Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

NÂZIM HİKMET'İN SİNEMA ANLAYIŞI Nâzım Hikmet, sinemanın yüzyılın sanatı olduğunu erken keşfeder ve yaşamı boyunca sinema ile iç içe olur. Senaryolar yazar, filmler çeker, yazılarında, mektuplarında sinemanın önemine değinir. Yaşamının bir bölümünde sinemadan geçimini temin eder. Sinemaya verdiği önemi Bursa Cezaevi'nden Va-Nu'lara yazdığı bir mektupta şöyle dile getirir: "Filmcilik deyip geçme, küçük efendi. Çok şey var filmcilikte... Hikâyelerin filmini yapmalı. Mesela Sabahattin Ali'nin hikâyelerini... İki kısımlık filmler... Hikâyelerden sonra şiirlerin filmlerini yapmalı. Ya halk türküleri, bizim halk türkülerimiz. Nasıl olur ama o canım türküler. Küçük küçük filmler... Çarşambayı sel aldı... Bir sel gelir gümbür gümbür, alır ne var ne yok siler süpürür... Bir yar sevdim el aldı... Biri gelir dört nala, uça uça, alır sevgiyi kaçırır götürür... İşte bunların filmini yapmalı... Küçük küçük filmler... Sinemanın, çağın en işlevsel 'mesaj iletme' sanatı olduğunu düşünür: “Bence filmcilik, tıpkı yapıcılık, resimcilik, ozanlık gibi bir ardır . Bence dahası var, filmcilik birçok arları toplayan sentetik bir kafa, gönül, göz ve bilgi verimidir. Bence arın güttüğü son, yalnız eğlendirmek, vakit geçirtmek değil, duyurmak, öğretmek, düşündürmektir de." Ancak, sinemanın o günkü hâlinden memnun değildir: “Bugün ticaret ve kazanç temeline dayanan ve böylelikle insanoğlunun en verimlerinden olan sinemayı kepaze eden filmciliğin mevzuları hep şu yukarıda saydığım (korku, ölüm, aşk, sevda ) kolay hilelere başvurmaktadır" Özellikle, Amerikan ve İngiliz filmlerinin ülkedeki hakimiyetini tehlikeli bulur. Bir yazısında Amerikan ve İngiliz filmlerini izledikten sonra, “yedisinden yetmişine insanların bu filmleri izlemesine" başkaldırır: “İstanbul halkı bu filmlerle terbiye görüyor... Elimden gelse, bu filmleri bir casus gibi tevkif eder, kurşuna dizerdim." Çünkü;"Holivut tarihi Afrika, Asya, Okyanusya, Avrupa falan falan coğrafyasını, insan ruhunu ve insan kafasının doğurduğu birçok şaheserleri altüst eden, katleden bir gözboyacılar dünyası, bir acayip salhanedir" Yazılarında mevcut sinema yaklaşımlarını kesin bir dille mahkûm eder: "Şehir sineması, büyük sinema kumpanyalarının kâr kurmasını göz önüne alarak yaptıkları filmlerin, büyük ticaret firmalarının reklamlarının, siyasi propagandalarının, muhafazakâr ve halkı uyuşturucu ideolojilerin bir ma'kesidir. Çıplak kadın, dejenere medeniyetlerin bozgun sahneleri, bugünkü şehir sinemasının en yüksek vasıflarıdır." Önerdiği çözüm yolu ise, "Türk Janrı"dır. Bir mektubunda bu konuda şunları söyler:" Bizde filmcilik ilerlemiyorsa, sosyal sebepler bir yana, sebep ne teknik noksanında, ne aktör noksanında, ne rejisör, ne sermaye noksanındadır. Bütün mesele film çevirmek isteyen sermayedarın kafasında ve çeviren insanın zihniyetinde Amerikan, İngiliz, Fransız filmlerinin örnek tutulmasındadır. Halbuki biz, eldeki teknikle, personelle, parayla hakikaten güzel filmler çevirebilirdik. Yeter ki 'Türk Janrı' filmin mevcut imkânlarla nasıl olması gerektiği işi üzerinde düşünülsün. Biz, tabiat manzarası bol, enteriyörü az, realist, sanat tarafına önem verilen, profesyonel aktörü az, bizzat mahallinde seçilmiş insanları çok ve cidden edebi değeri olan senaryoları işleyen filmler çevirseydik ve seyirciye böyle çıksaydık, hem film işi yapardı, çünkü verdiğimiz eseri Amerikan filmleriyle kıyaslamazdık. Çünkü janrı büsbütün başka türlü olurdu, hem de memlekette film çevirmek işi ilerlerdi. Her ne hal ise. Hep aynı aldanışa düşüyoruz. Dışarının muazzam tekniğe, bebek kadına, muhteşem palavraya, dekora, baygın gözlü jön prömiyeye dayanan ve sahte haşmetiyle göz kamaştıran filmlerini taklide kalkıyoruz, fakat bizde o imkânlar olmadığı için kepazelik oluyor. Amerikan filmini halka yutturan imkân bizde olmadığına göre, yutturmaktan vazgeçip, samimiyetle, ustalıkla iş yapsak eninde sonunda halkı Amerikan filminin kepazeliğinden bile bir miktar soğutabilirdik ve bizimkileri şimdiye kadar görmediği eserler gibi seyre gelirdi." Yine bir başka mektubunda sinemadaki kurgu sorununa değinir: "Söz yine sinemaya gelmişken bir ufak ukalalık daha edeyim: Bizim filmlerin kusurlarından biri de nabızlarının atışındaki hastalıktır. Bazıları ölü nabzı gibi atar, bazıları bir yükselir bir düşer, yani tempo denilen şey yoktur. Bu hususta kabahat, montajcılık diye ayrı bir mesleğin varlığından habersiz oluşumuzdur" ' Nâzım Hikmet; senaryosunu yazdığı filmler sansürlenmesin ya da tamamen yasaklanmasın diye takma isimler kullanır. Nâzım Hikmet, bu senaryolardan önemli bir kısmını hapiste yazar. Nâzım Hikmet, okur için neredeyse 'sanal bir sinemacı'dır; çünkü onun sinemasının örneklerini görme şansımız yoktur. Bu filmler nerededir? Bir tavan arasinda mi, yoksa bir arşivcinin yüzlerce bobini arasında ismi artık okunamayacak kadar kirlenmiş, paslanmış bir durumda mı, yoksa yakılıp küle mi dönüşmüştür? Bilinmez.
176 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.