Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

975 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
Kendi mesleğinde ,hayatında, tüm kuralları yıkarak herkese bir şekilde kafa tutmasa bile öyle görünerek ama aslında sadece kendi kuralları doğrultusubda kimseye karışmadan kendi hayallerini gerçekleştirmeye çalışan bir adam düşünün. Ve bu adamın hayran olduğu bir idolü: Henry Cameron. Ona özenmişti Roark. Aslında tam olarak ona özenmese de onun izinden gitmeye çalışıyordu Cameron'un deyimiyle. İnsanlar Roark'un karşısında kendi varoluş duygularını kaybederlerdi. Ama Cameron hiçbir zaman kendini, şu anda karşısında bulduğu bakışların altında olduğu kadar gerçek hissetmemişti. Sert bir sesle, "Ne istiyorsun?" diye sordu. Roark alçak sesle, "Yanınızda çalışmak istiyorum." dedi. Sözleri gerçi, Yanınızda çalışmak istiyorum, demişti ama, sesinin tonu , "Yanınızda çalışacağım." dermiş gibiydi. "Öyle mi yapacaksın?" Cameron farkında olmadan, söylenmemiş cümleye cevap vermişti. "Derdin ne? Daha büyükler, daha iyiler almıyor mu seni?"Başka kimseye başvurmadım." "O neden? En kolay başlama yeri diye burayı mı gördün? Önüne gelen buraya girebilir diye mi düşündün? Benim kim olduğumu biliyor musun?" "Evet. O yüzden buradayım." ... "...Bu ofise birkaç gün gelip gidince, bana duyduğun hayranlık uçup gider sanmıştım. Öyle olmadı. Kalkmış kendine, ihtiyar Cameron'un ne kadar büyük olduğunu söylüyorsun. Soylu bir savaşçı. Kaybedilmiş bir amaç uğrana kendini feda etmiş biri. O siperlerde benim yanımda ölmeye de, ömrünün sonuna kadar aşhanelerden çorba içerek yaşamaya da hazırsın. Biliyorum, şimdi sana çok saf ve güzel bir şey gibi görünüyor, çünkü yirmi iki gibi durmuş oturmuş bir yaştasın. Ama bunların asıl anlamını biliyor musun? Otuz yıl boyunca, hep o kaybedilmiş amaç. Kulağa hoş geliyor, değil mi? Ama otuz yılın içinde kaç gün vardır, bilir misin sen? O günlerin her birinde neler olur, bilir misin? Roark! Neler olur, bilir misin?" "Onları konuşmak istemiyorsunuzdur." "Hayır! Tabii konuşmak istemiyorum! Ama konuşacağım. Senin de duymanı istiyorum. Seni nelerin beklediğini bilmeni istiyorum. Gün olacak, kendi ellerine bakacaksın, ağır bir şey alıp o ellerin her kemiğini kırmak, parçalamak isteyeceksin. Çünkü o eller, neler yapabileceklerinin hayalleriyle rahatsız edecek seni. Tabii eğer sen o fırsatı yaratabilseydin! Ama sen yaratamamış olacaksın ve şu canlı vücuduna tahammül edemez olacaksın ... o ellere bir yerde ihanet etti diye. Gün olacak, otobüse bindiğinde şoför tersleyecek seni. Belki istediği yalnızca on sent olacak, ama sen onu öyle duymayacaksın. Sen o seste, kendinin bir sıfır olduğunu duyacaksın. Herkesin arkandan güldüğünü, her neye gülüyorlarsa o şeyin alnına damgalanmış olduğunu düşüneceksin. Senden nefret etmelerine sebep olan o şeyin. Gün olacak, bir salonun köşesine dikileceksin, kürsüde konuşan bir yaratığın binalardan söz edişini dinleyeceksin. Senin o kadar sevdiğin o konudan. Duyduğun sözler, keşke biri kalksa da şu herifi iki tırnağı arasında eziverse, diye düşünmene yol açacak. Derken herkesin onu alkışladığını duyacaksın. Haykırmak gelecek içinden, çünkü kendin mi gerçeksin, onlar mı gerçek, bilemeyeceksin. Yoksa bir salon dolusu kurukafanın arasında mıyım ben, diyeceksin. Yoksa biri ansızın benim kafamı mı boşalttı, diye merak edeceksin. Ama bir şey söylemeyeceksin, çünkü çıkarabildiğin sesler artık o salonda lisan sayılamaz. Zaten konuşmak istesen de konuşamazsın, çünkü seni kenara iterler, onlara binalar konusunda söyleyecek hiçbir şey bulamazsın! Bu mu istediğin?"... "Yetmedi mi?" diye sordu Cameron. "Pekâlâ. Derken günün birinde, önündeki kâğıdın üzerinde bir bina göreceksin. İçinden önünde diz çökmek gelecek o binanın. Bunu başarabildiğine inanamayacaksın. Dünya ne güzel, diyeceksin. Hava nasıl da ilkbahar kokuyor. Bütün insanları seviyorum, diyeceksin. Seviyorsun, çünkü dünyada kötülük diye bir şey yok. Resmi koltuğunun altına kıstırıp o binayı dikmek üzere evinden çıkacaksın. Eminsin, çünkü ilk gösterdiğin insanın o binayı diktireceğini biliyorsun. Ama evden çıktığında fazla uzağa gidemeyeceksin, çünkü kapıda gazını kesmeye gelen adamla çarpışacaksın. Zaten pişirecek fazla yiyeceğin olmadığı için, gazın da parasını ödememişsin. Tamam, peki, o bir şey değil. Ona gülebilirsin. Ama sonuna, elinde o çizimle bir adamın ofisine gireceksin, varlığınla adamın odasının havasını işgal ettiğin için kendine lanetler okuyacaksın, bir köşeye sıkışmaya, onun seni görmemesini sağlamaya çalışacaksın, kendi sesinin ona yalvardığım duyacaksın. Yalvardığını. Sesin adamın dizlerini yalayacak, bu yüzden kendinden nefret edeceksin, ama aldırmayacaksın, çünkü o binayı dikmene izin vermesini istiyorsun. Binayı yaptırırsa, aldırmayacaksın hiçbir şeye. Göğsünü yırtıp içindekileri ona göstermek isteyeceksin, çünkü bileceksin ki eğer görürse, o binayı dikmene izin verecek. Ama adam sana, çok üzgün olduğunu, işi Guy Francon'a verdiğini söyleyecek. Sen evine döneceksin. Dönünce evinde ne yapacaksın, biliyor musun? Ağlayacaksın. Kadınlar gibi, sarhoşlar gibi, hayvanlar gibi ağlayacaksın. İşte, geleceğin bu, Howard Roark. Şimdi istiyor musun böyle bir geleceği?" "Evet." dedi Roark. ... Bütün bunları yaşayacak olmasına rağmen işine aşık olarak bütün acıları kabul etmişti Roark. Bilerek ateşe yürümek gibiydi onunkisi... Bilerek acı çekmek... Henry Comeron'un da dediği gibi: "Fazla bir şey söylemiyor. Yalnızca, 'Howard Roark, Mimar,' diyor. Ama insanların böyle bir şeyi bir şatonun kapısına yazabilmek uğruna öldüklerini hatırlatıyor. Bu öyle geniş, öyle karanlık bir şeye karşı meydan okuyor ki... bu dünyada çekilen ne kadar çok acı var, biliyor musun sen? İşte bütün o acılar, senin karşına çıkacak o şeyden geliyor. Onun ne olduğunu bilmiyorum. Niçin sana saldıracak, onu da bilmiyorum. Ama öyle olacak, onu biliyorum. Bir de, eğer bu kelimeleri sürdürebilirsen, sonunu zaferle noktalayacaksın, onu biliyorum Howard. Yalnız senin değil, kazanması gereken, dünyayı hareket ettiren, ama hiç takdir edilmeyen şeyin zaferi olacak. Senden önce düşen nice kişilerin öcünü alacak. Senin çekeceğin acıları daha önce çekenlerin. Tanrı seni kutsasın ... ya da en iyi, en yüksek insan yüreklerini tek başına görebilen kim olacaksa, onu kutsasın. Seçtiğin bu yol cehennemden geçiyor, Howard." İlk evini tasarladığında böyle bir paragraf geçiyordu: Bazen de içinden bir şey kabarıyordu. Duygu değildi o şey. Fiziksel şiddet dalgası gibi bir şeydi. Canı durmak, arkaya yaslanmak, kendi kişiliğini bu yükselen çelik çerçevenin merkezi olarak görmek istiyordu. Durmuyor, sakin sakin yoluna devam ediyordu. Ama saklamak istediği şeyi elleri açığa vurmaktaydı. Elleri uzanıyor, kirişlerin, eklemlerin üzerinden kayıp duruyordu. Çalışan işçiler farkına varmışlardı bu durumun. "Bu adam âşık bu eve," diyorlardı. "Elini çekemiyor bir türlü." İşine aşıktı Howard Roark. Tasarladığı eve tabi ki de aşık olacaktı. Hem de ilkine daha çok... Evin inşaatı bittiğinde alay konusu oldu. Dergilerde, gazetelerde hiç bahsedilmedi. Mimarların arasında gülünç bir şeydi bu ev. ... Bu öyle bir savaştı ki, Roark bu savaşta "hiçbir şeye" karşı mücadele veriyor, savaşmak üzere ileri itiliyor, başka çare bulamadığı için savaşmak zorunda kalıyor, ama karşısında düşman da göremiyordu. ... Cameron "...korkma ... seni kovmaya çalıştığım günü hatırlıyor musun? Sana o gün söylediklerimi unut ... hikâyenin tümü o kadar değil ... asıl bu ... korkma ... değerdi..." ... Dominique o binanın yüreği olan yerde dururken düşünüyordu. Eğer onun vücuduna ait başka hiçbir şeye sahip olmasaydım, her şeyini burada bulurdum. Apaçık, herkese sunulmuş. Herkesin dokunabileceği biçimde serilmiş. Direkler, borular, hava kitleleri hep onun. Ondan başka hiç kimsenin olamaz. Yüzüyle ruhu nasıl onunsa, bu da onun. Onun biçimlendirdiği bir yer burası. İçinden gelen, bu biçimi verdirten şeyi sergiliyor. Sonuç ve sebep bir arada. Çeliğin her çizgisinde görülen amaç, bu adamın kendisi... Şu an için de benim. Görüp anlayabildiğim için. O sayede. ... "Sen neden iyi mimarsın? Çünkü neyin iyi olduğu konusunda birtakım standartlara sahipsin. O standartlar senin kendine ait. Sen onları savunuyorsun. Ben de iyi bir otel istiyorum. Neyin iyi olduğu konusunda benim de bazı standartlarım var. Kendi standartlarım. Bana istediğimi verecek olan da sensin. Bu savaşı verirken ben de kendi açımdan, senin tasarını yaparken yaptığın şeyi yapıyorum. Dürüstlük sanatçıların tekelinde mi sanıyorsun? Hem dürüstlük nedir sence? Komşunun cebindeki saati aşırmamak mı? Yo, o kadar kolay değil. Hepsi o kadar olsaydı, insanların yüzde doksan beşi dürüst sayılırdı. Oysa görüyorsun ki değiller. Dürüstlük bir fikri savunabilme yeteneğidir. Altında da düşünebilme yeteneğinin var olması gerekir. Düşünmek, ödünç alınabilecek, rehine konabilecek bir şey değildir. Ama yine de, bana insanlık için bir simge seç dense, kartalı, aslanı, tek boynuzlu atı kesinlikle seçmezdim. Üç tane yaldızlı top seçerdim." ... Onu destekleyenler de vardı aralarında. Yeni modernistler... Düşünceleri çok farklıydı. Bu yüzdendi belki de halk tarafından kabullenmesi. Farklı olan gerçekten bir şekilde bahane bulunup dislanabiliyordu. Ama her nasılsa onu sevenler de cikabiliyordu aralarından. Çünkü sıradan olanlardan sıkılmış olanlar da vardı. Dominique onu korumaya çalışıyordu bu kirli dünyadan. Bu yüzden işine engel olmaya çalışıyordu. En sadık dostlarıydı Mike ve Mallory. Onu hiç yalnız bırakmadılar. Üstelik onun basaracağına da hep inandılar. Mike, Mallory'e ona nasıl inandığını söylemişti. "Bir ara ona, "Sana kaygılanma dememiş miydim?" dedi. "Hani mahkemede. O kaybedemez. Taşocağı olsun ya da taşocağı olmasın; duruşma olsun ya da duruşma olmasın; hiç kaybedemez. Onu yenemezler, Steven, asla yenemezler. Bütün dünya bir araya gelse, yine yenemezler." " Heller ise " ...Ama bu arada herkes, Howard Roark diye biri olduğunu ve o kişinin mimar olduğunu öğrendi. Amerikan Mimarlar Derneği Bülteni senden 'Büyük ama zaptırapta gelmez bir yetenek.' diye söz ediyor. ..." diyordu. Howard Roark 'tı o. Yıkılmazdı. Kimseden etkilenmezdi. Turuncu saçları gibi herkesten farklıydı. O her zaman kendisi oldu. Kendi fikirlerini de öyle kabul ettirdi. O öyle sevilecekti. O sevilmeyi ne kadar da önemsemese de... Onun kalben sevdiği tek birisi vardı: Dominique. ... "Sonraları Wynand’ın odasından çıkan emir, ilgili her departmana ulaşmıştı: Howard Roark'u destekleyin. Sanat bölümünde, gayrimenkul bölümünde, başyazılarda, yorum yazılarında, diğer sütunlarda, Howard Roark'un ve binalarının adları düzenli olarak gözükmeye başladı." Basariyordu. Az kalmıştı başarıya.
Hayatın Kaynağı
Hayatın KaynağıAyn Rand · Plato Film Yayınları · 20132,725 okunma
··
455 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.