Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904'te Çemberlitaş'ta doğar. Kulağına okunan ezanın ardından adı üç kez fısıldanır. Soyu, Dulkadiroğulları'na kadar giden varlıklı bir ailenin tek oğludur. Hastalılıklarla dolu bir çocukluk geçirir. Henüz beş yaşındayken okuma öğrenir; zekâsını olmadık haşarılıklar yapmakta kullanır. Necip Fazıl'ın yaramazlıklarından bıkan büyükannesi, on bir yaşındaki çocuğun eline romanlar, şiirler tutuşturur. İlerleyen zamanlarda ailesinin bir sonraki adımı, bu kitapların onun elinden nasıl alınacağını düşünmek olur. Sekiz yaşındayken Fransız Okulu'na başlar, ardından Amerikan Koleji'ne geçer. Emin Efendi'de de bir süre okuduktan sonra aynı yıl içinde iki okul daha değiştirir. Aradığı eğitimi ancak ailesi, Büyükada'ya taşındığında bulduğunu düşünür. Bir bahriyelidir artık ve tarih derslerini Yahya Kemal'den, edebiyat derslerini Hamdullah Suphi Tanriöver'den, din derslerini ise Ahmet Hamdi Akseki'den alır, bütün bunlar, hayatını üzerine kuracağı alanlarda önemli bir birikim kazandırır ona. Son sınıftayken sisteme eklenen bir yıla daha katlanamayarak okulu bıraktığında 16 yaşındadır. Sınav kâğıdına sadece 'Bilmiyorum!' yazar. Kendisine, okuduğu dört yıl için bir belge verilir. Bir sonraki yıl, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne yazılır. Dördüncü sınıfta Fransa yolcusu 'kafası karışık' 19 yaşında bir öğrencidir. Cumhuriyetin ilânından bir yıl sonra, 19 yaşında, Maarif Vekaleti'nin Avrupa'ya tahsile gönderilecek lise ve Darülfünun öğrencileri arasında ilk grup için açtığı sınavdaki başarısıyla, üniversitedeki sömestrelerini resmen tamamlamış sayılır ve Paris'e gönderilir. Sorbon Üniversitesi Felsefe bölümüne girer. Necip Fazıl'ın Paris yaşamı, aldığı ya da alacağı eğitimden öte, yaşamına yön verecek önemli gelişmeler ve en önemlisi uzun süre sürdürdüğü bohem yaşamı açısından büyük önem taşır. Kendisini uğurlamaya gelenler arasında bulunan Mustafa Sekip Tunç, herkesin duymasını istediği bir tonda Necip Fazıl'a şöyle seslenir: Tarihin malı olduğunu unutma!' Daha, kendilerini Fransa'ya götürecek olan Bormida isimli gemiye sandalla giderken, başındaki fesi denize fırlatır. “Fes şimdi sularda boğulan bir adamın su yüzünde tek nişanesi, dikine yüzüyor!" biçiminde betimlediği bu davranışın anlamı, yeni bir geleceğe hazırlanmak için geçmişinden kurtulmak, yepyeni bir başlangıç yapmak, 'bugün'ünden sorumlu tuttuğu 'dün'ünden intikam almak veya bütün bunların iç içe geçtiği bir toplamın yükünü denize boşaltmaktır bir bakıma. Fransa'ya gönderilen grubun içinde, Şeyhülislâm Hayri Efendi'nin oğlu Suat Hayri (Ürgüplü), Vildan Aşir , Namdar Rahmi, Cemil Sena (Ongun) ve yakın dostu Burhan Ümit (Toprak) de vardır. Paris'e iner inmez, üniversite çevresine yakın, küçük ve köhne bir otele yerleşirler. İlk öğrendikleri, aynı bulvarın biraz ilerisinde (Türketi) isimli bir kahvehane... Türklerin toplandığı yermiş orası.... Ve günün her saatinde Türklerle dolup boşalırmış... Türkler burasını ocaklaştırmış. Bu kahvede, 'Abdülhamit devrinin İttihat ve Terakki kaçaklarından olup da, Paris'e yerleşmiş politika maceracılarından tutun da; Paris'te iş aramaya muhtaç, bulaşıkçılığa razı, garip garip insanlar... Hanedandan kişiler ve biçim biçim talebeler... vardır. Paris'te, Ali Fuat Başgil ile tanışır. Ancak, kısa sürede Burhan Ümit hariç herkesten kopar. Çünkü, “Bütün bir mevsim, Paris'te gündüz ışığını görmedim. Paris'te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum." dediği ölçüde kumar hastalığına kapılır. Kumara, bir Türkten öğrendiği pokerle başlar ve bakara oynanan bir kulübe dadanır. Kumar alışkanlığı öyle dizginlenemez bir hâl alır ki, öğrencilik dahil her şeyi unutturur ona. Sonunda Bakanlık, gönderdiği öğrenci müfettişi aracılığıyla tahsisatını keserek, yol parasını da verip, şairi Türkiye'ye geri çağırır. Kişiliği, herhangi bir şeyin ortalamasını bulmaya izin vermez. İstanbul'a döndükten bir yıl sonra Osmanlı Bankası'na memur olarak girer. Dokuz yıl kadar çeşitli bankalarda görev alarak müfettişliğe dek yükselir. Bu sürede şehrin bohem hayatının göbeği sayılan Asmalımescit'te bir tavan arasında, her kesimden her türde insanın bulunduğu bir arkadaş çevresiyle birlikte neredeyse bir koloni halinde yaşar, üst düzey bankacılık görevinin gerektirdiği ciddiyetten, esrar dumanıyla hafifleyen gece alemleriyle kurtulmaya çalışır. Kumar oynar, kaybetmesine aldırmadan oynamaya devam eder, borçlanır, ödeyemez; o devir için oldukça iyi bir maaş almasına rağmen hesapsız para harcama huyu yüzünden zor zamanlar geçirse de gösteriş düşkünlüğünden vazgeçmez. Ve bu ikili yaşayış, şiirlerine de yansır, gencecik bir şair, dilindeki Avrupai anlatım ve rahat bir hayatın izleriyle insanları büyüler. Şiirlerinin Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmasının ardından Peyami Safa, Nurullah Ataç, Yakup Kadri gibi isimlerin samimi tebriklerini alır. Artık dolap beygiri gibi gidip gelmekten ibaret' olarak gördüğü bankadaki görevinden de istifa eder. İkinci şiir kitabı çıktığında 24 yaşındadır ve bütün yurdu saran fırtınanın adı Kaldırımlar olmuştur. Herkes onun şiirlerinden bahseder, özellikle kitaba da adını vermiş olan ve kibar çevreler ile edebiyat camiası kadar halk arasında da bilinen, içine tüm huzursuzluğunu, tüm acısını kattığı Kaldırımlar adlı şiiri elden ele dolaşır, Necip Fazıl'ı tüm yurda tanıtan bir marş gibi hiç durmadan tekrarlanır. O, artık beğenilen, övülen, tanınan bir şairdir. Kendisine de pek çoğunun baktığı gözlerle bakar üstelik! O, 'muhteşemdir; treni kaçırsa yanına gelen bir hayranına, ‘kovdum gittil'der, konu açılsa 'dünyada en iyi ayakkabı bağlayan insanın kendisi olduğunu' iddia eder, dünyada iki tane çok büyük şair olduğunu söyleyen dostuna hemen diğerinin kim olduğunu sorar. Yanmayan sigarasını bu da düzen gibi' bozuk serzenişiyle fırlatıp atar. Mükemmel bir Osmanlıcası vardır. Osmanlıca bir sözcüğün yazımındaki akademik tartışmalarda bile son sözü o söyler. Kendini iki ayrı parçaya bölünmüş hissettiği , parçaların eşit olup olmadıklarını bile idrak edemeden içindeki o hep süren, kesilmeyen, uzamayan, kısalmayan garip arayış hissiyle bunaldığı günler giderek ağırlaşmaya başlamıştır bir yandan da. 1933'te yayımlanan Ben ve Ötesi'nden sonra bir şiir dâhisi olarak kabul edilmesi, hatta kimseyi beğenmemesiyle meşhur Ahmet Haşim'in 'Çocuk, bu sesi nereden buldun?' demesi bile onu doyuramaz. Onun bildiği tek şey, 'bir şey' aradığıdır; onu bulmadan, ona ulaşmadan, hatta mümkünse ona sahip olmadan huzur duyamayacaktır. İçindeki eksiklik ve bu bir türlü dindiremediği sonsuz suçluluk hissi, 'Büyük Veli' dediği kişiyle tanışıncaya dek azalmaz. Bu karmaşa, bir gün eve dönmek için bindiği Şirket-i Hayriye vapurunda karşılaştığı, gözlerini sabit bir biçimde kendisine diken, hiç tanımadığı ve bir daha da görmeyeceği 'Hızır tavırlı bir adamın uzattığı kâğıtta yazan adrese gidene kadar kesintisiz sürer. Abidin Dino'yla beraber Eyüp sırtlarındaki adrese giden Necip Fazıl, burada Nakşibendi Şeyhi Abdülhakim Arvasi ile tanıştığı anda rahatladığını, birbirinin içine girerek alanlarını kaybetmiş olan tüm duygularının yatıştığını hisseder; ama yine de kurduğu hayattan vazgeçemez. Artık iyice bunaldığı, kendi deyişiyle 'hafakanların bastığı' zamanlar tüm yaşamını kuşatır. Şiirlerindeki pişmanlık ve acı kavramları koyulaşır. Yine de 'Büyük Veli'yi ziyaret etmeye devam eder. Geçiş dönemi çok sancılıdır, en rahat şiirlerinde bile ölüm bir imge olarak dolaşmaktadır. Arvasi'nin öğütlerine tam anlamıyla uymaya karar verdiğindeyse büyük dönüşümünün hemen öncesinde bir muhasebe yapar ve bir bilanço çıkarır: 'Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum. 'Evrenin sonsuzluğundan, eşyadan ödü kopan, oradan kendisini alıp insanların dünyasına çarpan, dünyada tükenen, tükenirken de övünen bir adam: Trajiğin acısını etinde duyar Necip Fazıl; mazoşisttir; 'ağrısız bir bıçak gibi' karnında taşır onu. Çizgisi, evrenden dünyaya doğru iner!" İçindeki huzur, eserlerine ve üretkenliğine de yansır, ne de olsa 'tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur: İlkin, buhranlı günlerinden kurtuluş niteliği taşıyan Tohum'u tamamlar; ardından tıpkı ilk gençliğinde olduğu gibi sonsuzluğa, Allah'a, ölüme dair şiirler yazmaya ve Ağaç adlı bir dergi çıkarmaya başlar. Bu sıralarda tamamladığı Bir Adam Yaratmak adlı oyunu da 1937'de Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye uyarlanarak büyük bir beğeni toplar. Ankara Devlet Konservatuarı'nda ve DTCF'de hocalık yaptıktan sonra kendi isteğiyle İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimari Bölümü'ne tayin edilir. Aynı dönemde Robert Kolej'in son sınıfında da edebiyat öğretmenliği yapar. Ağaç mecmuası, 1936 - 1937'de 17 sayı yayımlanır. O tam bir edebiyat dergisidir, siyaset yoktur. O dönemin usta kalemlerinin neredeyse tamamı dergi etrafında toplanır. Sözgelimi, Sait Faik en önemli çalışmalarını Ağaç ve Büyük Doğu'da yayımlatır. Birçok genç sol kalem, onun yanında yetişir . Bu dönemde onun keskin biçimde; İslam sanatı, İslam ideolojisi, İslam Medeniyeti'ne yönelimi siyasi anlamda CHP ile karşı karşıya gelmesine neden olur. Bu nedenle mahkemelerde pek çok kez sorgulanır. 1960'ta hapishaneden çıktığında, 'Herkesi yanıma almayacağım' der. Genç kalemlerle birlikte olmayı tercih eder. İnsani ilişkileri çok iyidir. 1940'lı 1950'li yıllarda solun bastıramadığı bazı dergiler vardır. Matbaaların basmaya yanaşmadığı bu dergiler, 'Üstad'ın tavassutu ile basılır. Çile adlı şiiriyle birkaç yıl öncesine kadar süren buhranlı dönemini bir kez daha hatırladığı yıllarda Neslihan Hanım'la evlenir. Evliliğinin ikinci yılında yeniden askere alınmışken yazdığı siyasi bir yazı nedeniyle ilk hapis cezasını alır. Bir tür disiplin cezası niteliğinde olan bu bir günlük ceza, gelecekteki çileli mahkûmiyetlerinin habercisidir aslında. Kendi çelişkilerinden arınmış Necip Fazıl, giderek daha politik ve daha sert eleştiren biri olmaya başlar. Büyük Doğu, ilk kez 40. sayısındaki 'Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez! anlamında bir hadisin kullanıldığı bir yazı nedeniyle kapatılır. Necip Fazıl, öğretim üyeliğinden uzaklaştırılır ve o tarihte 'Atatürk'e hakaret'ten ceza almasına gerekçe gösterilecek bir yasa olmadığından "padişahlık propagandası yapmak ve Türklüğe-Türk milletine hakaretten' derginin sahibi olarak görünen eşi Neslihan Hanım'la birlikte yargılanmaya başlarlar. 1947'de bir ay üç gün hapis yatan çiftin davası beraatle sonuçlanır. Necip Fazıl, Türklüğe hakaretten yargılandığı yıl, kendisini yargılayan hükümetin partisi tarafından Sabır Taşı adlı oyunu nedeniyle, CHP Sanat Ödülü'yle onurlandırılmak istenir, ancak bu karar, partinin genel idare kurulu tarafından geri alınır. 1950'de hakkında açılan bir başka davanın beraatle sonuçlanmasının ardından serbest bırakılacağı celseyi beklerken bu defa da daha önce beraatle sonuçlanan davanın hukuka aykırı biçimde yeniden görülmeye başlanmasıyla şaşkınlığa düşer ve hamile olan eşiyle birlikte yeniden hapis cezasıyla karşılaşırlar. Üç aylık bir hapisliğin ardından, birkaç ay önce genel seçimleri kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı af kapsamına dahil edilirler. Necip Fazıl ve Neslihan Hanım salıverilen ilk isimlerdir. Özgürlüğünün henüz sekizinci ayındadır. Büyük Doğu, bayilere bile dağıtılmadan dergide yer alan imzasız bir yazı nedeniyle yeni hükümet tarafından da tutuklanır. Aldığı 'şeker hastalığı'na dair raporla dokuz aylık cezasını tehir ettiren şair, tam da raporun bitmesine yakın bir zamanda, Malatya Hadisesi'nden sorumlu tutularak yine yargılanır. Olayların büyümesi üzerine Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastahanesi'nden bir rapor almaya çalışması da bir işe yaramaz. Cezasının infazı için Üsküdar Toptaşı Cezaevi'nin yolunu tutar, Malatya Davası için Malatya'ya sevk edildiğinde de mahkemede unutulmaz bir savunma yapar. "Benim, müteşebbis sanıkları doğrudan doğruya azmettirdiğime dair elde hiçbir delil bulunmadığına, her şey yazılarımdan alınan ilhamla yapılmış farz edildiğine ve bütün mesele böyle bir faraziyenin ceza hukuku bakımından suç teşkil edip etmeyeceği üzerinde olduğuna göre, bu davayı kökünden hall ve fasl edici bir misali takdim etmeliyim: Dünya edebiyatında kıskançlığın şaheseri Othello'dur. Shakespeare'in meşhur Othello'su. Şimdi; hastalık derecesinde kıskanç bir koca, sırf bu hissi yüzünden karısını öldürse de cebinden Othello (adlı eser) çıksa şu, kürsünün üzerine eğilmiş beni hayretle dinleyen kaytan bıyıklı savcı, Shakespeare'in iskeletine pranga vurulması için Londra Savcılığı'na müzekkere mi yazacaktır?" Davanın sonunda şairin olaylarla bir ilişkisinin bulunmadığı anlaşılır. Bir başka mahkumiyetini de sekiz aylık bir cezayla tamamladıktan sonra 1959'da bu kez toplam yüz yıl civarında bir süre yatmak tehdidiyle yargılanırken üç günlük bir mahkumiyetin ardından Başbakan Adnan Menderes'in özel talimatıyla serbest bırakılır. 1960 İhtilali'nde pek çok aydın gibi Necip Fazıl da tevkif edilerek çok kötü koşullar ve ağır hakaretler altında dört aya mahkûm olur. Cezasını tamamlayarak hapishaneden çıktığı gün 'Atatürk'e hakaretten' hapishane kapısında yeniden tutuklanarak bir yıldan fazla bir süreyi daha cezaevinde geçirir. Bu son mahkumiyetinden sonra da değişik gazetelerde yazmaya ve yurt içindeki konferanslarına devam eder. Yine, defalarca soruşturmaya uğrasa da yazmaktan, anlatmaktan yorulmaz Büyük Doğu'yu, yazdıklarını ve söylediklerini daha geniş kitlelere ulaştırmak için çıkarır. Büyük Doğu, aslında, Necip Fazıl'ın hapishane kapısı olur, hapishane kapısı ve Büyük Doğu beraber açılıp beraber kapatılacaklardır. Dergisinde iktidar aleyhinde oldukça sert yazılar yazar, şiir uğraşını bir kenara bırakır, artık sadece sosyal sorunlarla, memleket meseleleriyle, hükümetin politikalarıyla uğraşır. Dergi, neredeyse bir siyasi kimliği kazanır. Büyük Doğu Fikir Kulübü'nü kurar. Bütün bir ülkeyi, konferans salonuna çevirir... Yaşlılık yıllarında bütün bir gençlik anılarını, bir kalemde silip atar. Hasan Çebi'ye bu konuda söyledikleri de çok anlamlıdır: “Bu şiirleri, evladını reddeder gibi reddettim. Kim alırsa alsın: 'Sabık Şair' kimliğiyle, “Batılı bütün çağdaşlarıyla eşit seviyede, hatta daha yüksek perdeden konuşur. Hiçbir zaman bir üçüncü dünyalı gibi 'mazlum' edası takınmaz, büyük bir imparatorluğun ve büyük bir kültürün mirasçısı, daha da önemlisi, büyük bir dinin mensubu olduğunun şuurundadır, bunun için mağrur ve kendinden emindir. Şiiri de, aynı şekilde yakınan değil, meydan okuyan bir şiirdir"
1.241 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.