Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

·
Puan vermedi
Psikolojide Devrim: Psikolojinin ve Sermaye Düzeninin Eleştirisi
Eleştirel ve marksist psikolojinin önde gelen isimlerinden olan Ian Parker’ın ‘Psikolojide Devrim’ adlı kitabı, bu çifte alanda Türkçe’de okunacak az sayıda kitaptan biri olarak özel bir öneme sahip. Yazar, kitabın “dünyayı değiştirmek, kendi psikolojilerine bir anlam kazandırmak ve psikoloji ile radikal siyaset arasında bağlantı kurmak isteyenler için” hazırlandığını söylüyor. Kitapta alıntılanacak ve tartışılacak çokça bölüm var. Örneğin kitabın girişinde şöyle diyor Parker: “‘İnsan doğası’na ilişkin popüler tartışmalar, toplumsal değişimi söz konusu bile olamayacakmış gibi gösteriyor ve psikolojik kuramlar, başka bir dünyanın olanaklı olduğuna inananların altını oyuyor. Savaşa, istilaya ve katliama ilişkin psikolojik açıklamalar, bizi yalnızca yanlış yönlendirmekle kalmıyor, bizim dikkatimizi yalnızca ekonomik, siyasal ve tarihsel koşullardan uzaklaştırmakla da kalmıyor, aynı zamanda, kendini değişime adamış olanların güvenini de temelinden sarsıyor. İnsan doğasına ilişkin, bize derin bir psikolojik düzeyde nelerin değiştirilemeyeceğini anlatan tüm kuramların sinsi ekonomik işlevleri ve tehlikeli siyasal doğurguları bulunuyor. Psikolojiye mesafeli durmak, bizi, vahşetin beynimizde ve davranışlarımızda döşeli olduğu biçimindeki yanlış görüşün kabulünü reddetmemize olanak tanıyacak.” Alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Parker, “insan doğasında şiddet vardır” gibi genel kanıya mal olmuş görüşlerin bilimsel temeli olmadığını ileri sürüyor. Böylelikle, bilim adı altında gerici kadın-erkek rollerini yücelten anaakım evrim psikolojisi ile psikanaliz altındaki hemen hemen tüm akımları hedef almış oluyor. Feminist psikoloji araştırmalarından çokça örnek veren Parker’a göre, insan davranışını anlamak üzere gerçekleştirilen birçok hayvan araştırmasının insan doğasını yansıtıyormuş gibi gösterilmesi ve bu tür çalışmalar üzerinden bilimsel görüntülü çeşitli bilgilerin dolaşıma sokulması en baştan hatalı. Bunlar hatalı; çünkü araştırmaları yapanlar, tersini ileri sürseler de, aslında çalışmaları, kendi değer yargılarından etkileniyor. Parker’ın eleştiri oklarının bundan sonraki hedefi, eğitim sisteminin altında yatan psikoloji bilgisi. Açıklama gerektirmeyecek bir netlikle şöyle diyor: “Örneğin, okulda, kendi bireysel ‘psikolojimiz’ olarak düşünmemiz istenenin üzerinde derin yaralar açan yetenek ve zeka kategorilerine maruz kalıyoruz. İnsanların okul türleri için sınıflandırılmaları ve derecelendirilmeleri, her bir çocuğun sınıf konumunda ve kimliğinde iz bırakıyor. Okul dolayımında bireysel bir patika, ‘psikolojik’ birşey olarak deneyimleniyor; her bir çocuk, kendi başarısızlığını, asıl sorun kendi içlerinin asla anlayamayacakları ve kaçamayacakları derinliklerindeymiş gibi, yabancılaşacakları birşey olarak yaşantılama noktasına geliyor. Sonra kendi çocuklarımız, sürekli artan sayıda değerlendirme ve yapamayacaklarının neler olduğuna ilişkin kararlardan oluşan bir sistem nedeniyle acı çekerken, biz de kendimizi daha çaresiz hissediyoruz.” Parker’ın masaya yatırdığı en önemli kavramlardan biri, psikolojikleştirme. Psikolojikleştirmeyi, toplumsal gerçekliklerin anaakım psikologların kolayına gelecek biçimde kavramsallaştırılması olarak kısaca tanımlayabiliriz. Psikolojikleştirmeyle birlikte, sermaye düzeninin yarattığı sorunlar, tarihsel, ekonomik ve toplumsal bağlam ve anlamlarından soyularak bireyselleştiriliyor. Yaşadığımız sıkıntıların bireyselmiş gibi algılanması hedefleniyor; böyle olunca da, toplum yerine birey sorunsallaştırılıyor. Sorunlar, bireyin zihninde olan bitenlere indirgeniyor. Bu nedenle, anaakım terapinin çıkış noktası, sağlıklı olmayan bilişleri sağlıklıya çevirmek oluyor. Oysa, bu bireysel kısır döngü, düzenin yarattığı sorunlardan bireyi sorumlu tutmak anlamına geliyor. Şöyle diyor Parker: “Çoğumuz, bu dünyaya ayak uydurabilmek için davranışlarımızı ve konuşma tarzımızı değiştirmeye itiliyoruz. Sermaye düzeni, geçimlik çalışanlara, nüfusun hâlâ büyük bölümünü oluşturan çalışan sınıfa dayanıyor; ama toplum, işçiler bahtsız ve sayıca azalmakta olan bir azınlıkmış gibi, kendini kendine orta sınıf gibi sunuyor. Bu imge ile gerçek arasındaki çelişki ve ne olduğumuz hakkındaki yalan, uyum sağlamaya çalışırken kendimizle ilgili neyin yanlış olduğuna ve sağ kalmak için benimsediğimiz stratejilerle ilgili neyin doğru olduğuna ilişkin çeşitli varsayımları tartışmaya açmaya başladığımız anlamına geliyor. Yapısal eşitsizlikleri örten bireysel seçimler, psikolojikleştirmeyi daha fazla beslemiş oluyor ve duygularımız ve kişisel yolculuklarımız hakkındaki konuşma becerimiz, kendimiz ve başkaları için sorun çıkarmayacağımıza kanıt oluyor. Bize toplumsal değişimden vaz geçmemiz ve dünyayı değiştirme hedefinin kendisinin de başkalarının başarılarına imrenme ve içerleme gibi psikolojik güdülerin bir ürünü olduğu öğretiliyor.” Parker’a göre, yaşanılan sıkıntıların altında yabancılaşma yatıyor; fakat anaakım psikoloji, bu durumu es geçiyor: “Dayanılmaz ızdıraplar, psikolojide, bozukluk, başarısızlık ya da hastalık olarak görülüyor. Yabancılaşmanın en yıkıcı yönlerinden biri, ya kendilerinin ya da başkalarının sefaleti nedeniyle, insanların ızdırap ve öfke duygularından koparılmasıdır. Kendi kendimize olan zulmümüz, psikologlar tarafından, kendi içimizde bulmanın bizi kötü hissettireceği ‘olumsuz düşünme’ye dönüştürülüyor ve başkalarının zulmü ise, uyum sağlayamamış insanların elindeki kaderci talihsizliğe dönüştürülüyor. Kâr ve tüketim zorunluluğuyla harekete geçen sermaye düzeninde, mutluluğun normal durum olarak görülmesi amacıyla, ‘pozitif psikoloji’ye özel bir ödül bahşedilmiş durumda. Kendi kendine etkinlikler ve dayanışmanın yerini anti-depresanlar ve hayır işleri alıyor.” 4. bölüme geldiğimizde, Parker’ın Gezi Direnişi zamanlarındaki çeşitli psikolojik açıklamalara yanıt niteliği taşıyan eleştirilerini görüyoruz: “Psikologların dünyası pek çok açıdan gerçek dünyaya benzemez. Bu yüzden de, alanın farklı alt dalları toplumsal meselelere karşı beklenmedik yaklaşımlar benimseyebilmektedir. Bu duruma verilebilecek bir örnek, ‘sosyal psikolog’ların ve ‘politik psikolog’ların çatışma ve muhalifliği ele alma biçimleridir. Sanıldığının tersine, alanın nispeten ‘sosyal’ tarafında yer alanlar, toplumsal açıklamalara daha sıcak yaklaşmazlar - hatta paradoksal bir şekilde, kolektif eylemlere dair en indirgemeci ve tepkisel açıklamaların bir kısmı tam da bu alanda yapılmaktadır. Üstüne üstlük, toplumsal mücadeleler hakkında yapılan siyasi açıklamalara en düşmanca yaklaşanlar arasında çoğu zaman ‘politik’ psikologlar da vardır. Bu bölümde, toplumsal ve politik ‘davranış’lara dair ‘dengeli’ bir yaklaşım benimsemenin, psikologları nasıl grup eylemliliğini ve kolektif eylemliliği normaldışıymış gibi göstermeye ittiği anlatılacaktır.” Aynı bölümde, Parker, sermaye düzeninin, işçileri, zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyler de olacağı yönünde ikna ettiğini ileri sürüyor. Bu nokta, üzerine daha fazla araştırma yapmaya, hatta kitap yazmaya değer bir nokta: “Bir zamanlar, işçilerin sermaye düzenini alt etmek için birleşecekleri ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeylerinin olmadığı iddia edilirdi. Oysa şu anda, birçok işçinin gerçekten de kaybedecek çok daha fazla şeyi var; bu da kısmen, kapitalizmin onlara sunduklarına karşı güçlü psişik yatırımlarının olmasıyla ilişkili.” Gezi Direnişi sırasında çeşitli muhalif isimlerin bile, süreci açıklamak için, anaakım psikoloji çalışmaları oldukları aşikar olan Milgram ve Zimbardo deneylerine gönderme yaptıklarını görüyorduk. Parker’ın bu konudaki görüşü şöyle: “Milgram ve Zimbardo deneyleri, sosyal psikoloji ders kitaplarında ve popüler anlatılarda genellikle birlikte ele alınırlar. Bunun nedeni, birinin diğerini anlamlandırmasıdır; bu anlam da şudur: Sosyal davranış ne sizin için ne de başkaları için iyidir. Hâlbuki sıklıkla unutulsa da, başkalarına elektroşok verdiklerini zanneden bir grup katılımcı, duygusal olarak çökmüş; birçok kişi, yönergelere uymayı reddetmiş; çok sayıda katılımcıysa daha sonra deneyin tümden sahte olduğunu bildiklerini söylemiştir. Zimbardo’nun deneyinde oluşturulan cezaevi sisteminde, insanlara kolektif olarak örgütlenebilecekleri bir alan tanınmamıştı; dolayısıyla aslında gerçek dünyada bulunan seçenekler, toplumsal rollerin birey üzerindeki gücünü umutsuz bir iletiyle insanların aklına kazımak adına yok sayılmıştı.” Parker, Britanyalı bir araştırmacı da olsa, eleştirel oklarının hedeflediklerinden biri, Batı’nın sömürgeciliği ve ırkçılığıdır. Bunun için, başka coğrafyalarda Batı dışı psikolojilerin oluşturulması gerektiğini savunmaktadır: “Batı ne zaman bir tehditle karşılaşsa, beyaz Batı psikolojisinin boğuştuğu ırkçı varsayımları su yüzüne çıkar ve örgütlenme biçimleri değişkenlik gösteren kültürleri patolojikleştiren o yıllanmış kategoriler yeniden canlanır. (...) öncü fikir, Irak’ta ve Afganistan’da yaşanan iç savaşların [sömürgecilerce] boyun eğdirme ile geçen senelerin ardından emperyalist güçler tarafından fethedilmiş olmakla ilgili olmadığı, bir ‘uygarlıklar çatışması’ meselesi olduğu fikridir. ‘Terörizm’in son dönemlerdeki yükselişinin ‘uygarlıklar çatışması’ ile açıklanması, tembel akademisyenler ve fırsatçı siyasetçiler açısından elverişli olduğu gibi, psikologlar için de cezbedicidir. Bu ‘çatışma’ fikri, politik çatışmaların temelinde dünyayı anlama biçimlerine dair farklılıkların ve iletişim sırasında oluşan yanlış anlaşmaların yattığını öne süren eski tip ‘kültürlerarası’ psikoloji kuramlarını andırır. Bu uygarlık ‘çatışmaları’, diğer ‘uygarlığın’ aslında hiç de uygar olmadığına dair ırkçı varsayımları da içerir- ne de olsa, intihar bombacıları, savaş helikopteri kullananlardan daha az uygardır. Böylelikle, kültürlerarası araştırmalar, araştırmacının sahip olduğu avantajlı konum hiç sorgulanmadan yürütülmüş olur. Artık politik meseleler de ayak altından çekildiğine göre, geriye şiddetle nasıl başa çıkılacağına dair teknik, pragmatik meseleleri araştırmak kalır; ki bunun için de ‘Dehşet Yönetimi Kuramı’ gibi içi boş yaklaşımlar kullanılır.” Parker’ın eleştirisi, bir yandan da psikolojinin yöntemini hedef almaktadır. Anketlere ilkesel olarak karşı değildir. Engels’in işçilerle yaptığı anket çalışmasını anımsatır. Ancak, ırkçılık gibi kurumsal olguların bireylerin tutum ve algıları üzerinden bütünlüklü bir biçimde ele alınamayacağını ileri sürer. Irkçılığın ortadan kalkması, her bir bireyin daha az ırkçı olmasıyla sağlanamaz; medya, hukuk, eğitim sistemi, aile gibi kurumların dönüştürülmesi gerekir: “psikologlar, aslında sorunu yanlış yerde saptamakta ve meseleye indirgemeci yaklaşmaktadırlar. Çünkü sömürünün ve direnişin, ırkçılığın ve kimliğin yapısal koşulları, bu yapıların içinde yaşayan kişilerin zihinlerinin içinde olan ve anketlerle saptanabilecek ‘tutum’lar değillerdir.” Politik psikoloji alanındaki psikolojikleştirmenin en klasik örneklerinden biri, siyasi liderleri çocuklukları üzerinden çözümlemektedir. Böylelikle, siyaset, kişiselleştirilir ve bireyselleştirilir. Bu anlayış, tarihin motorunun sınıf savaşımı değil, büyük liderlerin olağanüstü özellikleri olduğunu ileri sürer. Böyle olunca, liderleri, hareketleri, toplumsal dinamikleri vb. iktidara taşıyan ya da taşıyamayan toplumsal ve tarihsel bağlam ile grup ve topluluk değişkenleri gözden kaçar. Şöyle der Parker: “Psikologlar meseleye hem temsiliyet düzeyinde, hem de işleyiş düzeyinde dâhil olurlar. Temsiliyet düzeyinde ele alırsak, psikologlar, farklı farklı diktatörlerin çocukluklarında maruz kaldıkları travmalara dair incelemelerde bulunur; basını, bu diktatörlerin neden demokrasiden böylesine nefret ettiklerini açıklamayı amaçlayan çeşitli ruhsal tanılarla doldururlar. İşleyiş düzeyindeyse, grup liderlerini güven ilişkisi inşa edilebilecek kişiler olarak ele alarak, farklı grup liderleri arasında onları temsil ettikleri kişilerden uzak kılan, gizli küçük grup toplantıları hâlinde yürütülen müzakerelerin gerçekleştirilmesini destekler, ardından da ezilenlerin umutlarının ‘çatışma çözümü’ yoluna satıldığı ‘barış antlaşmaları’na alkış tutarlar.” Yine de, tarihteki büyük adam anlatısının solun çeşitli kesimlerinde de alıcısı vardır. Parker, bu durumu şöyle açıklar: “19. yüzyılın sonunda psikolojinin ayrı bir disiplin olarak şekillendiği zamanlarda, radikal siyasi hareketler, bireyin tarihteki rolünü sorgulamaya başlamışlardı. Örneğin, marksistler ve anarşistler, devrimci ‘öncülüğün’ rolü ve güçlü bir kişinin tarihin gidişatını ne derece değiştirebileceği hakkında tartıştılar. Bu soru, en başından, örtük olarak siyaset ve psikoloji arasındaki bir soruydu. Öncülük, ne yapılması gerektiği hakkında kolektif bir biçimde tartışılması için forumlar ve örgütler inşa eden, mücadelenin ön saflarında yer alacak demokratik bir hareket olarak mı kavramsallaştırılmalıdır? Yoksa, zulmün gerçek nedenlerini ortaya çıkaracak ve diğerlerinin kendilerini kurtarabilmeleri için onlara yol gösterecek gizli gruplar ve karizmatik bireylere mi indirgenmelidir? Bir yandan, perişan iktisadi koşulların fabrikalarda birlikte çalışma deneyimiyle birleşmesinin dolaysız sonucu olarak, işçi sınıfının devrimci bir bilinç geliştirmesi akla yatkındı. Öte yandan, sermaye düzeni ve onun en zayıf halkalarına dair olan kuramın, işçi sınıfından düşünsel üretim yapmak üzere çoktan ayrılmış olanlar tarafından geliştirilmesi ve daha sonra bu kuramın işçilerin kendisi tarafından değerlendirilmesi ve test edilmesi gerekiyor gibi görünüyordu. Bazı anarşistler, güçlü kişiler beklerken, bazı marksistler, güçlü bir siyasi partiyi en çıkar yol olarak tercih ediyorlardı.” (...) “Özgürleşme hareketleri, ‘kişisel’ değişimler alanını her zaman ‘siyasi’ değişimlerle ilişkilendirmek zorunda kalmıştır; bu, (sol, ekolojik, ırkçılık karşıtı ve sermayecilik karşıtı) yeni toplumsal hareketlerin kendi tarihlerinden zaten almış oldukları bir derstir. Sorun, değişim için mücadele eden bu hareketlerin, sadece değişime düşmanca yaklaşmakla kalmayıp aynı zamanda ezilenleri sorunlarının sadece derin psikolojik sorunlardan ibaret olduğuna ikna etmek için stratejiler geliştirmiş olan politik ekonomik bir çevre içinde işlerlik göstermek zorunda olmalarıdır. Bu da, psikolojideki ‘radikal’lerin bu derin ideolojik psikolojik kültürün siyaset ve direnişin psikolojikleştirilmesine yönelik oyunlarına gelmemek için dikkatli olmaları gerektiği anlamına gelir.” Buradaki alıntılar yalnızca tadımlık. Kitabı okuyanlar, onun tartışmaya değer çokça düşünce barındırdığını açık ve net bir biçimde göreceklerdir. Şimdiden iyi okumalar diliyoruz.
Psikolojide Devrim: Yabancılaşmadan Özgürleşmeye
Psikolojide Devrim: Yabancılaşmadan ÖzgürleşmeyeIan Parker · Töz Yayınları · 20211 okunma
·
410 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.