüş tırnaklarındaki gökyüzüyle
bir düşü bir denize sessizce yakıştırdım
bizim bir ağrımız var böyle uyuruyanık
tenin toprakla barışı gibi sessizce duyumsanan
ve her damla kanda bir dikenle sınanan”
…
Yorgunluk ve hüzün bir şaire ne de yakışıyor.
Genelde ismini ilk kez duyduğumuz bir yazarda ön yargılı davranıp, kısıtlı ömrümüzde okuyacak binlerce kitap varken, o kitabı vakit kaybı olabilme ihtimalini göz önünde bulundurarak es geçebiliriz. Ben bu kitabı satışa sunulur sunulmaz aldım, çünkü öncesinde şairin çok sayıda şiirini bu site sayesinde okuyup, tertemiz Türkçesine, üslubuna, şiirlerindeki imgelere ve samimiyetine hayran kalmıştım. Burada onu bilenler Dosto’nun Müridi olarak tanırlar. Bu övgüler kesinlikle onu tanıdığım için değil; tanımasaydım da kuşkusuz aynı düşüncelere sahip olurdum. Sık sık hesabını donduruyor oluşu, bir yarışmada dereceye girdiği için şiirlerinin yayınlanmış olması, zaten kendisinin popülerlik peşinde olmadığının ve şiirle olan sevgisinin çok başka bir yerde olduğunu gösteriyor. Onu tanıyanlar, zaten böyle bir düşünceye kapılmazlar, benim açıklamam onu tanımayan ön yargı sahibi olabilecek kişilere.
Kaos dolu bu dünyada, kenara çekilip soluklanmak, kendi sesine kulak vermek isteyen ve şiir seven herkese, gönül rahatlığı ile tavsiye edebileceğim bir kitap.
Bu inceleme, kitabınla sonsuzluğa attığın ilk adımın şerefine Veysel, sen hep yaz, biz okuyalım.