Sıkıcı, tekrar edici, male gaze doluİlk kez Remzi’de, Hiro Arikawa’nın şahane The Travelling Cat Chronicles’ıyla birlikte sergilenirken gördüm Before the Coffee Gets Cold’u, ve konusu o kadar büyüleyici geldi ki yıllarca okunacaklar listemde bekledi “doğru zaman”ı. Nasıl bir zaman aradığımı hala bilmiyorum, çünkü o “doğru an”ı asla hissetmedim; fakat birkaç ay önce bir buddy-read okuması seçildiğinde katılmak isteyerek okumaya başladım.
Belki kimi kitapları, dizileri, filmleri sadece konusunu vaat edici bularak “doğru an” için sakladığımızda farkında olmadan gözümüzde çok büyütüyoruzdur. Yine de, yıllarca değil de yalnızca birkaç gün bekleseydim bile izlenimim bakımından değişen bir şey olmazdı diye düşünüyorum, çünkü kitabın içeriği, konusunun büyüleyiciliğinden fersah fersah uzak.
Before the Coffee Gets Cold’un konusu, çok özel hikayelere elverişli olabilecek kadar iç ısıtıcı, ve bir o kadar da açık uçlu: Tokyo’da ufak bir kafede müşteriler, geçmişe gidebiliyorlar, fakat kahveleri soğumadan geri dönmek zorundalar. Kitap, dört bölümden oluşuyor; her birinde bir kişinin hikayesine odaklanılsa da kafenin çalışanları ve müşterilerinin hikayeleri de yavaş yavaş geliştiriliyor.
Çeviri kitapları değerlendirirken biraz tereddütte kalıyorum: kullanılan dilin ifadelerinin, akıcı olup olmamasının ne kadarı gerçekten kitaptan, ne kadarı çevirinin yetersizliğinden kaynaklanıyor bilmek mümkün olmuyor — özellikle herhangi bir ritmin çeviride kaybolup kaybolmadığını bilemeden kimi konularda yorum yaparken çok kesin konuşmak istemiyorum. Elbet ki kesin olarak söyleyebileceğim pek çok şey var: kitabın esas konusu olan zaman yolculuğu, bölümlerin yaklaşık son 1/3ünde vuku buluyor (ki ilk bölümde son birkaç sayfada yaşanıyor!); hem bölümler arasında hem de her bölümün kendi içinde bu zaman yolculuğunun kuralları tekrar tekrar, tekrar tekrar, tekrar tekrar, tekrar tekrar, tekrar tekrar yineleniyor sanki biz okuyucular daha demin tüm bunları okumamışız gibi; aşağı yukarı aynı sayfa sayısına sahip bölümler neredeyse birebir aynı yapıyı takip ederek bu boğucu tekrar hissini kuvvetlendiriyor; kadın karakterlerin giysileri, renklerine kadar gereksiz detaylarla betimleniyor — daha beteri, bu ‘male gaze’ bir lise öğrencisine çevrilerek son derece iğrenç bir hal de alıyor.
Tüm bunlar beni yalnızca sıkmakla kalmayıp sinirlendirdi de. Okuduğu pek çok kitaptan mutsuz olan biriyim, ama okuduğum kitaplardan sinirlenmem sık yaşadığım bir şey değil. Tekrarlar, çocuksu giysi betimleri, kitabın sözde konusuna bir türlü gelinmemesi, her karakterin neredeyse aynı şekilde davranması (kısıtlı zamanları olduğunu bilmelerine rağmen zaman yolculuklarında hep son ana kadar bir şey yapmamaları)… gibi pek çok şey, okurken başıma ağrılar soktu. “Kitap bitse de kurtulsam” diye düşündüm sürekli, ama kitabın bitmesi için kitabı okuyacak olmam düşüncesi sıkıntıyla doldurdu içimi. Şu an kitap hakkında düşünüyor olmak bile aynı iç sıkıntısını yaşatıyor bana.
İçerik uyarıları: ölüm, ebeveynin ölümü, araba kazası.