Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

HEP MERDİVENİN İLK BASAMAĞINDA BEKLETİLMİŞ ADAM VECİHİ TİMUROĞLU (...) Ona milletvekilliği vaadedilmiş, ama merdivenin ilk basamağında bekletilmiştir. Cevdet Kerim İncedayı, onun CHP İçindeki yandaşıdır. Ona yardımlar sağlar, Recep Peker'le tanıştırır. Recep Peker, ona güdümlü yazılar yazmasını âdeta telkin eder. Anlattığına göre, ödün vermemiştir. Ama, o sıralarda, Necip Fazıl'ın Recep Peker ve CHP aleyhine yazılar yazdığını görmüyoruz. Recep Peker'den 400 lira aldığını, yine kendisi yazıyor. Sümerbank davası dolayısıyla dostlarına kızıyor. CHP iktidarını, 'CHP Çetesi' olarak niteliyor. İsmet Paşa, saray üslubuyla, 'şekavetmeâb' yapılır. Yani, eşkiyaların bulunduğu yerin sahibi. "Şekavetmeâb efendimizin sağır olduğu malûm' gibi, basit anlatılarla muhalefet yapmaya çalışır. CHP içinde, ilişkilerini mesafeli tutan birisi daha vardır: Celal Bayar. Onun ağa ve sehabetkâr (koruyucu) tavrını beğenir. Celal Bayar, DP'yi kurup iktidara tırmanınca, Necip Fazıl, bir vakitler, yakını olduğu Cumhuriyet'in üçüncü başkanı aracılığıyla, yeniden merdivenin en üst basamağına göz diker. Gel ki, Celal Bayar mesafelerini belirlemesini çok iyi bilen birisidir. Merdivenin ilk basamağından başlar bağırmaya! 'Celal Bayar'ı ruhunun dip noktalarıyla görüyor ve anlıyorum ki, aramızda ve bağlı olduğumuz kalıplar arasında doldurulmaz boşluklar var.Bu boşlukların neler olduğunu da şu avlayıcı sözlerle kitlelere ulaştırmaya çabalar: 'Türkün ruh kökü İslâm nizamına yabancı, hatta aykırı bir fert: DP'nin kurucularını da bu psikolojiyle çerçeveler. Adnan Menderes 'meçhul bir zat, sarı çizmeli Mehmet Ağa'dır. Fuat Köprülü, 'ilimle doymayan ve politika açlığı içinde kıvranan basit, temel görüşten mahrum, kafası hasis ve ruhu haris insan'dır. Koraltan, ' menfi ve müspet bütün hassalardan sıyrılmış, böylece tenkit ve tahlil mevzuu olmaktan bile uzak kalmayı başarabilmiş, depo müdürü veya tebhirhane (etüv, buharevi) kâtibi seviyesinde, sıradan birisidir. Çıkarlarına ilgi gösterildiği sürece, ilgi sahiplerini hep övmüştür. Örneğin, Refik Saydam, onunla Basın Yayın Genel Müdürü Salim Sarper'in odasında tanışır. İltifat eder. ilgi gösterir. Salim Sarper'e, yardım etmesini buyurur. Necip Fazıl Kısakürek, Refik Saydam'ı yere göğe sığdıramaz. 'Refik Saydam, bütün Cumhuriyet inşalarını devirici, yeni Başvekil'dir. Ölümünden İnönü sorumludur. Tüm yönetimin A'dan Z'ye değin bozuk olduğunu söylediğinden 'garip biçimde ölmüştur! Yeni Baş bakan Saraçoğlu, onunla ilgilenmez. O da hükmünü ona göre verir: 'Zenginlere musallat ve fakirlere yardımcı bir Çakırcalı edasıyla hakka yaklaştırmak istediği varlık vergisi kararı, hakikatte korkunç ve misli görülmemiş bir gasptır. Azınlıkları kovalayabilirdi, ama varlık vergisi, resmi hırsızlıktır' Resmi hırsız derekesine düşürülen Saraçoğlu, iktidardayken yazamamıştır bunları. Çünkü, o zamanlar düşün özgürlüğünün boyutları, bunları yayımlamaya izin vermezdi. Ama, basın ve yayın özgürlüklerinin uygar düzeyde tutulduğu dönemlerde, ilgisizlere acimasızdır. Efe tavrından dolayı Saraçoğlu'nu kınarken, ondaki Çakırcalı edasıyla eğlenirken, Menderes'in kişiliğinde Efe'yi toplumsallaştırır. Hem de çok bilinçsizce.'Efe, celali eşkiyasının kan grubundan gelir (İşitmiş, Horasan'da halı dokunur). Gizli toplum acılarının tepkisini belirtmeye başlamış ve şuursuzca (bilinçsizce) içtimai (toplumsal) bir dâva (dava) ifadesiyle heykelleşmiştir . (Ama, halının enine mi, uzununa mi dokunduğunu bilmiyor.)' Bu Efe, 1952'de Büyük Doğu'yu 'masonlar' hakkında yapılan bir yayım dolayısıyla kapatinca, Necip Fazıl'ın kaleminde karalanır. O, Bayar'ın okült (göze görünmez) gücünün etkisindedir. Adnan Bey, Bayar'ın bahçesinde oyuncaklarıyla istediği gibi oynamasına müsaade ettiği ve daima zaaf ve tezatları içinde yakaladığı, bu bakımdan 'Demir Kırat'ın sahibi sayılmasına aldırmadığı, namütenahi nazlı, hatta şımarık bir çocuk olmaktan ileriye geçememiştir! Behçet Kemal Çağlar, daha ilk zamanlarda, ona, Menderes'in kendisini kullandığını söylemişti. Ama o, kendisini merdivenin en üst basamağına çıkaracak adamın Menderes olduğuna inanmış olmalı ki, iyimserlikle doludur. 'Her şeyden önce, Menderes sivildir? Tüm Kurtuluş Savaşı kadrosu, Atatürk'le birlikte, bu yargı tümcesinde eritilir. Böyle üslup oyunlarını bilir. 'Menderes, orduya nüfuz edemedi. Tanzimat'tan beri sürüp gelen sahte inkilaplara dur diyemedi. Toprak ve köylü sermayesine ne demekse!) yöneldiği için masonları karşısına aldı. Ruhları imar edemedi. Mukaddesatçı gençliği boğdu! Bu, altında yergisi açık övgünün ardında Menderes'in ölüsü yatar. Oysa, Menderes yaşarken, Behçet Kemal'e karşı (Behçet Kemal Atatürk'ün yakını olduğundan, hatta manevi evladı olduğundan) Menderes'i şöyle nitelemişti: "Peygamber'in sağ elinde Adnan var. Gel ki, Menderes'in kasasından çıkan 'örtülü ödenek listesinde' Necip Fazıl'ın yüklü hesabı da görüldü. Necip Fazıl, ölenin hesap listesine bakmadan, insanın hesabını görür. Bu kez de, 'Menderes'in İslamiyeti koruduğu yalandır' diye bağırır. Çünkü, Menderes döneminde de merdivenin ilk basamağında bekletilmiştir. Sanatçılar dünyasında da hep gel gitlerin adamı olmuştur. Yaşar Nabi, kendisine ilgi gösterdiği sürece saygın olmuş, ilgisini uzaklaştırınca 'teneşir horozu' kesilmiştir . Sabahattin Ali'yle çok yakın arkadaş olmuşlardır. Sabahattin Ali, merdivenin üst basamaklarına tırmanmaya başlayınca, ilk basamakta bekletilen Necip Fazıl, üst perdeden iri laflara başlar: 'Sabahattin Ali, hikâyenin bina, yapı içinde ustaca, vakalara bağlı, iç kenarı kaba çuval bezinden ileriye geçemez ve şiirden zerrece nasibi olmayan bir ameledir. Sabahattin Ali, Babiali'de değerini gittikçe yükseltince, daha çok kızar ve 'Türk romanı yoktur' diye bağırır. Çok şükür ki, Fethi Naci, Türkçede roman yoktur' derken, başka bir adamdır . Necip Fazıl Kısakürek, romanını yadsıdığı Sabahattin Ali'nin şairliğine hiç katlanamaz! Nurullah Ataç da ona katlanamaz: 'Kimdir ve nedir bu derece pohpohlanan, göklere çıkarılan, şiirinde esrarlı sesler ve mânalar vehmedilen bu adam? Şair, hiç (fosfor) kelimesini şiirinde kullanır mı?'O da kalkar bir tavla oyununu bahane ederek Ataçı döver. Necip Fazıl'ın böyle yakalara yapışma huyu eksik değildir. 1924, 1925 yıllarında Paris'e gönderilir. Orada kumara alışır. Okuyamaz ve yurda dönmek üzere Marsilya'ya gelir. Meteliksizdir. Konsolos'a gider. Konsolos para vermez. Onu izler, lokantaya girerken yakalar ve yakasına yapışır. O zamanın parasıyla bir Frank alır. Kendisini kumardan kurtarmak isteyenlere Dostoyevski'yi örnek verir, 'o mujik ruhlu dehanın bir kumarbaz olduğunu'anımsatır. Burhan Ümit (Burhan Toprak), üzerine çok düşmüş, ama kurtaramamıştır. İşte bu Paris dönüşü, Vakit gazetesinin yönetim yerine uğrar. Ataç, orada arkadaşlarından birisiyle tavla oynamaktadır. Necip Fazıl'ın şiirini de o sıralarda eleştirmiştir. Tartışır ve basar tokadı. Bu çatışma, kendisi için iyi olmamıştır. Babiali çevresi yüz vermemiştir. 1926'da Ceyhan'a giderek Osmanlı Bankası'nda çalışması bu yüzdendir. Oradan Giresun'a atanır. Orada da kumar düşkünlüğü sürer. Görevine son verirler. 'Sinir kumkuması Nurullah Ataç'la ilişkilerini düzeltir. Ama, Falih Rıfkı ile yakın olmaya önem verir. Batılıdan daha ziyade Batıcı olan Falih Rıfkı'nın eşine yakın davranır. "Küfür kilerinde yemek yemektense, İslam çilesinde aç kalmayı tercih ettiği' için Babiali'den uzaklaşan Kısakürek, Şefika Hanımefendinin gölgesine sığınır. Şefika Hanımefendi, onun tüm yaşamında, kusur bulsa da, kötülemediği tek insandır. Kusuru da, Tahsin Nahit'i (Servetiſünun şairlerinden, Şefika Hanım'ın eski kocası) sanatçı, içgüdülerine bağlı Falih Rıfkı'yı da düşünü saymasıdır. Başka bir kabiliyeti de yoktur. Ama, onun evinden çıkmaz. Hatta, bir gün, Falih Rifki, 'Ne zaman gelsem, bu delikanlı evde. Galiba, bu eve nadir gelen benim: demekten kendisini alamaz. Falih Rıfkı'dan da umduğu balı alamayınca, hiçbir zaman kimsede izi kalmamış tekmesini, ona da atar. Aleyhine, ağza alınmadık küfürler savurur. Bir ara, Mustafa Şekip Tunç'la dostluk kurar. Mustafa Şekip Tunç, ona 'Sen deha yolundasın, yürü!' demiştir. Ne ki, Mustafa Şekip, Nâzım Hikmet'i de beğendiğini gizlemez. Nâzım Hikmet, kendi şiiriyle merdivenin üst basamağına çıkınca, Necip Fazıl Kısakürek, bu başarıya katlanamaz. Mustafa Şekip'i de küçümser, Nâzım Hikmeti de. Öyle iğrenç şeyler anlatır ki, kendisine saygı duymak isteyenleri bile pişman eder. Emin Ali, bir gün, Nâzım Hikmet'le tartışıyormuş. Toplumculukta ileri giden Nâzım Hikmet'e 'insan maddeyse, sana beş lira vereyim, bedenini bana teslim et'diyesiymiş. Nâzım Hikmet, gik diyememiş, çekip gitmiş. Toplumcu düşünüşle, bedensel ilişkinin, ilgisinin derecesini çok iyi bilir ama kızdıklarını asılsız lekelerle karalamaya bayılır . Belki de bu yüzden, önemsenmemiştir. Bir zamanlar, Nâzım'la dost da olmuştur. Ama, Nâzım'ın merdivenin üst basamağına çıkmasına katlanamadığından, 'Nâzım'ın şiiri tebliğci'dir , benimki 'telkinci'dir demiş, yine ilk basamakta kalmıştır . Bu kez de, yalanlara sığınmıştır. Her olayı, istediği gibi yorumlamaktan sakınmaz. Yeter ki, o olay, kendisinin ikinci basamağa çıkmasına yardımcı olsun. Mayakovski'nin intihar etmesini, Nâzım Hikmet şiirinin kötülenmesi için kullanmaktan çekinmemiştir. Mayakovski, 'Sosyalizm beni tatmin etmiyor, ben artık buna inanmiyorum' diyerek kendisini öldürmüştür! Nâzım'ın şiiri de sonu da böyle olacaktır. En yakın dostu olması gereken ve bir süre, gerçekten de yakını olan Peyami Safa bile ona yaranamamıştır. Peyami Safa'yı, DP'den istediğini koparmakta yardımcı olamayınca, 'kıskanç' diye nitelemiş ve hakkında şunları yazmaktan çekinmemiştir: "Çirkin, biçare Peyami, nice cins ve ulvi taraflarına rağmen, nefsinden lekeleri silememiş ve kazıyamamış bir adam.'Peyami Safa'nın eroinman olduğunu da ilk kez, Necip Fazıl açıklamıştır. Türkiye'de onun şiirini anlayacak, 'Lesing, Raskin, Fage, Jül Lâmstr gibi münekkitler (eleştirmenler)' yok. Kaldırımlar'ı evsiz barksız, sefil bir sınıfın şiiri sayıyorlar. Oysa, Kaldırımlar, çilekeş entellektüelin şiiridir . Evet, o entellektüelin, hem de Doğu'dan Bati'ya yönelmiş, ama Batılılaşamamış, Doğululuğu da artık koruyamaz duruma gelmiş entellektüelin şirini yazmıştır. Merdivenin ilk basamağında kalmasının nedeni de budur sanırız. Türk yazınının tüm sanatçılarına düşman bir psikolojinin tutsağı olmuştur. Belki, basamakları kolay çıkabilirdi. Ama, kendi işini kendisi zorlamıştır. Gerçekten, beş hececilerden Halit Fahri, Cumhuriyet döneminde onun önünde durdurulmuştur. Tarih, elbette her öne çıkarılmışı önde bırakmaz, Halit Fahri'yi de bulunduğu sıradan alıp yerine çekmiştir . Ne ki, tarihi beklemek yerine, ucuz değerlendirmelere sığınmanın yanlışlığı, tarihin yargısını da biçimlendirebilir . Necip Fazıl Kısakürek, kendi işiyle uğraşacağına, kendi şiirini öreceğine, Halit Fahri'ye 'baykuş suratlı, Faruk Nafiz'e 'ondüleli şair' yakıştırmalarını bulabilmek için zaman harcamıştır . Ruhlara disiplin ararken kendi disiplinini yitirmiştir. Disiplinsizlikten de, askerlikte ilk hapis cezasını yemiştir. Bu, bir günlük bir cezadır, ama onun dilinde kahramanlıktır. Namık Kemal'in zindanları sahtedir , Şinasi iyi niyetli bir zavallıdır, Ziya Gökalp dinsiz bir budaladır, ama kendisi, Cumhuriyet'le savaşmış bir kahramandır. Merdivenin birinci basamağında beklerken, bir fırsat doğmuştur: Çoğulcu demokrasiye geçiş. Necip Fazıl, sahte kahramanların foyalarını açığa çıkararak gerçek kahramanın kendisi olduğunu kanıtlamanın zamanı geldiğine inanır. Rıza Tevfik'in Ürdün'de yazdığı 'Abdülhamid'in Ruhaniyetinden İstimdad' (Abdülhamit'in ruhundan yardım dileme) adlı şiirini yayımlar. Atatürk düşmanlığının tam sırasıdır sanır. Yine evmiştir. Gözaltına alınır ve yirmi üç gün yatar. DP iktidarını da iyi değerlendirememiştir . Büyük Doğu'da durmadan din propagandası yapar. Dini, siyasetin tam emrine vermiştir. DP'nin ileri gelenlerinin bu doğrultuda halkın duygularını sömürmelerinin kendisi için de bir hak olduğunu sanır. Oysa, geri kalmış ülkelerde kazın ayağı hiç de belli değildir. 12 Aralık 1952 günü içeri alınır. “Kırk küsur senelik hayatimda, gecelerin en işkencelisi, beni bu sabaha, hapishaneye girdiğim sabaha bağlayan gecedir diye yakındığı tutukluluk hali, bir yıla yakın sürmüştür bu kez. Görülüyor ki, Necip Fazıl, halkının savaşımını veren bir şair olduğundan değil, Atatürk Cumhuriyeti'nin ilkelerine ters düştüğünden tutuklanmıştır. O, gerçekten bir Cumhuriyet aleyhtarıdır. Mısır'da Türk Birlik Rövüsü'nce yayımlanan Rıza Nur'un tarihinden parçalar yayımlayarak Atatürk'ü küçük düşürmeye çalışır. Rıza Nur'la kendisi arasında, 'Türkçülük ve milliyetçilik hududu ölçüsüyle gayet ince farklar' vardır. Ama, 'memlekete sokulması yasaklanmış eserinden' davasına ve amacına yüzde yüz uygun bulduğu anı parçalarını yayımlıyor. Necip Fazıl Kısakürek'in milliyetçilik kavramı da öyle açık seçik değildir. Örneğin, Osmanlının başını yiyen olayın 'başvezirler'in yanlış seçilmeleri olduğunu söyler. 214 başvezirden sadece 79'u Türk asıllıymış. Gerisi, yabancı olduklarında devleti yıkmışlar. Altı yüz yıl yaşamış bir devletin çağına yabancı kalan toplumsal yapısını hiç düşünmeden böyle şovenist bir yargıya varan insanın Türk bağımsızlığını kurtaran Atatürk için yazdıklarını okuyunca, tam bir ümmetçi olduğuna hükmedersiniz. 'Makam-ı Hilâfet ve saltanata ve vatan ve milletin istihlâs (kurtuluş) ve istiklâlinden (bağımsızlığından) başka bir gaye takip etmeyeceğine vallahi' diye yemin eden Mustafa Kemal, sonunda sözünde durmamıştır. Sanırsınız, Türkiye Cumhuriyeti'ni Necip Fazıl kurmuş! Said-ül Nursi, onun için en büyük liderdir. Asıl Türk toplumunun özünü, Nursi aramaktadır. Cumhuriyet ise, 1255'ten (1839) beri sürüp gelen aldatıcı ve öz Türk 'cemiyetini arama yollarını kesici' çabaların bir devamıdır. Kurtuluş Savaşı'nın sonunda, biz özgürlüğümüzü alamamışızdır! Amerikalılar vermiştir bize! Hayim Naum diye bir Hahambaşı, Türkiye'ye gönderilir ve Lozan'da onun emirleriyle çalışılır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, o ülkesinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu'nun İzmir Donanma Komutanı'na, 'Git, Lyod Georg'a söyle, Britanya'ya yüz kere, bin kere savaş ilan ediyorum'diyen kurtuluş savaşçısı, Hayim Naum'un buyruğuyla Lozan Barış Antlaşması'nı imzalıyor! Bunları söyleyen bir kafanın milliyetçilik kavramı, hasta bir mizacın ürünüdür. Kavramların yazımlarında da görülür bu hasta mizaç. Örneğin, kapitalizm yerine 'kapilizma, mitoloji yerine mitolocya; ideoloji yerine 'ideolocya' vb. Bu hasta mizacın neyle ve kiminle barışık olduğunu saptamak da zor; Ziya Gökalp için, 'Dürkayım'dan kopya ettiği içtimai fikirlerini, gerçek ruh muhtevası dışı, posa Türkçülüğüne tatbik etmiş bir fikircidir' der. Aslında ne dediğini anlamak olası değildir. Onca övülen düzyazısı, bu kavram kofluğu yüzünden anlamsızlaşır. 1929'da, Milli Oto adlı Fransız Şirketi'nde ticari servis şefi olarak çalışırken hiçbir kaygı duymadığı Batı'dan, hiçbir yerde dikiş turturamayınca nefret eder. Dinsel üslûbu koftur. 'O'nun BİR olduğu bâtinî oluş da, oluşların oluşu, oluşun gayesi... Gaye insan ve ufuk -Peygambere ait gaye- Olur ve ufuk-Marifet. İşte tasavvuf ve erenler yolu! Bu tümcelerden hiçbir anlam çikarmanın olanağı yoktur. Jokey Kulübü adına At'a Senfoni yazarken daha açıktır. Çünkü, at adına kimseyi kandıramaz, büyüleyemez. Atin propagandaya aracılığı düşünülemez. Kendisi de Müslümanlığını unutup Pegase'in sırtında Pernasse’a gider. Atı tanıtırken bile, sözcüklerin kofluğuna atar kendini: 'At, hayvan zarfı içinde, hayvandan başka bir şeydir: İri laflarla, genellikle söze ve yazına yabanci, salt inanç dünyasının tutkunu okurlarına, kendisini büyülü bir yazar, erişilmez bir düşünür gibi göstermeye çalışır. Bunda da başarılıdır. İşte, onun içi boş kavramlarla Kur'an'da at arayışı: “Kur'an'ın ancak zahiri mânâ planındaki bu bildiriş, atı olanca maddesi, ruhu ve işiyle o türlü meydana koyuyor ki, karşısında yopyekün kelâm âlemi müflis". At için söylenen ayet de şu: Kasem olsun soluk soluğa koşanlar üzerine... Tırnaklarıyla taştan kıvılcım fışkırtanlar üzerine... Bu üslup şatafatıyla, bilisiz gençlik üzerinde, tam bir demagoc gibi çalışır. 'Biliyorum ki, şeker hastalığıyla verem birleşecek olursa, insan, Moskoflarla Amerikalıların ittifakı karşısında dünya ne hale gelirse öyle olur. Bu demagoc'luğunu, çok ustaca kullanır. Gelişmiş bir kafa için, demagojinin en ustacası bile iğrençtir . Ama, bilisiz insanları, çarpıcı sözler çok etkiler. Örneğin, 12 Mart 1944'te, Bursa'da, Sümerbank Satış Mağazası'nın bayrağı, günlerden pazar olduğundan asılmış, ama yasalara göre, saat on yediden sonra indirilmemiş, işte kıyamet: “Bütün depo, selahiyetsiz bir memurun eline bırakılmış. Memur, karısından boşanmış. 120 lira olan maaşından eline 28 lira geçmektedir. Ağabeyisinin çocuklu karısını almış. Böyle bir memuru, orada tutan, bu haliyle bayrağa saygı göstermesi olanaksız bu memuru görevden almayan CHP iktidarı, milli değerlere saygısızlığını göstermiştir. Her şeyi çarpıtmaya alışmış bu kafa, 'demokrasya'yı da kendisine çarpıtır. Ucuz çıkışlara alışkındır. Sakarya adlı şiirini yayımladığında, şiirin yayımlandığı sayfanın yanlardaki sağ ve sol boşluklarına, işbu şiir, 1950 yılı İnönü mükâfatına talip değildir. İşbu şiir, vecd, aşk ve iman gençliğine ithaf olunur'diye kayıtlar düşer. Oysa, Sabırtaşı'na CHP'ce verilen mükâfatı almıştır. Şatafatlı üslubuyla, bir 'ideolocya' örgüsü kurmaya çalışır. 'Genç adam! Parola: Allah. Mukaddes dava'yı elden ele teslim et! Allah habercisinin habercileri olalim. Röformacı (reformcuyu böyle düzeltiyor) yani islahatçı, herhangi bir dava ve mevzu ister maziye, ister istikbale doğru olsun, yekpare bir vahit olarak kabul edemeyen biçare idrâk bünyesidir. Bu anlatıdan bir şey çıkarmak olanaksızdır. Ama, o, her sayıda, Büyük Doğu'nun ön kapak içini bu 'ideolocya' ile örer. Biraz zorlanınca, felsefi kavramlarla süslenmek istenen şeriatçı bir ideoloji olduğu kolayca anlaşılır . 'Satıhçı ve kışırcı şeriatçıda, asla sonsuz giriftlere karşı bir esrar duygusu yoktur. Oysa ki, Şeriat, baştan başa esrar ve baştan başa esrar âleminin mutlak nizam tablosudur. Esrarı mutlak hüküm ve mutlak hükümleri esrar: 'Esrarı mutlak, esrar kışırcı şeriat' vb. terimler, içleri boş, sadece ağzı dolduran sözcüklerle kurulmuşlardır . Örneğin, 'İslâm akidelerinin bütün ruh cephesi' öbeği, tümüyle boş kalıplardan oluşmuştur. Ciddi bir Müslümanın ciddi rahatsızlıklar duyacağı saptırmalardır. Ciddi bir Müslüman, 'En büyük bâtın sirrinin madde noktası'ndan, hiçbir anlam çıkarmaz, belki, İslamlığın böylece öcüleştirilmesinden kaygı duyar. Kişiliğindeki boşluklar, üslubuna da sinmiştir diyebiliriz. Şatafatlı, ağız dolduran sözcüklerle kurulmuş cümlelerdeki keçiboynuzu niteliği, onun üslubunun en belirgin özelliğidir . Halit Ziya'nın tümceleri de 'müzeyyen'dir. Naimâ'nın tümcelerini, bugünkü kuşağın çözmesi olanaksızdır. Ne ki, tümcenin yüklemini yakaladığınızda, hiçbir boşlukla karşılaşamazsınız. Necip Fazıl için böyle söyleyemeyiz. Örneğin, herkesi milliyet düşmanı ilan eden Mürşid (kendisine son zamanlarda böyle denilmesini istemiştir). Osmanlıca içtihad sözcüğünü, ulusal abecemize aykırı biçimde (idjtihad) yazar. Bu, Osmanlıca bir sözcüğün Türk abecesinde yerini bulmuş yazımını hiçe sayarak Frenkçe yazmaktır. Aslında, Atatürk'ün Latin abecesine uygun biçimde gerçekleştirdiği yeni Türk abecesini yetersiz göstermeyi amaçlamaktadır. Örneğin, nazi düşüncelere iltifat etmediği için Atatürk düşmanı kesilmiş Nihal Atsız'ın Dalkavuklar Gecesi adlı romanını yayımlarken hiçbir dil beğenisine dikkat etmez. Yeter ki, Atatürk kötülensin. "Subbiluliyuma (yani Atatürk), Başkumandan Tutaşil müstesna, adları son heceden başlayarak okumak gerek" diyerek, o dönemin tüm ileri gelenlerinin hicvine izin verir. Örneğin, Pilga'yı Galip diye düşüneceksiniz. Bunun zekâ oyunuyla ilgisi yoktur. Suçtan kaçılıyorsa, ipucu verilmiştir. Amaç, Türkçeyi küçültmektir. Kendisine göre bir tarih anlayışına sahip olduğuna rastlamadık. Bir tarih görüşü edinemediği için, kendisine özgüsünü aradık. Saptırman bir tarih bilgisini gördük salt. Örneğin, 28 Ekim 1949'da Cumhuriyet'in yirmi altıncı yıldönümü dolayısıyla yazdığı yazının adı 'Düşüşe Devam'dır . Aynı tarihli Büyük Doğu'nun kapağında da düşüşün tarih şeridi verilmektedir. 1306'dan 1402'ye kadar yükselen Osmanlı, Yıldırım'ın yenilgisiyle düşüşe geçer. 1421'den sonra yine yükseliş başlar 1453, 1517 yükselişlerin doruğudur. Kanuni'de yalpalama görülür. Sonra düşüş başlar (1566). 1839'da düşüş hızlanır. 1876'da Ulu Hakan'la durulma görülür. 1908'de yeniden düşme görülür. Cumhuriyet'le birlikte umutlar yeşerirse de düşüş süreklilik kazanır. Milliyetçiliği kimselere vermeyen Mürşid, Kurtuluş Savaşı'nı küçümsemek için, tüm imge gücünü kullanır. Yenilen Yunan Ordusu, operet askerlerinden ibarettir. İtilaf devletleri, Türkiye'yi maddi baskı altına almamışlardır, istiklâl, rehin karşılığında verilmiştir Türkiye'ye. Türkiye'nin Batılılaşması uğruna alınmış bir istiklal aklın alacağı şey değildir. Batı'ya dünya kadar değerli bir kıymet feda ettik: İslamlık. Karşılığında da istiklal aldık. (Şunda mantık aranabilir mi?) Bu kıymet, ‘Türk cemiyetinin bütün dini varlığı, mukaddesat alâkası, manevi müesseseleri ruhi temeli, tek kelimeyle topyekun manevi hayatıdır.Bunları söylerken dünyayı iyi tanımadığı da anlaşılır. Örneğin, biz Batılılaştığımızdan, başta İspanya (Franko İspanyası) harbe girmeyen bütün ülkeler refah içindeyken, biz yerimizde sayiyoruz. İyi niyetli, ama basit bir idealist olan Şinasi'den bu yana Batılı olmaya çalışıyoruz, ama, hiçbir şey olamıyoruz. Bütün sorun Tanzimat'la başlayan sahte inkılaplardır. Bazan, insanı şaşırtacak doğruların üzerinde görürsünüz onu: 'Tanzimat ruhunu (Düyunu Umumiye) kadar ifade edebilecek bir kurum tasarlanamaz. Avrupa'dan borç para alan toplum, kendi göbeğinde, alacağını izleyen bir kuruma razı olmuştur. Bu anlayışsız taklit psikolojisi, Servetifünunu ve Fecriatiyi doğurmuştur. Bu çelişki, ancak İslam idelocyasıyla çözülebilir . 'Ne bizim Batı'ya akınlarımız, ne sonunda Batı'nın bizi toslayışları, askeri ve siyasi birer taarruz değildir. Bunlar medeniyetlerin, ideolocyaların, esprilerin çarpışmaları, birbirini imtahana çekmeleridir. Ortada iki örneğin varlığından söz eder: Hıristiyanlık ve İslamlik. CHP'de yer bulabildiği yıllarda, bu iki örnekten Batı'yı değerlendirmede, Doğu'yu yermede resmi görüşe uygun davranır. 'Batı müspet ilimlerle tabiat hadiseleri teshire, eşyayı ihataya başlamıştır. Din hükümlerini yeryüzü kurumlarından ayırmış ve ondan sadece cemiyete kalb vazifesi gören hususi bir hassasiyet ve iman yoğurmuştur. Doğu, deri üstü manzarasıyla hem softaların elinde, kâinata ve iptidaî ve ablak bir yüz çizen kaba çerçevelerinden ibaret... Merdivenin birinci basamağında bekletilmeye başlayınca çağdaşlaşmanın zorunluluğunu anlamak yerine, çağdaşlaşmayı CHP ile koşut görüp çağdaş düşünceye de saldırıya geçmiştir. Tanzimat'tan kalan tek kişiye ve olguya saygılıdır Abdülhak Hamit'e ve yapıtlarına. Türk edebiyatında metafizik kafaya sahip ilk sanatçı odur. Doğal ki, ikincisi de kendisidir . Ne ki, metafizik düşünce, çağdışı bir düşüncedir. Kaldı ki, A. Hamit'in metafizik bir kafaya sahip olduğunu da sanmiyoruz. Bir de 'Abdülhak Hamit, Türk cemiyetinin en nezaketli anlarından birinde doğmuş' olduğu halde, kendisini yitirmemiştir. Bilmeyiz, A. Hamit denli kendini dağıtmış kaç sanatçı bulunur? Necip Fazıl Kısakürek'in kendi okuruna selamlarından birisi de Moskof düşmanlığıdır. Bu konuda bir de kitap yazmıştır: Moskof. 11 Ocak 1946 günlü Büyük Doğu'nun kapağında bir mezartaşının fotoğrafı vardır. Alemdar Ali Ağa'ya ait olduğu görülen mezartaşında şu tanıtma yazısı okunuyor: Moskof keferesinden intikam alamayan merhum Alemdar Ali Ağa'nın ruhuna fatiha. Tarih de 1183 (1767). Rus tipinin tiksinme edalı ismi Moskof'muş. Moskulu'dan gelirmiş. Açıklamasını yine boş ve içi kof kavramlarla yapar. 'Maddeler ve mânâlar, insanlar ve dâvalar arasında olduğu gibi, toplumlar ve milletler arasındaki zıtlığa buz dağı ve yanardağ derecesinde en keskin örnek, Moskof'la Türk''İnsanlığın başına bela olan Rusya'yı iki Müslüman ve asılları Türk başbuğ tanıyoruz: Timurlenk ve Baltacı! Bu tümcelerin bozuk edasına bakarsak, kendisini boş sözcüklerin çekiciliğine kaptıran Mürşid, tümce dizisini de unutuyor. İslam ideolocyası, bu Rus belasını da çözüme kavuşturacaktır. Cumhuriyet'e karşı olmasının nedeni de, bu Moskof düşmanlığı olmalı. Atatürk'ün Lenin'le kurduğu dostluk olsa gerek. O, Palikarya (Yunan) düşmanidir da. Çünkü, Atatürk, savaş alanlarında yendiği Yunan ulusuna da dostluk elini uzatmıştır. İslam ideolocyası ile, yönetimi düzeltecek ve Palikarya sorununu da, Moskof sorununu da çözecektir . Yönetim, 'Yücel Kurultayı'nda çözülecek. Ne olduğu bilinmez. Hakimiyet gerek. O da şöyle anlatılıyor: 'Devletin de her bakımdan başı bağlı tek fert ve şahsiyet nezdinde mihraklaşmış ve remizleşmiş nikap ve merkezi makam ifadesi Başyücelik'tir. Bu'başyücelik'in ne olduğu bilinmiyor. Anlaşılan, tek kişinin yönetimi, bir zorba yönetim oluyor. Ayrıntısı yok. Ama, bir ara Türk'ün Amentüsü diye bir bildiri yayımlanır. 1928 coşkusuyla, bir dernek yayımlıyor bunu. "Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce hanımlarına, mücahit analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim” deniyor, bu bildiride. Necip Fazıl, bu bildiriye de çatıyor. İslam'ın tek Amentüsü olurmuş. Atatürk'ü Tanrılaştıran her davranışa karşı çıkıyor. Atatürk, bir İş Bankası yıldönümünde, Celal Bayar'ı 'Bankacılığın Allahı olarak takdim etmiş' (inanmiyoruz ya), Celal Bayar da buna karşılık, 'Sen Allah'ın ta kendisisin!' diyesiymiş. Atatürk'ün böyle laubaliliklere izin vermediği herkesçe bilindiğinden, böyle anıları, onu kötülemek için vesile yaratmak biçiminde düşünüyoruz. Necip Fazıl Kısakürek, bu söylentiyi, Zonguldak'ta yayımlanan bir gazeteden aldığını söyleyerek, büyük Müslümanlık taslar. O, İslam İnkılabı'nı şöyle anlatır: 'Tarih boyunca her inkılâp bir sınıfa dayanmıştır. Fransız Büyük İnkılâbı burjuvazi sınıfına; komünizm inkılâbı işçi sınıfına, vesaire vesaire... Askerler, rahipler, derebeyleri gibi sınıflar tarihte belli başlı rejimlerin, belli başlı zamanlar ve mekânlar içinde de olmuştur... (...) İslâm İnkılâbı'nda ise sınıf, insan topluluklarının şu veya bu menfaat, imtiyaz ve tasallut iktidarına bağlı hizip teşekküllerine değil, bütün insanlığı kuşatan üstün insan vasıflarının merkezinde toplanacak kütlelere dayanacak! Görülüyor ki İslâm İnkılâbı dediği ideolocyadan da bir şey anlaşılmıyor.'Madde ve mânâ plani, 'zamanlar ve mekânlar içi, 'belli başlı farikalar' gibi soyut dahi olmayan kavramlarla demagocya yapar. İslâm İnkılâbı'nın en önemli öğelerinden birisi de 'sağlık ve güzellik'tir . İslâm ideolocyası, bu alanda 'ruhları imar edecektir. Plastik sanatlar, resim ve heykel, 'kaba teşhis ve putlaştırma gayretine girerse, inkılâbın sınırlarından uzaklaştırılacak. Müzik, sanatın reddetmediği ölçüde yapılabilecek! İslâm İnkılâbı'nda kadın da nasibini şöyle alacak: 'Bu inkılâbın kadınları, erkek veya horoz gördüğü yerde kukumavuşlaşan veya kaçacak delik arayan eski nesil kadınlarından hiçbirine benzemeyecek; Saadet Devri'nin ulvi kadınlığına eş olarak, kendisine Şeriatin yasak etmediği her noktada boy gösterecek ve esasen kaçsalar da, göçseler de, soyunsalar da, ne erkek ne horoz, onları şer'î edep ve eda dışında görmeğe imkân bulamayacaklardır. Bu bilgisiyle de çöle İnen Nûr'un farkında tek yazar ve düşünür gibi gösterir kendisini. Dilbaz, ama dilsiz bir ideolocyacıdır.
2.285 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.