“Kolayı bulmak, esasında çok zor” diye başlıyordu yazısına Güler Hanım. Datça’ya
gelmeden önce eşi Can ile durmadan dolaştıklarını anlatıyordu: “İstanbul, Ankara,
Londra, Paris, Marmaris, tekrar İstanbul… Dön babam dön. Şehir yaşamı beni
boğmuştu. Teknoloji kalabalığı ve tüketim toplumu içinde kaybolacağımı fark ettim.
Kendimi bulmak için Datça’ya geldim. Çoluk
çocuğu da yoluna koyduktan sonra, üstümdeki
bütün fazlalıkları, eşyayı attım. Ne kadar fazla
şey taşımışız!”
“Bitmek bilmez, uzun bir yolculuktu” diye
anlatıyor Datça ile ilk tanışıklığı. “Otobüsün,
dönemeçlerinden her an uçuruma düşecekmiş
gibi gittiği dolambaçlı bir yoldu; bir tarafı
uçurum, bir tarafı sarp kayalar. Kayalarda envai
çeşit bitki; adaçayları, karabaşlar, mersinler,
günlük, sandal ağaçları, papatyalar…”
İlk bakışta yoksul bir dağ köyüydü Datça: “Meydanın ortasında boylu boyunca
uzanmış bir köpek uyuyordu. Otobüsten korkmadığı belliydi; başını kaldırıp baktı,
uyumaya devam etti. Anlaşılan burası köpekler için güvenli bir yerdi, korku nedir
bilmiyordu köpek...” Bir diğer izlenimi şuydu: “Köyün evlerinin bahçe kapıları yoktu,
davetli davetsiz isteyen girerdi. Evlerin kapısı kilitsizdi. Çıngırak var ya, birinin
geldiğini anlamak için o yeterdi. Belli ki; pek hırsızlık da olmuyordu bu köyde…” Ve
bir diğeri: “Etraftaki evlerin pencerelerinde rengârenk sardunyalar, küpe çiçekleri,
ıtırlar, küçük çiçekli mor karanfiller dizilmişti. Bu neyi gösteriyordu? Sahip oldukları
güzellikleri kendilerine saklamak değil, yoldan gelip geçenle ve komşularıyla
paylaşmak istediklerini…”