Taş Taş Üstünde, Zaman Zaman Üstünde
Farklı ülke edebiyatlarından bir roman okumak istediğimde ilk önce taşra edebiyatına yönelmek geliyor içimden. Bu durum, hem kişisel merakım ve zevkimden hem de okuduğum kültürü daha iyi tanıyacağıma dair inancımdan kaynaklanıyor. Aslında, bir romanı okumadaki temel güdü "tanıma ya da bilme" değil "estetik zevk"tir. Lakin metin her ikisini de sağlıyorsa okura çifte saadet yaşatıyor.
Leh edebiyatının çağdaş yüzlerinden olan Wysliwski'nin bu romanı, bahsettiğim türden , okurun damağında çifte kavrulmuş lokum tadı bırakan bir metin. Yazdıklarıyla ve yazım tarzıyla hayli tatmin edici.
20. yüzyıl ortalarında, Polonya taşrasındayız. Hem başkahramanımız hem de anlatıcımız Szymek Pietruszka, ömrünün sonlarına doğru sekiz kişilik bir aile mezarlığı yaptırmak istiyor. Bu çabasıyla birlikte onun kişisel öyküsüne ve Leh kırsalının öyküsüne giriş yapıyoruz.
Dokuz bölümden meydana gelen eserde kronolojik bir zaman bütünlüğü yok. Szymek'in ailesinin ve halkının çeşitli zamanlardaki hallerine yolculuklar yapıp duruyoruz. Yalnız başlangıç ve bitiş aynı noktada duruyor. Herkesin etrafında bulunan, geçmişi anlatmaktan oldukça zevk alan çenebaz ihtiyarlardan biri sanki Szymek. Konu konuyu aça aça, sohbet havasında ilerliyor hikaye. Sonra nasıl oluyor anlamadan asıl yerine geri geliyor.
Yalnız bu noktada anlatımda bir özensizlik olduğu sezilmesin. Tersine karşımızdaki son derece zekice bir kurgu. Bölümler "mezarlık, ekmek, ana, kardeşlik, toprak" gibi isimler almış. Anılar, çağrışımlar, anekdotlar, olaylar, olgular bu başlıklarla ilintili.
Eserde diyologlar oldukça az. Daha çok monolog şeklinde ilerliyor. Başkahraman dışındaki herkesin hayatı boşluklarla dolu. Şöyle ortaya çıkıp da kendi sıkıntısını doya doya döken pek kimse yok. Yine de tuhaf bir şekilde bütün yan kişileri çok iyi anladığımı hissettim.
Szyek'i çocuk, ergen, çifti, direnişçi, nikah memuru, berber, polis, hasta vs. olarak dinliyoruz. Her bir aşamada içinde bulunduğu ortamın havasını ve eleştirisini okuyoruz. Bir birey olarak da onu yakından tanıyor, samimiyetle anlatılan bütün kötü özelliklerini anlamaya çalışıyoruz.
İlk bakışta kısa cümleli, yalın bir anlatım göze çarpıyor eserde. Ama birdenbire felsefi bir sorgulamanın içinde de bulabiliyoruz kendimizi. Özellikle katı birer Hristiyan yaşantısı süren Szymek'in ailesi ve toplumu üzerinden din sorgulamalarına şahit oluyoruz. Toplumun hem bu kadar dindar! hem de bu kadar yozlaşmış olması üstünde oldukça duruluyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dağılan, savrulan ve yeniden ayağa kalkmaya çalışan Polonya gibi dört kardeşin her biri farklı yerlere sürükleniyor. Szymek, mezarı yaptırabilecek mi, sekiz kişiyi oraya toplayabilecek mi? Bilemiyoruz.
Yazarın epik bir anlatımı var. Halkına, kültürüne, tarihine yaslanıyor. Doğa, hayvanlar, tarım tıpkı insanlar gibi roman içinde kişilik kazanıyor. Özellikle toprak; kutsiyeti, doğurması, doyurması, sonra geri bağrına basması yönüyle sık sık karşımıza çıkıyor. Toprağın dili olan baba şöyle diyor:
"Toprak herkesi hatırlamaya kalksa, hiç doğurmaması lazım. Ama toprağın alnına doğurmak yazılmıştır."
Bu tarz epik-toplumcu-gerçekçi-büyüsel-tarihi roman tatlarının hepsini birden verebilen romanları benim gibi çok seviyorsanız, bu eseri kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Son olarak, esere adını veren halk şarkısı:
Taş taş üstünde
Taşın üstünde taş
Bu taşın üstüne
Bir daha taş