Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Haydi prangaların pek de öyle ağır bir yük olmadığını varsayalım. Pranganın ağırlığı sekizle on iki funt arasıdır. Sağlam bir adam için on funtluk bir ağırlık taşımak o kadar da önemli değildir. Ama işittiğime göre, birkaç yıl pranga taşıyanların ayakları kurumaya başlarmış. Bunun ne ölçüde doğru olduğunu bilmem, ama bir miktar gerçeklik payı olduğu kesin. Ufak, on funtluk bir ağırlık bile, bir ayağa temelli bağlanınca bu organın ağırlığını tabii olmayan bir şekilde artırır, uzun zaman sonra zararlı bir etki yapabilir. Hadi diyelim ki, sağlam bir adam için bundan bir şey çıkmaz. Ya hastaya göre? Diyelim ki, hastalığı hafif olan için de mesele yoktur. Ama tekrar söylüyorum, ağır hastaları, eli ayağı zaten kurumakta olan veremlileri düşünelim: Onlara bir saman çöpü bile çekilmez bir yük gibi gelmez mi. Hastane amirleri hiç olmazsa veremlilere böyle bir kolaylık gösterilmesi için başvursaydılar, gerçekten çok büyük iyilik etmiş olurlardı. Belki de bazı kimseler mahpusların cani, kötü insanlar oldukları için iyiliğe layık olmadıklarını söyleyecekler: Peki Tanrı’nın gazabına uğramış bir kulun cezasını bir de bizim mi artırmamız lazım? Hem de bu tedbir ceza olsun diye de alınmıyor… Veremli bir adamı kanun bile dayak cezasından affetmiştir. Demek oluyor ki, bu gene ihtiyat düşüncesiyle alınmış, ama anlaşılmaz, önemli bir tedbir olsa gerek. Ancak neye karşı? İşte bunu anlamak imkânsız. Bir veremlinin kaçmasından da korkulmaz ya. Kimin aklına gelebilir bu; hele hastalık belli dereceye geldikten sonra kaçmak amacıyla veremli görünerek doktorları aldatmak da imkânsız, çünkü verem ilk bakışta belli olan, bu iş için hiç elverişli olmayan bir hastalıktır. Hem de sırası gelmişken şunu da söyleyeyim: Kaçmasına engel olmak için mi insanın ayaklarına prangalar takılır? Hiç de değil. Pranga sadece küçük düşürme aracı, bir ayıp, bedene de, ruha da bir ağırlıktır. Hiç değilse böyle varsayılmaktadır. Yoksa mahpusların en acemisi, en beceriksizi bile, fazla uğraşmadan perçini eğeyle kesmeyi ya da bir taşla ezmeyi çabucak becerebilir. Ayaklara takılan prangalar önleyici bir tedbir diye kullanılmaktan çok uzak olduklarına göre, hüküm giymiş bir suçluya bunların taşıtılması sırf ceza diyedir; madem öyle tekrar soruyorum: Ölüm döşeğindekileri cezalandırmalı mı gerçekten? Şimdi de şu satırları yazarken, bir veremlinin ölümünü gayet açık bir şekilde hatırlıyorum. Bu adam hemen karşıda, Ustyantsev’in yakınında yatan, koğuşa girdiğimin dördüncü günü ölen Mihaylov’du. Belki de yukarıda veremlilerden konuşurken, sadece bu ölüm dolayısıyla o zaman aklıma gelen düşüncelerle, kafamda yer eden izleri elimde olmayarak tekrarladım. Bununla beraber, Mihaylov’u öyle pek fazla tanıdığım da yoktu. Henüz çok genç, yirmi beş yaşlarında, uzun, ince bir adamdı; son derece sevimli bir yüzü vardı. Hapishanede özel bölümde kalıyordu, orada da şaşılacak kadar az konuşurdu; daima sessiz, durgun bir hüzün içindeydi. Sanki “kuruyordu” hapishanede. Bunu mahpuslar da söylüyordu, Mihaylov aralarında iyi bir anı bırakmıştı. Aklımda yalnız gözlerinin çok güzel olduğu kalmış, neden bu adamın belleğimde bu kadar yer ettiğini doğrusu ben de bilemiyorum. Işıklı, soğuk bir günün öğle sonrası saat üçte öldü. Güneşin kuvvetli, yandan gelen ışıklarının koğuş pencerelerinin yeşil, hafifçe donmuş camlarından sızdığını hatırlıyorum. Bu ışık seli zavallıyı boğuyordu sanki. Kendini bilmeyerek, azap çekerek öldü; can çekişmesi uzun, aralıksız birkaç saat sürdü. Daha sabahtan yanına gelenleri tanımamaya başlamıştı. Acı çektiğini gören koğuş arkadaşları ona bir yardımda bulunmak istiyorlardı; Mihaylov ta derinden, hırıltılı bir şekilde soluyordu. Göğsü havasız kalmış gibi şiddetle kabarıp iniyordu. Üstünden her şeyini, yorganını, elbisesini attı, sonunda iç gömleğini de sıyırmaya çalıştı. O bile ağır geliyordu ona. Yardım ettiler, gömleği çıkardılar. Korkunç bir manzaraydı: Kemiklerine kadar kurumuş eller, ayaklar, içeri çökmüş bir karın, kabarmış göğüs, iskeletlerde olduğu gibi adamakıllı çıkmış kaburga kemikleriyle upuzun bir vücut… Boynundaki tahta haçla muskadan, prangadan başka üzerinde bir şey yoktu. Ayakları o kadar kurumuştu ki, prangadan kolayca geçebilirdi. Ölümünden yarım saat önce koğuştakilerin hepsinde bir yavaşlık, bir sessizlik oldu; fısıldayarak konuşuluyor, ayaktakiler de sessizce yürüyorlardı. Gevezelik eden pek azdı; ara sıra, hırıltıları gitgide daha hızlanan ölüm halindeki hastaya bakıyorlardı. Sonunda Mihaylov zayıf, titreyen eliyle göğsündeki muskayı yakaladı, onu rahatsız eden, ezici bir ağırlıkmış gibi koparmaya çalıştı. Muskayı da çıkardılar. Aşağı yukarı on dakika sonra öldü. Nöbetçinin kapısını çalıp haber verdiler. Bir hademe geldi, bön bön ölüye baktı. Sonra da sıhhiye çavuşuna haber vermeye gitti. Genç, iyi ve güzel bir çocuk olan, dış görünüşüne de fazlaca önem veren sıhhiye çavuşu çabuk geldi; sessizleşen koğuşun içinde hızlı, gürültülü adımlarla ölüye yaklaştı ve sanki böyle durumlara özel olarak hazırladığı laubali bir hareketle nabzını tuttu, elini salladı, dışarı çıktı. Hemen karakola haber verildi. Mahpus önemli mahpuslardan, yani özel bölümden olduğu için, ölümün tasdiki de ayrıca bir merasime bağlıydı. Nöbetçilerin gelmesi beklenirken, mahpuslardan biri alçak sesle, ölünün gözlerini kapamanın fena olmayacağı düşüncesini ortaya attı. Başka biri onu dikkatle dinledi, sessizce ölüye yaklaştı, gözlerini kapattı. Yastığın üstünde duran haçı görünce eline aldı, evirip çevirdi, tekrar Mihaylov’un boynuna taktı. Sonra da istavroz çıkardı. O sırada ölünün yüzü soğumaktaydı. Üstünde bir ışık huzmesi titreşip duruyordu; ağzı aralıktı. Diş etlerine yapışmış ince dudaklarının arasından iki sıra beyaz, sağlam diş parlıyordu. En sonra, belinde kasatura, başında bir miğfer, arkasında iki hademeyle nöbetçi çavuş geldi. Hiç ses çıkarmayan, kendisini her yandan sert bakışlarla süzen mahpuslara şaşkın şaşkın bakarak, gitgide yavaşlayan adımlarla yürüyordu. Ölüden bir adım ötede birdenbire durakladı, ürkmüş gibiydi. Bu çırılçıplak, kupkuru, prangalı ölü onu şaşırtmıştı; birdenbire palaskasını gevşetti, hiç sırası değilken miğferini çıkardı, sonra da geniş bir el hareketiyle istavroz çıkardı. Çavuş sert, saçı ağarmış, kıdemli bir askerdi. O anda yine ak saçlı bir ihtiyar olan Çekunov’un da orada durduğunu hatırlıyorum. Sessizce, dik dik çavuşun yüzüne bakıyor, garip bir dikkatle her hareketini takip ediyordu. Gözleri karşılaştı ve nedense Çekunov’un alt dudağı titreyiverdi. Dudakları tuhaf bir hareketle çarpıtıp dişlerini gösterdi, sonra hızla, sanki istemeye istemeye, başıyla ölüyü çavuşa göstererek: — Bunun da bir anası vardı! deyip bir köşeye çekildi. Bu sözlerin bıçak gibi yüreğime saplandığını hatırlıyorum… Neden böyle söylemişti, nereden aklına gelmişti? Ölüyü kaldırmaya başladılar. Yatakla beraber götüreceklerdi; saman hışırdadı, o sessizlikte prangalar gürültüyle şangırdayarak aşağı sarktı… Prangaları topladılar. Sonra ölüyü götürdüler. Birdenbire bütün koğuş bir ağızdan konuşmaya başladı. Koridordan çavuşun birini demirciye gönderdiği duyuldu. Ölünün demirlerini çıkarmak lazımdı… Ama konudan uzaklaştım…
·
174 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.