Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

664 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
·
62 günde okudu
Tüfek, Mikrop ve Çelik insanlık tarihinin bir özeti olarak görülebilir. Kitap, yazarın da defalarca belirttiği üzere medeniyetin kaynağı olarak gördüğü Anadolu’nun şimdiki sahibi Türklere özel bir önsöz barındırıyor. Yazarın kitabın özeti olarak seçtiği cümle şöyle: “Farklı milletler farklı gelişmişlik seviyelerine ulaşmıştır ama bunun sebebi ırksal farklılıklar değil, çevresel faktörlerdir.” Kitap, Yeni Gine’de tanıştığı Yali ismindeki bir yerlinin, kendisine toplumları arasındaki bu kadar farkın sebebini sorması ile başlıyor ve yazarın Yali’ye verdiği şu cevapla bitiyor: “Ben Yali'ye şu cevabı verirdim: Farklı kıtalardaki halkların uzun dönemli tarihleri arasındaki farklar, söz konusu halkların insanları arasında doğuştan gelen farklardan kaynaklanmaz, yaşadıkları çevrelerin koşulları arasındaki farklardan kaynaklanır. Örneğin, Avrupalı çiftçiler kendi topraklarında ayrılıp Grönland'a ya da ABD'de Great Plains'e gittikleri zaman, en eski kökleri Çin'e dayanan çiftçiler Chatham Adaları'na, Borneo'nun yağmur ormanlarına ya da Hawaii'nin volkanik topraklarına göç ettikleri zaman ne olduğunu inceleyebiliriz. Bu incelemeler söz konusu en eski halkların ya yok olduklarını ya da avcılığa ve toplayıcılığa döndüklerini ya da yaşadıkları çevreye bağlı olarak karmaşık devletler kurma aşamasına geçtiklerini gösteriyor.” Bir Yeni Ginelinin, bir Avrupalıdan daha aptal olmadığını, sadece daha şanssız olduğunu öne sürüyor. Halbuki milletler arası IQ farkları bir biyolojik gerçek olarak karşımızdadır. Yazarın tavrının politik-doğrucu olduğu kanaatindeyim. Irkçı olsun ya da olmasın, her insanın milletlerin seviyelerindeki farkları biyolojik sebeplere bağladığını ve kendisinin de buna bir alternatif anlattığını belirtiyor. Kitap zaman içinde hem beğeni toplamış hem de eleştirilerin hedefi olmuş. Yazarın bakış açısının doğruluğu göz ardı edilmezken, milletler arasındaki biyolojik farklılıkların yok sayılması da eleştirilmiş. Kitabın daha az sayfada daha sadece bir anlatımla aktarılabilmesinin mümkün olduğunu düşündüğümden ve biyolojik farklara değinilmemesinin kasıtlı bir çaba olduğunu düşündüğümden bu iki özellikten kırdığım puanlarla kitaba 8/10 veriyorum. Temel alınabilecek ölçüde başarılı bir kitap. İnsanların yerleşik yaşama geçmeleriyle uzmanlaştığı, bu uzmanlığın da gelişimimizin önünü açtığı görülüyor: “Çiftçiliğin bir diğer sonucu da kuyularda ve depolarda saklanan buğday, kurutulmuş et ve peynir gibi yiyecek fazlalığıdır. Bu yiyecek fazlalıkları, yiyecek üretmek için zaman harcamaya gerek duymayan uzmanları beslemek için kullanılabilindi. Uzmanlar çiftçilerin ürettiği yiyecekleri yediler ve topluma yararlı işler yapmak için onlara bolca vakit kaldı.” “Yiyecek üretimi dünyada ancak birkaç yerde bağımsız olarak ve çok farklı zamanlarda başladı. Bu çekirdek bölgelere komşu bazı bölgelerde yaşayan avcı/toplayıcılar yiyecek üretimini öğrendiler, başka bazı komşu bölgeleriyse bu çekirdek bölgelerden gelen yiyecek üreticileri işgal etti ve oradaki avcı/toplayıcıların yerini aldı - yine tabii çok farklı zamanlarda. Sonuçta, yiyecek üretimine ekolojik olarak elverişli olan bazı bölgelerin insanları tarih öncesi zamanlarda ne kendi başlarına ne de başkalarından öğrenerek tarıma geçebildiler; çağdaş dünyanın akımına uğrayıncaya kadar avcı/toplayıcı olarak yaşadılar. Yiyecek üretimine geçiş hamlesini en erken yapmış olan insanlar için tüfeklerin, mikropların ve çeliğin yolu açılmış oldu.” Bugün yediğimiz meyvelerin ve hayvanların orijinal hallerinin bu olmadığı malum. Kitapta da buna atıfta bulunuluyor. Buna göre doğayı bugünkü bolluğuna ve insana uyumlu haline getiren özel bir güç değil, insan emeğinin kendisidir. “Evcil sığırlar yabani atalarına göre daha küçük ve daha az saldırgandır, daha fazla süt üretirler. Evcil buğdayın ise başaklarında daha iri taneler bulunur.” Hep karşımıza çıkan Hint-Avrupa dil ailesinin ne olduğu da anlatılıyor. Anadolu’da toplanan halkların çeşitli bölgelere dağılarak medeniyeti dağıttıkları, gittikleri yerlerde de Anadolu’daki dillerini kullandıkları görülüyor. Bu diller zaman içinde değişime uğrasa da dil ailesi aynı kalıyor ve bu yüzden bugün Avrupa’daki ve Hindistan’daki insanlar aynı dil ailesinin çocukları olan dilleri konuşuyor. Yazar, bu duruma istisna bir millet olarak Türkleri gösteriyor. Türkler, geldikleri Orta Asya’dan dillerini getirip o dili kendi bölgelerindeki baskın dil yapmayı başarıyor. Bunun sebebi olarak da yazar tek bir kelime gösteriyor: Türkler! “Yaklaşık 9.000 yıl önce Anadolulu çiftçiler İstanbul Boğazı'nı geçip Yunanistan'daki yerel avcı/toplayıcılarla evlendiler. Evlatları Avrupa'da İrlanda'nın batı kıyıları ve güne İsveç'e kadar tarıma müsait her yere yayıldılar. Diğer Bereketli Hilal çiftçileri güneybatıya yönelip Kuzey Afrika'ya yayıldılar ve piramitleri ve hiyeroglif yazılarıyla ünlü Mısır medeniyetini kurdular veya tetiklediler. Yine başka bir grup Bereketli Hilal çiftçisi doğuya, İndus Vadisi'ne yayılarak Hindistan'ın en eski medeniyetlerini kurdular. Anadolulu o çiftçiler boğazı geçip Avrupa'yı istila etmeye başladıklarında kendi dillerinden vazgeçip Baskça veya Avrupa'nın başka bir antik dilini konuşmaya başladılar. Bunun yerine, yayılan tüm çiftçilerde olduğu gibi dillerini batıda Avrupa'ya ve doğuda Hindistan'a taşıı-dılar: Hint-Avrupa dilleri bu şekilde oluştu. Bu yüzden İrlanda'dan Hindistan'a tüm Avrasya'nın baskın dil ailesi Hint-Avrupa dil ailesidir.” İnsan topluluklarının iz bırakmaya başladıkları anlardan itibaren bulundukları bölgelerde hayvan soylarının tükenmeye başladığı görülüyor. Hem Avustralya’da hem Amerika’da karşımıza çıkan bu duruma, tüm bu yok olmaların iklimsel faktörler yüzünden olmuş olabileceği ve insanların suçsuz olduğu savları da ortaya atılmış. Ancak daha önce birçok iklimsel felakete dayanabilmiş bu türlerin, tam da insanlar bölgelerine geldiklerinde meydana gelen bir doğa olayının neticesinde yok olduğuna inanmak biraz güç. “İnsanların Avustralya/Yeni Gine'ye yerleşmesi, ilk kez tekne kullanmaları ve Avrasya'ya yerleştikten sonra ilk kez yayılma alanlarını genişletmeleri dışında bir başka ilki de aklımıza getirir: Büyük hayvan türleri kitle halinde ilk kez insanlar tarafından yok edilmiştir. Bugün Avustralya / Yeni Gine'de 50 kilogramlık kangurulardan başka iri hayvan yok. Ama eskiden Avustralya / Yeni Gine'de dev kangurular, diprotodon denen ve büyüklüğü bir inek büyüklüğünü bulan, gergedan benzeri keseli hayvanlar ve keseli "leopar" da içinde olmak üzere çeşitli büyük boy memeliler vardı. Eskiden ayrıca 200 kg ağırlığında devekuşu benzeri uçamayan kuşlar, bunlardan başka bir tonluk kertenkele, dev piton, karada yaşayan timsah gibi şaşırtıcı derecede büyük sürüngenler vardı. Avustralya / Yeni Gine'nin bütün bu devleri (diğer bir deyişle mega-faunası) insanlar buralara geldikten sonra yok oldu. Bunların tam olarak ne zaman yok oldukları konusu hala tartışmalıdır ama Avustralya'da on binlerce yıllık geçmişleri olan müthiş birer hayvan kemiği deposu halindeki kazı yerlerinde çok dikkatli kazılar yapıldı ve buralarda bugün türleri tükenmiş olan o devlerin son 35.000 yıllık dönemde hiçbir izine rastlanmadı. Dolayısıyla Avustralya'nın mega-faunası belki de insanlar geldikten sonra yok oldu. Bununla birlikte, Avustralya ve Yeni Gine söz konusu olduğunda, büyük kırım olarak anılan bu varsayıma karşı çıkmayanlar da yok değil. Onların ısrarla vurguladığına göre, şimdiye kadar türü tükenmiş bir Avustralya/Yeni Gine devinin insanlar tarafından öldürüldüğü ya da hatta insanlarla aynı zamanda birlikte yaşadığı inandırıcı bir biçimde kemikleriyle kanıtlanmış değil. Belki de devler zaten sürekli kurak olan Avustralya kıtasında, bir iklim değişikliğinin, örneğin şiddetli bir kuraklığın kurbanı oldular. Tartışmalar sürüyor. Benim düşüncemi sorarsanız, Avustralya devleri on binlerce yıllık Avustralya tarihi boyunca sayısız kuraklığa dayanmışken, neden tam da insanlar buraya geldiğinde, onların gelişiyle eşzamanlı olarak, bir rastlantı sonucu ölsünler, hiç anlayamıyorum. (...) Tıpkı Avustralya/Yeni Gine'deki gibi Amerika'da da büyük boy memeli hayvanlar yok oldular. Ne var ki Avustralya'da bu iş belki de 30.000 yıl önce olurken Amerika'da 17.000 yıl öncesiyle 12.000 yıl öncesi arasında oldu. Amerika'da soyu tükenmiş ama bol miktarda kemikleri bulunmuş ve kemiklerinin hangi tarihe ait oldukları özellikle kesin biçimde saptanmış memeli türlerinin M.Ö. 11.000 yılları dolaylarında soylarının tükendiğini söyleyebiliriz. Rastlantı ya da değil, bu tarih kuramsal hata payını göz etmemek koşuluyla Clovis avcılarının (Bilinen ilk Amerikalılar) Büyük Kanyon'a geldikleri tarihle çakışıyor.” İnsanoğlunun yerleştiği bu yeni bölgelerde memelileri yok ederken çıkış noktaları olan Afrika’da memelilerin hayatta kalmalarının sebebi, insanoğlu yavaş yavaş daha akıllı olmayı, aletler kullanmayı öğrenirken, avladıkları canlıların da düşmanlarıyla aynı hızda daha akıllı ya da daha hızlı olmayı öğrenmelerine bağlanıyor. Daha önce hiçbir tehdit görmemiş bu yeni topraklardaki memeliler, birden karşılarında bu kadar gelişmiş bir tür görünce, karşı koyacak gelişimi gösteremeden yok oldular. “Afrika ve Avrasya'daki büyük boy memeliler çağımıza kadar hayatta kalabildiyse yüz binlerce yıl içinde onlar ön-insanlarla birlikte eş zamanlı olarak evrimleştikleri için kalabildiler.” “İnsanlar yokken evrimleşmiş, günümüze kadar insan görememiş olan Galapagos ve Güney Kutup kuşları ile memeli hayvanlar bugün hala iflah olmaz derecede uysaldır. Doğaseverler hemen koruyucu önlemler almasalardı onlar da tükenmiş olacaklardı.” İnsan evriminin bir noktadan mı ortaya çıkıp yayıldığı, yoksa dünyanın farklı noktalarda paralel evrim mi yaşandığı konusuna da değiniliyor. Eğer bir paralel evrim söz konusu olduysa, Amerika’da da Afrika’dakinden bağımsız bir şekilde insan evrimleşmesi gerçekleşmeliydi, ancak kökenleri Afrika olan Clovis avcılarından önce Amerika’da herhangi bir insan medeniyeti kalıntısı bulunamamış. “Yanıtlanmamış olan bir başka soru da acaba ilk Amerikalılar, Clovis avcıları mıydı, sorusu. Her yıl bu yeni iddiaların birkaçı ilk açıklandıklarında insana gerçekten de inandırıcı ve heyecan verici görünüyor. Sonra kaçınılmaz yorum sorunları sökün etmeye başlıyor. Acaba bulunduğu söylenen söz konusu aletler gerçekten de insanların yapmış oldukları mu yoksa salt doğal kaya şekilleri mi? Acaba öne sürülen radyokarbon tarihleri doğru mu, radyokarbonla tarih saptanırken karşılaşılan sayısız güçlüklerin herhangi biri yüzünden geçerliliğini yitirmiş olabilir mi? (...) Amerika kıtalarında Clovis öncesine ait kanıtlar çok zayıftır.” “Yeni Dünya'ya ilk insanlar Alaska, Bering Boğazı ve Sibirya üzerinde M.Ö. 11.000 yılı dolaylarında ya da bu tarihten önce yerleşmişti.” Toplulukların bulundukları iklim ve yerleşim yeri şartlarına bağlı olarak nasıl farklılaştığını anlatmak için, yazar Moriori ve Maori halklarının örneğini veriyor. Aynı kökenden gelen bu iki halkın, yaşadıkları adaların farklılıklarından kaynaklı ne kadar farklılaştığını görmek mümkün. “Yeni Zelanda'nın 500 deniz mili doğusundaki Chatham Adaları'nda Moriori halkı yüzlerce yıllık bağımsızlığını 1835 yılı Aralık ayında akıl almaz bir vahşet sonucu yitirdi. O yılın 19 Kasım'ında silahlı, sopalı, baltalı 500 Maori'yi taşıyan bir gemi gelmiş, 5 Aralık'ta bunu 400 Maori taşıyan bir başka gemi izlemişti. Maoriler gruplar halinde Moriori yerleşim yerine geliyor, Moriorileri esir aldıklarını ilan ediyor, karşı çıkanları öldürüyorlardı. Morioriler örgütlü bir direniş gösterseler Maorileri o zaman yenebilirlerdi çünkü sayıları onların iki katıydı. Gelgelelim Moriorilerin anlaşmazlıkları barışçı yöntemlerle çözmek gibi bir gelenekleri vardı. Yaptıkları bir meclis toplusunda savaşmama, onun yerine barış, kardeşlik içinde kaynakları paylaşmayı önerme kararı aldılar. Morioriler bu önerinin teklifini yapamadan önce Maoriler topluca saldırıya geçtiler. Moriori ve Maori tarihi, insan topluluklarını çevre koşullarının nasıl etkilediğini ölçen küçük çaplı, kısa, doğal bir deneydir. (...) Chathan Adaları ile Yeni Zelanda'nın farklı çevre koşullarının Morioriler ile Maorileri nasıl farklı şekilde biçimlendirdiğini görmek kolaydır. Chatham Adaları'na gelip yerleşen ilk Maoriler çiftçilikle geçinen insanlardı belki ama geldikleri yerlerdeki tropik bitkileri Chatham'ın soğuk ikliminde yetiştirmek olanaksız olduğu için bunların avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla geçinmekten başka seçenekleri yoktu. Avcı/yiyecek toplayıcı olarak dağıtmak ya da depolamak üzere fazla ürün üretemediklerinden avcılık yapmayan zanaat uzmanlarını, orduları, bürokratları ve reisleri beslemelerine, ayakta tutmalarına olanak yoktu. (...) Ayrıca Chathamlar bir oranda küçük ve uzak adalardı, toplam olarak yaklaşık 2000 avcı/yiyecek toplayıcı besleyebilecek güçteydi. Gidip yerleşecek başka ada bulamayan Morioriler, Chatham Adaları'nda kalmak ve birbirleriyle iyi geçinmeyi öğrenmek zorundaydılar. Bunu da savaş denen şeyi tamamıyla defterden silerek başardılar, nüfus artışından doğabilecek anlaşmazlıkları en aza indirmek için de bazı erkek çocuklarını kısırlaştırıyorlardı. Sonuçta az nüfuslu, savaşçı olmayan, basit teknolojiye ve silahlara sahip, güçlü önderlerden ve örgütlenmeden yoksun bir toplum çıktı ortaya. Bunun tam tersine, Yeni Zelanda'nın kuzeyindeki (daha ılık olan) bölgede epeyce büyük bir öbek oluşturan Polinezya Adaları'ysa Polinezya tarımına uygundu. Yeni Zelanda'da kalan Maoriler nüfusları 100.000'in üzerine ulaşıncaya kadar çoğaldılar. Komşu topluluklarla sürekli ve kıyasıya savaşan, yerel nüfus olarak nüfus yoğunlukları yüksek toplumlar haline getirdiler. Depoladıkları ürün, zanaat erbabı uzmanları, reisleri, yarı zamanlı askerleri fazlasıyla besleyebiliyordu. Ürün yetiştirmek, savaşmak ve el sanatları için çeşitli el aletlerine gereksinimleri vardı ve bunları geliştirdiler. Böylece Moriori ve Maori toplumları aynı ortak atadan gelip farklı yönlerde gelişim gösterdi.” Çiftçi toplumların konar/göçerlere kıyasla avantajlı olduğu başka bir nokta ise doğum hızıdır. Sürekli yer değiştirmek zorunda olan toplumlar için bağımsızlığını kazanmamış çocuklar aileleri için büyük sorumluluk getirir. Bu sebepten yerleşik hayata geçememiş toplumlarda doğum hızının daha düşük olduğunu görüyoruz. “Çiftçi toplumlarda doğumların arası iki yıl kadardır, avcı/yiyecek toplayıcılarınınkinin yarısı kadar.” Bitki ve hayvanları evcilleştirmeyi başaran toplumların dünyayı ele geçirdiği sabittir. Avcı topluluklar, yiyecek üreten çiftçilerle başa çıkamamış ve dünya egemenliğini onlara bırakmıştır. “Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi imparatorlukların, okuryazarlığın, çelik silahların niçin ilk önce Avrasya'da geliştiğini, öteki kıtalarda ya daha sonraya kaldığını ya da hiç gelişmediğini kesin olarak açıklamaktadır.” “Yiyecek üretimi dünyada ancak birkaç yerde bağımsız olarak ve çok farklı zamanlarda başladı. Bu çekirdek bölgelere komşu bazı bölgelerde yaşayan avcı/toplayıcılar yiyecek üretimini öğrendiler, başka bazı komşu bölgeleriyse bu çekirdek bölgelerden gelen yiyecek üreticileri işgal etti ve oradaki avcı/toplayıcıların yerini aldı - yine tabii çok farklı zamanlarda. Sonuçta, yiyecek üretimine ekolojik olarak elverişli olan bazı bölgelerin insanları tarih öncesi zamanlarda ne kendi başlarına ne de başkalarından öğrenerek tarıma geçebildiler; çağdaş dünyanın akımına uğrayıncaya kadar avcı/toplayıcı olarak yaşadılar. Yiyecek üretimine geçiş hamlesini en erken yapmış olan insanlar için tüfeklerin, mikropların ve çeliğin yolu açılmış oldu.” Çiftçi toplumlarda siyasi yapının değiştiği ve bir hiyerarşinin ortaya çıktığı görülüyor: “Avcı/yiyecek toplayıcı toplumlar nispeten eşitlikçi toplumlardır, bunlarda tam zamanlı uzmanlar ve babadan oğula geçen şeflik yoktur, grup ya da kabile düzeyinde çok küçük boyutlu toplumsal örgütlenme vardır. Bunun nedeni gücü kuvveti yerinde olan bütün avcı/yiyecek toplayıcıların zamanlarının çoğunu yiyecek bulmaya harcamalarıdır. Bunun tam tersine, yiyecek bir kez depolanmaya başlanınca siyasal bir seçkinler sınıfı başkalarının ürettiği yiyeceğin denetimini eline geçirebilir, vergi alma hakkını elinde tutabilir, kendi karnını doyurma gereğinden kurtulabilir ve bütün zamanını siyasal etkinliklere harcayabilir.” Sapiens kitabında karşımıza çıkan insan topluluklarının ayrışmadan düzen içinde yaşaması için sihirli sayının 150 olduğu tezi burada da bir örnekte karşımıza çıkıyor. “İç iletişimi güçleştirecek büyük engellerin bulunmadığı küçük adalarda bütün adayı kapsayan tek bir siyasal birlik vardı, 160 kişilik nüfusuyla Anuta Adası'ndaki gibi.” Harari sayıları 150’yi geçen topluluklarda ayrışmalar olduğunu ya da bir arada yaşamaları için çeşitli mitlere ihtiyaç duyduklarını söylemişti. Bayrak, din, vatan gibi… Bitki ve hayvan fosillerinin yaşını öğrenmede kullanılan Karbon 14 metodunun nasıl çalıştığı da kitapta anlatılmış: “Arkeologlar yiyecek üretiminin tarihini, o kazı yerinde bulunan karbonlu maddeleri radyokarbon testinden geçirerek saptarlar. Bu yöntem, hayatın her yerde bulunan bir yapıtaşı olan karbonun çok küçük bir parçasını oluşturan radyoaktif karbon 14'ün, çok yavaş bir şekilde bozunarak radyoaktif olmayan izotopu azot 14'e dönüşmesi esasına dayanır. Karbon 14 atmosferde kozmik ışınlar tarafından sürekli üretilmektedir. Bitkiler atmosferdeki karbonu alır, bu karbonun içinde bilinen ve neredeyse hiç değişmeyen oranda karbon 14 bulunur; hakim izotop olan karbon 12'ye oranı aşağı yukarı bir milyonda birdir. Bu bitki karbonu, bitkileri yiyen otobur hayvanların, otobur hayvanları yiyen etobur hayvanların gövdelerinin yapıtaşlarını oluşturur. Bitki ya da hayvan öldüğünde zamansa yapısında bulunan karbon 14'ün yarısı her 5700 yılda bir bozunarak karbon 12'ye dönüşür, sonunda yaklaşık 40000 yıl kadar sonra geriye kalan karbon 14 miktarı çok azdır ve ölçülmesi ya da o şeye bulaşmış olan, yeni zamanlara ait karbon 14 içeren çok küçük miktarlardaki maddelerden ayırt edilmesi çok güçtür. Yani bir kazı yerindeki maddenin yaşı o maddede bulunan karbon 14'ün karbon 12'ye oranıyla hesaplanır.” Yiyecek üretimine geçmek için bazı aşamalardan geçilmesi gerektiği ve çeşitli ön koşulların sağlanılması gerektiğini görüyoruz: “Niçin Bereketli Hilal'deki insanlar M.Ö. 18.500 ya da 28.500 yıllarında yiyecek üretimine geçmediler de M.Ö. 8500 yılını beklediler? (..) Dünyada yeterli kanıtların mevcut olduğu her yerde arkeologlar nüfus artışının yiyecek üretiminin ortaya çıkışıyla ilişkisini gösteren kanıtlar bulmuşlardır. Hangisi sebep, hangisi sonuçtu? Bu, çok tartışılan yumurta-tavuk sorusudur: Acaba insan topluluklarındaki nüfus artışı mı insanı yiyecek üretimine zorladı yoksa yiyecek üretimi mi insan topluluklarında nüfus artışına yol açtı? (..) M.Ö. 18.500 ya da 28.500 yılında avcılık ve yiyecek toplayıcılığı yeni yeni başlayan yiyecek üretimine göre daha kârlıydı çünkü yaban memeliler bol buluyordu, yaban tahıllar henüz bol değildi, insanlar tahılları uygun bir şekilde toplamak, işlemden geçirmek ve saklamak için gerekli icatları henüz yapmamışlardı, ayrıca insan topluluklarının nüfus yoğunlukları, dönüm başına daha fazla kalori elde etmeyi teşvik edecek düzeye ulaşmamıştı.” Tüm canlıların bir şekilde üremek için çalıştığını ve ana motivasyon kaynaklarından birinin yayılmak ve çoğalmak olması çok ilginç. Kitapta bunun sebebi anlatılmasa da, hareket edemeyen bitkilerin dahi çoğalmak için neler yaptığını okumak mümkün. “İnsan da içinde olmak üzere bütün hayvan türleri gibi bitkiler de serpilebilecekleri bölgelere döllerini yaymak ve genlerini sonraki nesillere aktarmak isterler. Genç hayvanlar yürüyerek ya da uçarak yayılırlar ama bitkiler için böyle bir olanak yoktur, bu yüzden onlar da otostop yapmanın bir yolunu bulmalıdır. Pek çoğu tohumlarını, lezzetli bir meyvenin içine gizleyerek ve olgunlaşan meyvenin reklamını yaparak hayvanları kandırıp taşıtırlar. Karnı acıkan hayvan meyveyi ağzıyla koparır ve yutar, sonra yürür ya da uçar gider, daha sonra meyvenin atası olan ağaçtan uzak bir yerde tohumu ağzı yoluyla ya da dışkısıyla çıkarır. Bu yolla tohumlar binlerce kilometre uzaklara taşınırlar. Bitki tohumlarının bağırsağınızda sindirilmeye karşı direndiklerini ama dışkınızın içinden filizlendiklerini öğrenmek sizi şaşırtabilir. Yabani bitki türlerinin çoğunun tohumunun yeşerebilmek için önce bir hayvanın bağırsağından geçmesi şarttır. (..) Hayvanları kendilerine çeken "otostopçu" bitkilere örnek olarak yaban çileklerini düşünün. Çilek tohumları henüz daha olgunlaşmadığı, ekilmeye hazır olmadığı zaman tohumların üzerini kaplayan etli meyve yeşil, ekşi ve serttir. Sonunda tohumlar olgunlaştığında etli meyveler kızarır, tatlanır ve yumuşar. Meyvelerdeki renk değişikliği ardıç kuşu gibi kuşları çekmeye yarayan bir işarettir, kuşlar meyveleri koparır, uçar giderler, daha sonra ağızlarından ya da dışkılarıyla tohumları dışarı atarlar. Doğal olarak, çilek bitkisi bekledi bekledi de ancak tohumları saçılmaya hazır olduğu zaman kuşları kendine çekmek amacıyla harekete geçmedi. Ardıç kuşu da çilekleri evcilleştirmek gibi bir niyet taşımıyordu. Çilek bitkisi doğal seçilim yoluyla evrimleşti. Ham çilekler ne kadar yeşil ve ekşiyse o kadar az sayıda kuş, tohumları henüz hazır olmayan meyveleri yiyerek tohumları ziyan etti; çilekler ne kadar kırmızı ve tatlıysa o kadar çok sayıda kuş onların olgun tohumlarını çevreye saçtı. (..) Yabani tohumların çoğu hayvanlara yem olmamak için evrimleşerek acılaştı, tatları kötüleşti, hatta zehirli hale geldiler. Yani doğal seçilim tohumlar ve meyveler konusunda ters yönde işledi. Meyveleri lezzetli olan bitkiler hayvanlar aracılığıyla yayıldı ama meyvenin içindeki tohumun tadının kötü olması gerekiyordu. Yoksa hayvan tohumu çiğnerdi ve tohum filizlenemezdi.” Bir örnek de virüsler için veriliyor: Avustralya tavşanlarının yakalandığı miksomatosis hastalığı sırasında olup bitenleri ayrıntısıyla biliyoruz. Brezilya tavşanlarının yaban bir türüne ait olan mikrovirüsün, Avrupa'nın farklı bir türü olan evcil tavşanları arasında öldürücü bir salgın hastalığa yol açtığı gözlendi. Bunun üzerine virüs 1950'de kasıtlı olarak Avustralya'ya sokuldu, amaç kıtaya 19.yy'da düşüncesizce sokulmuş olan Avrupa tavşanı belasının kökünü kurutmaktı. Birinci yıl mikrovirüs, hastalığa yakalanan tavşanlarda %99,8 gibi (Avustralya çiftçileri açısından) memnuniyet verici bir ölüm oranına yol açtı. İkinci yıl, çiftçilerin hiç de hoşuna gitmeyecek bir şekilde ölüm oranı %90'a, sonunda da %25'e düştü, böylece Avustralya'daki tavşanların kökünü kazıma umudu suya düştü. Sorun şuydu: Mikrovirüs bizim ve tavşanlarından çıkarlarından farklı olan kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde evrimleşti. Virüs değişmişti, daha az tavşanı öldürüyor, ölümcül mikrobu almış tavşanların daha uzun bir süre yaşadıktan sonra ölmelerine izin veriyordu. Sonuç olarak daha az öldürücü bir mikrovirüs, son derece öldürücü olan ilk virüse göre daha fazla tavşana yayılıyordu. İnsanlardaki benzer bir örnek olarak frenginin şaşırtıcı evrimine göz atmak yeterli olacaktır. Bugün frengi denince aklımıza ilk gelen şey cinsel organlarda yaralar ile çok yavaş ilerleyen bir hastalıktır, tedavi görmeyen pek çok kurbanın ancak uzun yıllar sonra ölümüne yol açar. Oysa kayıtlara göre Avrupa'da frengi 1945'te ilk görüldüğünde insanların kafasından dizlerine kadar bütün vücudunu benekler kaplar, yüzlerinden et parçaları dökülür, insanlar birkaç ay içinde ölürdü. 1546'ya gelindiğinde frengi bugün bizim çok iyi bildiğimiz belirtileri gösteren bir hastalığa evrilmişti. Anlaşılan tıpkı miksomatosiste olduğu gibi, kurbanlarının daha uzun süre yaşamasına izin vererek evrimleşen frengi spirillumları böylece kendi döllerini daha fazla kurbana yayma olanağı buluyordu.” Doğadaki pek çok bitkinin de bizim yememiz ve sindirmemiz için gerekli şartları taşımadığını görüyoruz. Interstellar filminde dünyanın atmosferinin %70’inin azot olduğu ve bizim azotu soluyamadığımız bilgisi verilirken, “Burada doğduk, ama kaderimiz burada ölmek değil.” Deniyordu. Doğanın da pek çok yönden insana uygun olmadığını görmek mümkün. “Ama şurasını unutmayın ki yabani bitkilerin büyük bir çoğunluğu çok açık bir nedenlerden dolayı evcilleştirmeye uygun değildir: Odunsudurlar, yenebilir meyveleri yoktur, yaprakları ve kökleri de yenmez. Sayıları 200.000'i bulan yabani bitki türlerinin ancak birkaç binini insanlar yer, bunların içinden de ancak birkaç yüzü hemen hemen evcilleştirmiştir. Çağımızda yeni tek bir temel yiyecek bitkisi evcilleştirememiş olmamız, eski insanların gerçekten de yararlı bütün bitkileri bulmuş olabilecekleri ve evcilleştirmeye değer olanların hepsini evcilleştirdikleri anlamına gelir.” Avrasyalı, özellikle Bereketli Hilal’deki insanların diğer insan toplumlarına göre daha şanslı olduğu konulardan biri de iklim ve bitkilerin bu iklime göre evrimleşmesidir. “Bereketli Hilal'in evcilleştirilmiş bitkiler konusunda bir üstünlüğü Akdeniz iklimi olarak anılan, kışları ılık ve yağışlı, yazıları uzun, sıcak ve kurak geçen iklim kuşağında yer almasıdır. Bu iklim uzun ve kurak bir mevsime dayanabilen, yağmurlar başladığında hemen büyümeye başlayan bitkilere uygun bir iklimdir. Bereketli Hilal'deki pek çok bitki, özellikle tahıl ve baklagil türleri insanlara yararlı hale gelecek şekilde uyum göstermişlerdir. Bunlar yıllık bitkilerdir, yani kurak mevsimde bitki kurur ve ölür. Topu topu bir yıl olan yaşam süreleri içinde yıllık bitkiler ister istemez fazla büyüyemez. Büyümek yerine enerjilerini büyük tohumlar vermeye harcarlar, bu tohumlar kurak mevsimi uykuda geçirir, yağmurlar başladığında da filizlenmeye hazırdırlar. Bu yüzden yıllık bitkiler, ağaç ya da çalı gövdeleri gibi yenebilir olmayan odunsu ya da lifli gövdeler oluşturmaya çok az enerji harcarlar.” Toplumların arasındaki farkları yaratan önemli çıkış noktalarından birisi de evcilleştirilebilen hayvanlarla aynı coğrafyada bulunup bulunamama şansı olarak görülüyor. “Evcilleştirilebilen hayvanların hepsi birbirine benzer, her evcilleştirilemeyen hayvanın evcilleştirilememe nedeni farklıdır. Buna benzer bir cümleyi daha önce okuduğunuzu düşünüyorsanız, haklısınız. Cümlede birkaç küçük değişiklik yaparsanız Tolstoy'un büyük romanı Anna Karenina'nın o ünlü ilk cümlesini bulursunuz karşınızda: "Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer, mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür." Bu cümleyle Tolstoy şunu demek istiyor: Bir evliliğin mutlu bir evlilik olabilmesi için çeşitli bakımlardan iyi yürümesi gerekir: cinsel arzu uyandırma, para konularında anlaşabilme, çocuk terbiyesi, din, hısım akraba ilişkisi bakımından ve daha başka önemli bakımlardan. Bu temel konulardan birinde başarısızlık evliliğin sonu olabilir, o evlilik mutluluk için gerekli bütün öteki katkı maddelerine sahip olsa bile.” “Yeryüzündeki 148 büyük yabani evcilleştirmeye aday türlerin yalnızda 14 tanesi sınavı geçebildi. Neden geri kalan 134 tür bunu başaramadı? Francis Galton "Sonsuza kadar yabani kalmaya mahkum mahkum olmuş" türler derken hangi koşullardan söz ediyordu? Bunun yanıtı Anna Karenina ilkesinden çıkıyor. Evcilleştirilebilmek için yabani adayın pek çok farklı özelliklere sahip olması gerekiyor. Bu gerekli özelliklerden birinin bile eksikliği evcilleştirme çabasını boşa çıkarıyor, tıpkı mutlu bir evlilik kurma çabalarını boşa çıkardığı gibi. 1) Beslenme Ne zaman bir hayvan bir bitkiyi ya da başka bir hayvanı yese, yediği şeyin biyokütlesinin bu yiyeceği tüketenin biyo-kütlesine dönüştüğü zamanki verimi yüzde yüzden çok daha azdır: normal olarak %10 dolaylarındadır. Yani 500kg'lık bir inek yetiştirmek için yaklaşık 5000kg mısır gerekir. Beri yandan 500kg'lık bir etobur yetiştirmek isterseniz onu 50.000kg mısırla beslenmiş 5.000kg'lık bir otoburla beslemeniz gerekir. Hatta otoburlar ile hem etobur hem otobur olanlar arasında, koala gibi yiyeceği bitkiyi kılı kırk yararak seçtiği için çiftlik hayvanı olarak tercih edilmeyen pek çok tür vardır. Bu temel verisizlikten dolayı, yiyecek olarak hiçbir etobur memeli hayvan evcilleştirilmemiştir. 2) Büyüme Hızı Sahip olmaya değmesi için evcil hayvanın çabuk büyümesi gerekir. Goriller ve filler otobur olmalarına, yiyecek seçmek gibi kötü huylar olmamasına, çok fazla et vermelerine karşın bu kural gereği elenmektedir. Fil ve goril yetiştirileceği yapmaya kalkışacak bir kişi, sürüsündeki hayvanların yetişkin hayvan boyutuna ulaşması için 15 yıl mı bekleyecek? Filleri çalıştırmak isteyen günümüz Asyalıları filleri yaban ormanda yakalayıp uysallaştırmayı daha zahmetsiz buluyorlar. 3) Bir Yere Kapatarak Yetiştirmenin Zorlukları Biz insanlar başkalarının gözü önünde sevişmekten hoşlanmayız; değerli olma olasılığı bulunan bazı hayvan türleri de bunu sevmez. Kara hayvanlarının en hızlısı olan çitaları, binlerce yıldır evcilleştirmek için çok çaba göstermiş olmamıza karşın bu işi başaramamızın nedeni budur. Daha önce sözünü ettiğim gibi, Eski Mısırlılar, Asurlular, gününüz Hintlileri av arkadaşı olarak çitaları köpeklerden çok daha üstün tutarlardı. Hindistan'daki bir Babür imparatorunun bin çitalık bir ahırı vardı. Ama varlıklı pek çok prensin yaptığı büyük yatırımlara karşın çitaların hepsi ormanda yakalanmış ve uysallaştırılmış çitalardı. Prenslerin çitaları bir yerde kapatıp yetiştirme çabaları başarısızlıkla sonuçlandı, hatta çağdaş hayvanat bahçelerinde biyologlar ancak 1960 yılında ilk kez bir çitaya doğum yaptırmayı başardılar. Ormanda erkek çita kardeşler bir dişiyi günlerce kovalarlar, uzun bir kovalamaca halinde süren bu kaba kurlaşma, dişinin yumurta oluşturması ya da cinsel ilişkiyi kabule hazır olması için gerekli gibi görünür. Çitalar bu incelikli kurlaşma töreninin bir kafesin içinde yapmayı genellikle kabul etmezler. 4) Kötü Huyluluk Kuşkusuz yeterince büyük bütün memeli türleri bir insanı öldürebilir. Domuzlar, atlar, develer, sığırlar insan öldürmüştür. Yine de bazı büyük hayvanlar çok daha kötü huyludur ve ötekilere göre iflah olmaz derecede tehlikelidir. Evcilleştirilmeye görünüşte en uygun pek çok aday insanları öldürme eğilimleri yüzünden elenmiştir. En açık örneklerden biri bozayıdır. Ayı eti pahalı bir yiyecektir, bozayıların 900 kiloyu bulanları vardır, temelde otoburdurlar, bitkisel yiyecek yelpazeleri çok geniştir, insanların çöpleriyle semirirler, oransal olarak hızlı büyürler. Bozayılar bir yere kapatıldıklarında uslu dursalar et üretimi için onlardan iyisi olmaz. Aynı derecede apaçık nedenlerden dolayı evcilleştirilememiş olan bir başka olası aday da Afrika mandasıdır. Çabuk büyüyerek bir ton ağırlığa ulaşır, iyi gelişmiş aşamalı bir üstünlük düzenine sahip sürüler halinde yaşarlar, bu özelliğin erdemleri aşağıda tartışılacaktır. Ama Afrika mandasının büyük memeli hayvanlar içinde en tehlikelisi, en güvenilmezi olduğu düşünülür. Onu evcilleştirmeye çalışacak kadar aklından zoru olan biri ya çabalarken ölmüştür ya da manda fazla büyüyüp iğrençleşmeden önce mandayı öldürmüştür. Aynı şekilde dört tonluk otobur gergedanlar da o kadar tehlikeli olmasalardı harika birer çiftlik hayvanı olurlardı. Gergedanlar Afrika'da her yıl, aslanlar da içinde olmak üzere, öteki memelilerin öldürdüğünden fazla insan öldürürler. Afrika'nın dört zebra türü daha da beterdir. Evcilleştirme çabaları onları arabalara koşmak kadar ileriye gitmiştir: 19.yy'da Güney Afrika'da koşum hayvanı olarak denenmişler, tuhaflıklarıyla ünlü Lord Walter Rotschild, Londra sokaklarında zebraların çektiği bir arabayla dolaşmıştır. Heyhat, zebralar yaşları büyüdükçe akıl almaz derecede tehlikeli olurlar. Zebraların insanları ısırma ve bırakmama gibi sevimsiz bir huyları vardır. Bu yüzden de Amerika'daki hayvanat bahçesi bakıcılarını her yıl kaplanlardan çok zebralar yaralar. 5) Korku ve Telaş Eğitimi Otobur büyük memeli türler yırtıcı hayvanlardan ya da insanlardan gelecek tehlikelere karşı çok farklı tepki gösterirler. Bazı türler bir tehditle karşılaştıklarını sezdikleri zaman tedirginleşirler; hızlıdırlar ve hemen kaçmaya programlanmışlardır. Bazı türlerse daha yavaştır, o kadar tedirgin olmazlar, sürünün arasına sığınırlar, tehdit karşısında ayak direrler, gerekli oluncaya kadar kaçmazlar. Geyik ve antilop türlerinin çoğu birinci tür hayvanlardır, koyun ve keçi ise ikinci tür. Hiç kuşku yok, rahatsız türleri kapalı bir yerde tutmak güçtür. Kapalı bir yere kondukları zaman ya telaşa kapılırlar ya da bu büyük sarsıntının etkisiyle ölür ya da kaçıp kurtulmak isterken çite çarpa çarpa hırpalanırlar. Örneğin, Bereketli Hilal'in bazı yörelerinde binlerce yıl en sık avlanmış hayvan türü olan ceylanlar böyledir. O bölgedeki ilk yerleşik halklar için en kolay evcilleştirilebilir memeli türü ceylanlardı. Ama hiçbir ceylan türü evcilleştirilemedi. Birden fırlayan, körlemesine duvarlara saldırıp çarpan, neredeyse 10 metre havaya sıçrayabilen, saatte 75 km hızla koşan bir hayvanı gütmeye çalıştığınızı düşünün bir kez! 6) Toplumsal Yapı Evcilleştirilmiş büyük memeli hayvan türlerinin hemen hemen hepsinin yabani atalarının üç ortak özelliği olduğu ortaya çıkmıştır: Sürüler halinde yaşarlar; sürünün üyeleri arasında iyi gelişmiş aşamalı bir üstünlük düzeni vardır; sürüler karşılıklı olarak birbirini dışlayan egemenlik bölgelerinden ziyade üst üste binen yayılma alanlarında yaşarlar. Bu toplumsal yapı evcilleştirmeyi çok kolaylaştıran bir yapıdır çünkü aşamalı önem sırasının en başına insan geçer. Aynı sürü ailesinden gelen evcil atlar normal olarak en yüksek rütbeli kısrağı nasıl izlerlerse insan önderlerini de öyle izlerler. Böyle toplumsal hayvanlar güdülmeye yatkındırlar. Birbirlerine tahammül ettikleri için onları bir araya toplamak olanağı vardır. Üstün bir önderin arkasına içgüdüsel olarak takılıp gittikleri ve insanları önder olarak belledikleri için bir çoban ya da çoban köpeği onların kolayca istediği yere sürebilir. Başına buyruk memeli türleri arasında yalnızca kediler ve kır sansarları evcilleştirilmiştir çünkü bizim bunu yaparken amacımız onları yemek için büyük sürüler halinde yetiştirmek değil tek başın avcı ya da ev hayvanı olarak beslemekti.” Çiftçiliğe geçen, böylece hayvancılıkla da uğraşmaya başlayan toplumların hayvanlardan bir sürü hastalık kaptığına, bu hastalıklara zaman içinde bağışıklık kazanıp mikropların efendisi olduklarına değiniliyor. Bu sayede yiyecek üretimine geçememiş avcı/toplayıcılar, çiftçilerin torunlarının getirdiği mikroplar ile tarih boyunca defalarca kez kırılmışlardır. “Yakın tarihimiz boyunca insanların ölümüne yol açmış başlıca hastalıklar, çiçek hastalığı, grip verem, sıtma, veba, kızamık ve kolera- hayvan hastalıklarının evrimleşmiş halidir.” “Eski savaşların galipleri her zaman en iyi komutanlara ve silahlara sahip olan ordular değil, çoğu kez yalnızca düşmanlarına bulaştıracak en berbat mikropları taşıyanlardı. Tarihte mikropların oynadığı rolü gösteren en korkunç örnekler, Kolomb'un 1492 yolculuğuyla başlayan Amerika kıtalarının Avrupalılarca fethiyle ilgilidir. İspanyol fatihlerin kurbanı olan Amerikan yerlilerinin sayısı kabarıktı ama İspanyolların öldürücü mikroplarından ölenlerin sayısı çok daha kabarıktı.” “Aslında tanıdığımız bulaşıcı hastalıkların çoğunun kanıtlarla belirlenen tarihleri şaşırtıcı derecede yakın tarihlerdir: Çiçek hastalığı için aşağı yukarı MÖ 1600, kabakulak için MÖ 400, cüzzam için MÖ 200, çocuk felci için 1840, AIDS için 1959. Niçin tarımın başlaması bizim bulaşıcı kalabalık hastalıklarımızın evrimini başlattı? Bunun bir nedeni, daha önce sözü edildiği gibi tarımın, avcılık ve yiyecek toplayıcılığına göre nüfus yoğunluğu daha yüksek toplumları besleyebilmesi - ortalama olarak on ila yüz kat daha yüksek.- Ayrıca avcı/toplayıcılar sık sık yer değiştirir ve geride mikroplarla, kurtçuk larvalarıyla dolu dışkı birikintilerini bırakırlar. Ama çiftçiler yerleşiktir, kendi lağım pisliklerinin içinde yaşarlar, böylece mikroplar bir kişinin vücudundan bir başkasının içecek suyuna kısa yoldan karışma olanağı bulur.” İnsanlık tarihinde yazının Sümerlerde ve Amerika’da bağımsız olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bir olasılık da Çin’dir ama Çin’deki yazının Sümerlerde yazının bulunmasından sonra bir fikir olarak alınıp alınmadığından kesin olarak emin olunamıyor. “Sümer çiviyazısının yanı sıra insanlık tarihinde bağımsız olarak başladığı kesin olarak bilinen bir başka yazı sistemi de Mezoamerika'nın, muhtemelen Güney Meksika'nın yerli Amerikan toplumlarına aittir. Mezoamerika'da yazının Eski Dünya'dakinden bağımsız olarak başladığına inanılmaktadır çünkü bir yazıları olan Eski Dünya toplumları ile Yeni Dünya toplumları arasında İskandinavlardan önce herhangi bir ilişki olduğuna dair hiçbir inandırıcı kanıt yok. Ayrıca Mezoamerika yazısındaki göstergelerin biçimleri Eski Dünya'dakilerden tamamıyla farklı.” “İnsanlar milyonlarca yıl yazısız yaşadıktan sonra bütün bu Akdeniz ve Ortadoğu toplumlarında birbirlerine göre birkaç yüzyıllık farklarla bağımsız olarak yazı düşüncesi birden boy göstermiş olsaydı bu çok şaşırtıcı bir rastlantı olurdu. Bu yüzden de, Sequoyah'nın gece yazımında olduğu gibi, düşüncenin duyulmasıyla yazının yayıldığı yorumu bana daha olanaklı geliyor. Yani Mısırlılar ya da başka halklar Sümerlerden yazı düşüncesini ve belki bazı ilkelerini öğrenmiş, daha sonra başka ilkeleri ve harflerin belli biçimlerini kendileri bulmuş olabilirler.” İlk yazının da hesap tutmak adına, maddi bir ihtiyaçtan dolayı geliştirildiğini görüyoruz. “İlk Sümer metinleri saray ve tapınak bürokratlarının, içinde en küçük bir duygu bulunmayan hesap tutanaklarıydı.” “Avcı/toplayıcı toplumlar hiçbir zaman ne kendileri yazı diye bir şey geliştirdiler ne de başkalarından aldılar çünkü ilk yazının kullanılacağı kurumlardan da yoksundular, yazıcıları beslemek için yiyecek fazlası üretmeye yarayacak toplumsal ve tarımsal düzeneklerden de. Yazı bağımsız olarak Bereketli Hilal'de, Meksika'da ve belki de Çin'de ortaya çıktı çünkü bu bölgelerin her biri bulundukları yarım kürede yiyecek üretiminin ilk başladığı yerlerdi.” “Kiril Alfabesinin kökeni MS 9.yy'da Slavların ülkesine giden Yunan misyoner Aziz Kyrillos'un icadı olan, Yunan ve İbrani harflerinin bir uyarlamasına dayanmaktadır.” Bugün kullandığımız QWERTY klavyelerle ilgili enteresan bir bilgi da mevcut: “Şimdi belki inanmayacaksınız ama QWERTY klavye 1873'te bir karşı-mühendislik tasarımıydı: Daktilo kullananları olabildiğince ağır yazmaya zorlamak için olmadık hilelere başvurulmuş, en çok kullanılan harfler klavyenin her sırasına dağıtılmıştı. Göründüğü kadarıyla verimliliğe aykırı olan bütün bu özelliklerin gerisinde yatan neden, 1873'te daktilo kullanıcılarının yan yana iki tuşa art arda hızla bastığında harflerin birbirine karışmasıydı, bu yüzden üreticiler daktilo yazanları yavaşlatmak zorundaydı. Daktilolardaki gelişmeler bu karışma sorununu ortadan kaldırınca 1932'de daha verimli olacak şekilde düzenlenmiş klavyelerle yapılan denemeler yazı yazma hızımızın iki katına çıkacağını ve harcanacak çabanın %95 azalacağını gösterdi. Ama artık QWERTY klavyeler siperlere yerleşmişti. QWERTY klavyeyle yazan yüz binlerce daktilocunun, daktilo öğretmeninin, daktilo ve bilgisayar satıcısının, üreticisinin kazanılmış hakları, 60 yılı aşkın bir süredir klavyeleri etkili hale getirme yönündeki bütün girişimlerle çatışıyor.” Çeşitli toplumların yeniliğe ve gelişime daha açık olduğunu, daha fazla mucit çıkardığını görüyoruz. Yazar bunların sebeplerini şöyle izah ediyor: “Toplumlar arasında yeniliğe açıklık farkları nasıl ortaya çıkıyor? - Birincisi ortalama ömür uzunluğudur. Yani ilke olarak, olası mucitlerin gerekli teknik bilgi birikimini sağlayabilmeleri için gereksinimleri vardır; aynı zamanda, çok geç sonuç veren uzun gelişim programları üzerinde çalışmaya başlayabilmek için sabır ve güvenliğe. Bu yüzden de çağdaş tıp sayesinde çok fazla artmış olan ömür ortalaması yakın zamanlardaki icatların artmasına katkıda bulunmuş olabilir. - Klasik çağlarda kölelerin emeğinin ucuz olması görünüşe bakılırsa yenilikleri baltalıyordu, oysa şimdi ücretlerin yüksek oluşu ya da insan emeği açığı, teknolojik çözüm arayışlarını kamçılıyor. Örneğin, California'daki çiftliklere Meksika'dan gelen mevsimsel uzun emeğin göç politikalarında yapılması planlanan bir değişiklikle artık gelmeme olasılığı belirince, California'da hemen makineyle toplanabilecek bir domates cinsi girişimleri başladı. - Mucitlerin sahiplik haklarını koruyan patent ve öteki telif hakları yasalarıyla çağdaş Batı'da yeniliklere kanat gerilirken çağdaş Çin'de bu tür bir korumanın olmaması yenilik heveslerini kırıyor. - Güçlü bireycilik ve özel mülk başarılı mucitlerin kendi kazançlarını kendilerine saklamalarına izin verir.” Neden devletleştiğimiz ve devletlerin kökeni hakkında şöyle notlar mevcut: “Devletlerin nereden kaynaklandığı sorusunu ele alan kuramlar: Aristoteles devletin insan toplumunun doğal bir durumu olduğunu, bir açıklamaya gerek olmadığını düşünüyordu. İkinci kuram en iyi bildiğimiz kuramdır. Fransız filozofu Jean-Jacques Rousseau devletlerin toplumsal bir sözleşmeyle, insanların kendi çıkarlarının hesabını yaptıkları, daha basit toplumlarda değil de bir devlet sisteminde yaşadıkları zaman durumlarının daha iyi olacağı konusunda anlaşmaya vardıkları ve kendi istekleriyle daha basit toplumları ortadan kaldırdıkları zaman varılan akılcı bir kararla kurulduğunu ileri sürdü. Bazı tarihçiler ve ekonomistlerin hala benimsedikleri üçüncü kuram hiç kuşku duyulmayacak bir olgudan, hem Mezopotamya'da hem Kuzey Çin ile Meksika'da geniş çaplı sulama sistemlerinin, devletlerin boy gösterdiği bir zamanda inşa edilmeye başladığı olgusundan yola çıkar, Bu kurama göre büyük, karmaşık bir sulama sistemi ya da suya dayalı bir yönetim kurmak için merkezi bir bürokrasiye gerek vardır. Kuram daha sonra zamanla gözlemlenmiş kava bir bağlaşıklığı varsayımsal bir neden-sonuç zincirine dönüştürür. Bu kuram, karmaşık toplumların evriminde yalnızca son evreyi ele alır. Geniş çaplı sulama projesi ufukta görünmeden önceki bin yıllar boyunca obalardan kabilelere, kabilelerden şefliklere geçişi sağlayan itici gücün nereden kaynaklandığı konusunda hiçbir şey söylemez.” “Anlaşmazlıkların çözümünü üyelerine bırakan büyük hacimli bir toplumun patlayıp havaya uçması kaçınılmazdır. Binlerce insandan oluşan toplumların, ancak gücü tek elde toplamak ve anlaşmazlıkları çözmek için merkezi otorite geliştirirlerse ayakta kalabileceklerini bu olgu bile tek başına açıklayabilir. İkinci bir neden, nüfus hacminin büyümesiyle hep birlikte karar almanın giderek zorlaşmasıdır. Üçüncü neden ekonomik kaygılarla ilgilidir. Büyük hacimli toplumlar ancak karşılıklı ekonomiye ek olarak yeniden dağıtım ekonomisine sahip olurlarsa ekonomik işlevlerini yerine getirebilirler. Bir bireyin gereksiniminden fazla olan ürün o bireyden merkezi bir otoriteye aktarılmalı, o otorite de o ürünü açığı olan bireylere dağıtmalıdır. Büyük hacimli toplumlarda karmaşık örgütlenmeyi zorunlu kılan son bir neden de nüfus yoğunluğuyla ilgilidir. Düşük nüfus yoğunluklu toplumlar kaynakları paylaşarak geçimlerini sağlayabilirler. Büyük hacimli toplumlar ise karmaşık örgütlenmeler ve kontrol gerektirir.”
Tüfek, Mikrop ve Çelik
Tüfek, Mikrop ve ÇelikJared Diamond · Pegasus Yayınları · 20187,6bin okunma
·
1.514 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.