Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Gabriel Defrens'in İki Buçuk Yılı Osmanlı ve Avrupa belgelerinin titizlikle karşılaştırılmasıyla hikâyesi bilimsel bir makaleye konu olmuş ilk Osmanlı casusu, esas adı Gabriel de Bourgogne/Frenk Mahmud b. Abdullah olan Gabriel Defrens adlı bir Fransızdır. Susan Skilliter'in kısa ancak çığır açıcı nitelikteki çalışmasına göre, 1554 ya da 1555 yılında Blois’da doğan Gabriel, Mısır’ın ticaret merkezi İskenderiye limanındaki Fransız konsolosunun oğludur. Fransız prensesi ve II. Henri'nin gayrimeşru kızı Diane de France'ın maiyetinde yetişmiştir. Genç yaşta, muhtemelen İskenderiye’ye babasının yanına giderken Dalmaçya'da Morlak adı verilen haydutlar tarafından yakalanmış ve Osmanlılara esir olarak satılmıştır. Ardından, kölelikten bir şekilde kurtulmuş, Müslüman olmuş ve saray çevreleriyle yakın ilişkiler kurmayı başarmıştır. Hem saraya gerekli lüks metai almaktan sorumlu bir hassa tüccarı, hem de Fransız elçiliğinde çalışan bir tercüman olması aslında ilk başta çelişkili bir durum olarak gözükebilir. Ancak esas faaliyet alanının espiyonaj ve diplomasi olduğu düşünülürse, tüccarlığın Defrens'in rahat dolaşması için bir kılıf oluşturduğu hemen anlaşılır. Osmanlı sarayıyla ilişkileri sayesinde, efendisi Fransız elçisi Germigny'nin de takdirini kazanmıştır. Elçi, 1580 yılında kendisine İkinci Vezir Lala Mustafa Paşa ile bir görüşme ayarladığı için onu övecek, bir sene sonra da Fransa'ya gönderilen Osmanlı elçisinin kılavuzluğuna onu layık görerek güvenini gösterecektir. Defrens, Osmanlı başkentinde casuslukla diplomasiyi başariyla harmanlayan tipik bir mühtedir Osmanlıca ve Fransızcanın yanısıra, İtalyanca, Rumca ve idare edecek derecede Latince bilmektedir. Siyah sakallı, zayıf, orta boylu biridir. Yanağında bir siğil vardır ve konuşurken bazen burnunu çekmektedir. İstanbul ile Madrid arasında yüzyılın en uzun savaşını durduracak ateşkes anlaşması için görüşmelerin kazara da olsa başladığı 1579 yılının Şubat ayında, Defrens İspanyaya gönderilecektir. Burada ne yapacağı konusunda bir bilgimiz bulunmamakla beraber, Fransa üzerinden İngiltere'ye geçtiğini ve Kraliçe I. Elizabeth’e sultanın mektubunu verdiğini biliyoruz. Doğu Akdeniz ticaretine direkt iştirak etmek isteyen İngilizlerin William Harborne vasıtasıyla Sultan III. Murad'dan kapitülasyon almaya çalıştıklarını ve 1580 yılında bunu başardıklarını da ekleyelim." Defrens'in Londra'ya getirdiği mektuplar da bu konuyla ilgili olmalıdır. Gabriel, 1580 yılının Temmuz ayında İstanbul'a dönmüş ve İspanyollarla yapılan ateşkes görüşmelerine taş koymak isteyen efendisi Germigny'e Lala Mustafa Paşa ile bir görüşme ayarlamayı başarmıştır. Eylül ayında, hassa tüccarı olarak saraya saat ve benzer mekanik aletler almak bahanesiyle Ragusa'ya doğru yola çıktığı bilgisi verilir; buradan önce Venedik'e, ardından da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'ndaki Augsburg ve Nürmberg’e gideceği tahmin edilmektedir. Yolculuğunu, sultanın mektuplarini kraliçeye vereceği İngiltere'de sonlandıracaktır. Kasım ayında Londra'ya varmıştır bile; İspanyol elçisi Bernardino de Mendoza'nın raporuna göre, yanında getirdiği mektuplarda, III. Murad İngiliz tüccarların Osmanlı topraklarında ticaret yapabileceğini belirtiyor ve Elizabeth'i, II. Felipe'ye karşı mücadele eden Portekiz tahtının müddeisi Dom António'ya yardım etmeye çağırıyordu. Birinci Bölüm'de de anlatıldığı gibi, Portekiz kralının 1578’de Fas'ta savaş meydanında ölmesi, annesi bir Portekiz prensesi olan İspanya kralı ve Habsburg hanedanının başı II. Felipe’yi Portekiz tahtının varisi haline getirmişti. Aslında tahtın başka müddeileri de vardı. Bunlardan biri olan ve kısa bir süre tahta geçmeyi de başaran Dom António, dönemin meşhur komutanı Alba Dükü Fernando Alvarez de Toledo komutasındaki İspanyol kuvvetleri tarafından mağlup edilecek ve tüm umudunu Osmanlıların başını çektiği ve Elizabeth ile IV. Henri'nin de katılacağı bir ittifaka bağlayacaktı. Bu ittifakın hiç gerçekleşmediğini, Dom António'nun 1595 yılında hayal kırıklığı içinde Paris'te öldüğünü ve Portekiz tacının 1640 yılına kadar Habsburg Hanedanı'nda kaldığını belirtelim. 11 Aralık 1580'de Londra'dan ayrılan Gabriel buradan Hollanda'ya geçmiştir. Habsburgların baskıcı dini politikalarından bıkan, özerkliklerine çok düşkün Kalvinist şehirler Willem van Oranje liderliğinde ayaklanıp bir konfederasyon oluşturmuştu; bugünkü Hollanda'nın da temelini atan bu konfederasyon sonradan Birleşik Eyaletler adını alacaktı. Gabriel'in Willem'le ne konuştuğu az çok tahmin edilebilir. Muhtemelen, III. Murad'ın ve belki de II. Elizabeth'in mektuplarını vermiş ve her iki hükümdarın da isyanı desteklediğini belirtmiştir. Bu isyan Osmanlı stratejisi için kilit önem taşımaktaydı. Bölgenin coğrafi şartlarının zorluğu“ Habsburgların isyanı bir türlü isyanı bastıramamasına ve bu bitmek bilmeyen savaşa bir servet yatırmasına yol açmıştır. İsyan uzadıkça Akdeniz savunması aksamakta ve bu da doğuda Safeviler'e karşı uzun ve masraflı bir savaşa girmiş olan Osmanlılara rahat bir nefes aldırmaktadır. Venedik üzerinden İstanbul'a dönen Defrens, payitahtta uzun süre kalmayacaktır. Siyavuş Paşanın isteğiyle, III. Henri’yi 1582 yılında düzenlenecek ve tam bir emperyal propagandaya dönüşecek olan sünnet törenine davet etmek için Fransa'ya gönderilen Osmanlı elçisi Hasan Ağa'ya eşlik edecektir. Ragusa üzerinden Venedik'e gittikten sonra, Hasan Ağa bir müddet burada kalacak, Defrens ise sultanın mektup ve hediyelerini alarak tek başına Paris'e götürecektir. Eylül ayında Paris'te Fransa kralının huzuruna çıkan Defrens, III. Henri’nin Fransız elçisine yazdığı bir mektupla Venedik'e geri dönecek ve Hasan Ağa ve Ali adlı bir Divan-ı Hümayun tercümanıyla birlikte tekrar yollara düşecektir. Osmanlı diplomatları Bergamo üzerinden Milano, Cenevre ve Lyon'a devam edip Fransa'ya girmiş, daha sonra da kuzeye yönelip Orleans ve Bourg-la-Reine üzerinden 8 Kasım'da Fransa başkentine varmıştır. Alçak Ülkeler adıyla da anılan bu bölge bugün de suyun altındadır ve ancak set ve barajlarla korunan topraklarda tarım yapılabilmektedir. Yanlarında yenilenen kapitülasyonu da getiren elçilik heyeti Paris'te yirmi gün kaldıktan sonra gene Venedik üzerinden geri dönecek ve 29 Mart 1582'de İstanbul'a ulaşacaktır. Ne yazık ki Skilliter’ın kırk küsur yıl önce incelediği belgeler Defrens'in izini bu noktada kaybediyor. Gene de, renkli bir kariyerin sadece iki buçuk yıllık kısmı bile bize birçok şey anlatıyor. İlk olarak, Avrupa'nın birçok yerini dolaşan Gabriel Defrens'in görünürdeki iki mesleği olan tercümanlık ve tüccarlık dışında neler yaptığını tahmin etmek zor değildir. Tecrübeli diplomat Avusturya elçisi Joachim von Sinzendorff'un Viyana'yı ivedilikle bu casusa karşı uyarması boşuna olmasa gerek. Zaten daha da önce gördüğümüz gibi, ticaret ve diplomasi casusluğun üvey kardeşidir. Elçiler ve tüccarlar, özellikle Defrens gibi lüks meta ticareti yapanlar, mesleklerini rahatça dolaşmak, siyasi elitlerle iş tutmak ve para kazanmak için kullanmaktadır. Elçi espiyonaj dünyasının işvereniyse, tüccar da çalışanıdır. Eline para geçeceğini bildikten sonra, bilgiyi de buğday, kumaş veya mücevher gibi en çok para verene satmakta tereddüt etmeyecektir. Defrens’in hikâyesi bu kitapta pek bahsetmediğimiz ama daha önceki çalışmalarımızda değindiğimiz bir başka noktayı tartışmamıza fırsat vermektedir. Bu casus/tüccar/diplomatın faaliyetleri Osmanlı payitahtında resmi ve gayriresmi arasındaki sınırın ne kadar belirsiz olduğunu göstermiştir; ama hepsi bundan ibaret değildir. Kime çalıştığı pek de belli olmayan bu Fransız’ın kariyeri bize bu gibi siyaset ve diplomasi simsarlarının merkezi hükümetlerden bağımsız birer aktör olduklarını kanıtlamaktadır. Müslüman olup esaretten kurtulmuş ve Topkapı Sarayı'nda hassa tüccarı olarak çalışan Fransız asıllı bir tüccar nasıl aynı zamanda Fransa elçiliğinde tercüman olarak çalışıp III. Henri'den maaş almaktadır? Bir yandan Fransa elçisine çalışırken, öte yandan nasıl III. Murad'ın mektuplarını Londra'ya, Kraliçe Elizabeth’inkileri ise Willem van Oranje'ye taşımaktadır? Fransız elçisi bir Osmanli veziri ile görüşmek için niye kendi emrinde çalışan bir tercümandan yardım isteme ihtiyacı duymuştur? Bu soruların cevabını çalışanlarının sadakatine ipotek koymakta henüz o kadar ısrarcı olmayan Yeniçağ hükümetlerinin doğasında aramak gerekir. Emekleme aşamasındaki merkezi bürokratik yapılar, bizim bildiğimiz anlamda rasyonel bürokrasilere dayanan hükümetler gibi değildir; kapu halklarından oluşan devlet de modern devlete benzemez. Her ne kadar ortak bir devlet çıkarı mefhumu bulunsa da, aslında devlet kendisini oluşturan grupların çıkarlarının toplamından, daha doğrusu asgari müşterekinden ibarettir. Dolayısıyla, sadece casuslar değil, tüccarlar, tercümanlar, askerler ve hatta elçiler bile birden fazla kişiye çalışabilmektedirler. Bunun en güzel örneği, İstanbul ile Madrid arasında yapılan ateşkes görüşmelerinde bulunabilir. Bu ateşkes görüşmeleri tamamen bir tesadüf sonucu başlamıştır. Habsburgların sabotaj için yolladığı ajanlardan Martin de Acuna yakalanınca, kendisinin ateşkes görüşmeleri için yollanmış bir casus olduğunu iddia edecektir. Bu iddiaları destekleyebilmesi için gerekli belgeleri de, bizzat Divan-ı Hümayun tercümanı Hürrem Bey in işbirliğiyle İstanbul'daki Habsburg istihbarat ağının başı konumundaki Aurelio Santa Croce sağlayacaktır. De Acuna'nın yerine yollanan Giovanni Margliani'nin Osmanlılarla yaptığı kırk aylık uzun pazarlıklarda hem Hürrem Bey'in hem de adını daha önce duyduğumuz Salomon Aşkenazi'nin aslında kime hizmet ettiği belli değildir. Hürrem Divan'ın resmi tercümanıdır. Aşkenazi ise Balyos Marc'Antonio Barbaro'nun doktoru iken Sokollu’ya da hizmet etmeye başlamış ve ileride de bahsedileceği gibi, Barbaro'nun mektuplarını kaçak bir şekilde Girit'e yollamasına yardım ettiği için iki kez Osmanlılar tarafından hapse atılmıştır. Sokollu sayesinde hapisten kurtulduktan sonra, imzalanmasında büyük katkısı olduğu barış anlaşmasını onaylatmak üzere Venedik'e Osmanlı elçisi olarak gidecek olan da gene bu Yahudi'dir. Osmanlı-Habsburg ateşkes görüşmelerinde, Aşkenazi ve Hürrem hem Margliani'ye hem Sokollu’ya yardım etmiş, kısacası iki taraf arasında aracılık yaparak kendi çıkarlarını gözetmiştir. Madrid'in bunları cömertçe ödüllendirdiğini söylememize gerek yok; ama kesenin ağzını açanın sadece Habsburglar olmadığını da belirtmeliyiz. İstanbul ile bir türlü kalıcı diplomatik ve ticari ilişkiler kuramayan Toscana Grandükası Ferdinando de' Medici de Hürrem ve Aşkenazi'nin yardımını isteyecektir. Gene Hürrem, hem balyosa hem de Avusturya elçisine tercümanlık yapmaktan ve para karşılığında bilgi sızdırmaktan çekinmeyecektir. Görüldüğü gibi, doktor ve tercüman gibi yasal meslekleri hem Osmanlılar hem de diğer Avrupalı devletler için icra eden bu siyaset ve diplomasi simsarları, geliştirdikleri ilişkileri o kadar da masumane bir şekilde kullanmamaktadır. Kısacası, merkezi devletin çalışanlarının sadakatine ipotek koymadaki yetersizliği büyük bir güvenlik açığı doğurmakta, firsattan istifade eden simsarlar da bilgi tacirliğinden parayı kırmaktadır.
149 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.