Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Mustafa Kemal politikayı bir yana itti. Artık yapılması gereken bir işi vardı. Kuzey Afrika'ya gidip İtalyanlar'la savaşmalıydı. Suriye ve Mısır'dan geçen uzun kara yolu dışında Türkiye'nin Kuzey Afrika'yla bağlantısı kesilmişti. İtalyanlar denizin denetimini ellerinde tutuyorlardı; filoları Çanakkale Boğazının da çok yakınındaydı. Türk donanması iki savaş gemisi ve birkaç kruvazörden ibaretti.. Bunların da kazanları paslanmış durumdaydı; mürettebatı ortadan kaybolmuştu; gemiler yan yana Haliç'in çamurlu sularında öylece yatıyordu. Askeri birlikleri göndermek olanaksızdı. Gitmek isteyen subaylar Afrika'ya kendi olanaklarıyla gitmeliydi. Her genç subay gitmeyi planlıyordu. Enver derhal gitmişti bile. Paris'de askeri ataşe olan Fethi de, Marsilya'dan bindiği bir Fransız balıkçı teknesiyle oraya koşmuş ve Tunus'da karaya çıkmıştı. Mustafa Kemal diğer iki arkadaşıyla birlikte kara yolunu seçti: Demiryolu geçen yerlerde trene binip, yolun kalan büyük bölümünü at sırtında ya da arabayla aşarak, Küçük Asya'dan aşağıya, Suriye ve Filistin'e gittiler. İskenderiye'ye vardıklarında İngilizlerin Mısır'ı tarafsız ilan edip, sınırı kapattıklarını gördüler. Mustafa Kemal öfkeden köpürdü. Mısır Türk egemenlik alanı içinde bulunan bir ülkeydi; İngilizlerin burada hiçbir hakkı olmadığı halde, sınırı kapatarak Türk subaylarının ve birliklerinin Türk topraklarında yaşayan Türkler'in yardımına koşmasını engellemek küstahlığını gösterebilmeleri tam bir rezaletti. Ancak, yapılabilecek hiçbir şey yoktu: Devam etmek zorundaydılar. Üç arkadaş orada ayrılıp, her birinin kendi başının çaresine bakmasına karar verdiler. Mustafa Kemal bir Arap kılığına girerek batıya işleyen hafif raylı demiryolundaki bir trene bindi. Yalnızca birkaç kelime dışında Arapça bilmediği gibi, açık renk saçları ve mavi gözleriyle Arap'a benzemiyordu da. Sınır karakolundaki subay bir Mısırlı'ydı. İskenderiye'deki İngiliz kumandanından Mustafa Kemal'in eşkalini ve onun tutuklanıp kendisine gönderilmesine ilişkin bir emir almıştı. Mısırlı subay bir Müslümandı ve tüm Hıristiyanlardan olduğu gibi İngiliz ve İtalyanlar'dan da hiç ayrım yapmaksızın nefret ediyordu. Tüm yakınlığı ve sevgisi Türkler'den yanaydı. Gene de aldığı emirleri tümüyle gözden uzak tutması mümkün değildi. Mustafa Kemal'in bir Türk olduğundan emin olunca, mavi gözlü bir başka yolcuyu tutuklayarak, Mustafa kemal'i dualarla uğurladı. Mustafa Kemal Derne Limanından 25 kilometre kadar içerde yer alan Ayn elMansur'daki Türk karargahına doğru yola koyuldu.Bu Mısırlı zabitle geçen olayı Kılıç Ali (Atatürk'ün Hususiyetleri, İstanbul, 1955) şöyle aktarıyor: "Hududa yakın ve demir yolunun sonu olan Ahar Terkip istasyonuna yaklaştıkları sırada kontrol memuru Mısırlı zabit bunları tevkif etmek istemiş. Mustafa Kemal Bey, zabitin hissiyatı diniyesini kışkırtacak sözlerle işi açıklamaya mecbur olmuş. Zabiti ikna etmiş. Fakat Mısırlı zabit gene de: "Oraya bir an evvel gitmesi lazım gelenler gitsin. Fakat vaziyetiniz o kadar nazarı dikkat celbetti hiç olmazsa içinizden oraya gitmesine beis olmayanlardan birkaçını bize teslim ediniz," diye işi pazarlık mevzuuna sokmuş. Bu görüşmeler neticesinde çarnaçar kafileye katılan Bingazili topçu zabiti ile tüfekçi ustasının ve bir de Kahire'den kendilerine yol göstermek için terfik edilen kılavuzu teslime mecbur olmuşlar. Fakat Mustafa Kemal bunların ne yapıp yapıp kendilerine iltihak ettirilmelerini Mısırlı zabitten rica etmiş, Mısırlı zabit de: "Müsterih olun kendi atım ile onları da mücahedenize yetiştireceğim," cevabını vermiş. Hakikatten de müddet sonra arkadaşlarını tekrar serbest bırakıp kafileye kavuşturmuş." Karargâhta çok iyi karşılandı. Büyük bir subay kıtlığı çekilmesinden başka, bir önceki yıl yaptığı incelemelerden ötürü bölgeyi ve halkını iyi tanıması onu daha değerli yapıyordu. Binbaşı rütbesine yükseltildi ve kendisine Derne yönündeki bölgenin kumandanlığı verildi. Karargâhı AynelMansur'dâydı. Burada tüm cephenin kumandanı olarak Enver de vardı. Donanmayı arkalarına alan İtalyanlar, kıyı kentlerini ele geçirmiş ancak, içerilere sokulamamışlardı. Türkler İtalyanlar'ın üzerine yürüdüler. Silahlanmış tüm Kuzey Afrika topyekun Türkler'in arkasındaydı. Kutsal Savaş, Cihad ilan edilmişti. Hocalar halkı heyecanlandıran Vaazlar vermekteydi. Libya'nın her yanından, Sahra Çölü ve Kufrah Vahası'ndan kabileler Hıristiyan işgalcilere karşı Türkler'in, Müslüman kardeşlerinin yanında yer almak üzere toplanmaktaydılar. Dinsel fanatiklikle tutuşarak, Enver'i görmek üzere karargâha koşuyorlardı. Enver, ilgi odağı konumundaydı. İstanbul'daki Padişah ve tüm Müslümanların halifesinin temsilcisi olarak gelmişti. Sünusi Şeyhi, onu "birader" olarak çağırıyor ve savaşçılarını yolluyordu. Uzak bölgelerdeki Turesler ve Pessaniler bile gönüllülerini göndermekteydiler. Ve Enver onlarla nasıl ilişki kurulması gerektiğini iyi biliyordu. Yerleri halılarla, çevresi ipek kumaşlarla süslenmiş büyük bir çadır kurdurdu. Burada büyük bir debdebeyle şeyhlerle görüşmeler yapıyor ve yerde bağdaş kurmuş oturan vahşi Bedeviler'! dinliyordu. Dağınık durumdaki adamları kırk kişilik gruplar halinde çadırlara koydurup, onlara yemek pişirip işlerini görecek birer kadın tahsis etti. Her gruba üç Türk subayı verdi. Bedeviler'e iyi para veriyor, onları besliyor ve ölenlerin dul karılarına armağanlar yolluyordu. Sonsuz bir sabır, şefkat ve tükenmez bir enerjiyle, onlara savaş esini vermeye çalışıyordu. Bütün bunların bir sonucu olarak İtalyanlar kıyıya çivilendiler ve bir adım bile ilerleyemedîler. Mustafa Kemal, Enver'le sürekli temas halindeydi. Enver'den bir yaş büyüktü, ama rütbe olarak onun astıydı. İki adam bir türlü geçinemiyorlardı. Devamlı olarak kavgalıydılar. Her ikisinin damarlarında da kavgacı Arnavut kanı dolaşıyordu. İkisi de gururlu, alıngan ve irade gücüne sahip kişilerdi. İkisinin de muhalefete ya da eleştiriye tahammülleri yoktu. Ve her ikisi de zininsel ve fiziksel olarak korkusuz ve düşündüğünü açıkça söyleyen kişilerdi. Ama aralarındaki ortak noktalar bundan ileri gitmiyordu. Enver daima çok büyük projeler, son derece geniş ihtiraslardan esin alıyordu. Büyük düşünceler onu adeta büyülüyor, kendine çekiyordu. Ayrıntılar, somut gerçekler ya da rakamlar onu asla ilgilendirmiyordu. Mustafa Kemal ise temkinliydi. Parlaklık onu ihtiyatlı olmaya sevk ediyordu. Büyük, belirsiz düşünceler onu heyecanlandırmıyordu. Hedefleri sınırlıydı ve bunları ancak uzun ve dikkatli incelemeler ve hesaplamalardan sonra belirliyordu. Olguları ve rakamları kesin olarak saptıyordu. Ne Araplar, ne de başka yabancılarla iyi ilişkiler kurma konusunda istekli olmadığı gibi, yeteneksizdi de. O bir Türk'tü, Türk olmaktan da gurur duyuyordu; dünyanın geri kalanını ise aşağı görmekteydi. Selanik'deki ilk günlerinden beri Enver'den hoşlanmamıştı. Şimdiyse ona karşı nefret duymaya başlamıştı; bunu açıkça göstermekten de geri durmuyordu. Nefreti kıskançlıkla beslenmiş, acılaşmıştı. Mustafa Kemal her zaman en iyisi, en iyi asker olduğuna inandırılmışken, Enver'den daha büyük olmasına karşın, şimdi onun peşinden sürükleniyordu. Daima Enver kumandanken Mustafa Kemal onun astı konumundaydı. Şık çadırında maiyetinde dalkavuklarla yaşayan, şevkle parıldayan, gösterişli, kibar ve çekici Enver'in gözünde, gri yüzü, alaycı tavırları, ters sözleriyle Mustafa Kemal, adeta ziyafetteki kafatası gibiydi. Bedevilerin cesaretini kırıyordu. Her planı eleştiriyordu. Her projeye dudak büküyordu: Tavrı daima kusur bulucu ve eleştireldi, ama hiçbir zaman işi itaatsizlik noktasına vardırmıyordu. Zaman ilerledikçe ilişkileri daha da güçleşmeye başladı. Aşırı sıcak altında kayalarla çevrili arazide pusuya yatma ve atlı saldırılardan ibaret olan bu usanç verici çatışmalar, en güçlü karakteri bile yaratabilirdi. Hepsinin sevimli ve hoş bulduğu Fethi, aralarındaki açıklığı kapatmaya çalıştıysa da başaramadı. Mustafa Kemal kendi kampında kalmaktaydı. Küçük bir çadırda, adamları kadar zorlu koşullarda, basit bir biçimde yaşıyordu. Eğlencelere gitmeyi ya da Enver'in maiyetinin bir parçası olmayı kesinlikle reddetmekteydi. Savaşın birinci yılının sonunda, pek az sonuç alınabilmişti. İtalyanlar kıyıya yeni birlikler çıkartmışlar, kumsalda kendilerine siperler kazmışlar, ama daha ileri gidememişlerdi. Türkler ve Araplar da onları siperlerinden söküp atamamışlardı. Ansızın ve yine önceden uyarmaksızın 1912 Ekimi'nde Karadağ savaş ilan etti. Tüm Hıristiyan Balkan devletleri, tarihlerinde ilk kez olmak üzere, birleştiler ve Türkiye'ye saldırdılar. Türk hükümeti İtalya ile alelacele barış yaparak Trablusgarb'a acil emirler gönderdi: Türk birlikleri Mısır'a çekilmeliydi; ülke bağımsız ilan edilmişti. Subayların hepsi mümkün olduğu kadar çabuk eve dönmeliydi. Düşman kapıdaydı. Türkiye kendini tümden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulmuştu. Kumandayı devreder etmez Mustafa Kemal yola koyuldu. En kısa yol olduğunu düşündüğü için Fransa'ya geçtiyse de, burada daha kısa yolun Avusturya ve Romanya'dan geçtiğine karar vererek yönünü değiştirdi ve Karadeniz'e indi. Sürekli yardım gördüğü için daha Aralık'ın ilk haftasında İstanbul'a ulaşmıştı bile. Her şeyi karmakarışık bir halde buldu. Türk orduları tüm sınırlarda ezilmişti. Kuzeyden Sırplar kontrolsüz bir biçimde ilerlemişlerdi. Güneyden saldıran Yunanlılar Selanik'i ele geçirmişler, yirmibeş bin tutsak almışlardı. Bulgarlar İstanbul'a doğru ilerleyerek, toplarıyle kentin sadece 25 kilometre dışındaki Çatalca'da bulunan istihkâmları dövmeye başlamışlardı. Başkentin birkaç kilometre dışı ve Bulgarlar'ca kuşatılmış olan büyük Edirne istihkamları haricinde Türkler Avrupa'dan süpürülüp atılmışlardı. Tüm bu felaket ortasında bir tek aydınlık nokta vardı. Rauf* isminde genç bir deniz subayı, kumandanı olduğu yaşlı kruvazörüyle Çanakkale Boğazı'nın hemen ağzındaki blokajı aşıp geçmişti. Düşman savaş gemileri peşindeyken, Ege Denizi'nde dolanıp şurada ya da burada ortaya çıkarak bir limanı bombalıyor, ya da bir nakliye gemisini batırıyordu. Ulusal bir kahraman haline gelmişti ama bu yiğitlik gösterilerinin genel yenilgi üzerinde hiçbir etkisi olmuyordu. İstanbul yaralılarla dolup taşmıştı: Hastahaneler, kiliseler, camiler, evler hep onlarla doluydu. Ülke baştan aşağı düzensiz mülteci kalabalıklarının oluşturduğu kamplarla dolmuştu. Yiyecek organizasyonu tamamen ortadan kalkmıştı. Binlerce insan kolera ve tifüsten ölüyordu; binlercesi de açlık ve soğuktan. Politikacılar hâlâ iktidarı kapmak için aralarında ağız dalaşı yapmakla meşguldüler. Kısacası ortada olayları denetim altına alabilecek ya da yönlendirebilecek istikrarlı bir hükümet kalmamıştı. Mustafa Kemal büyük bir kaygıyla ailesinden haber almaya çalışıyordu. Selanik'den gelen pek çok göçmeni buldu. Ona kentin büyük bir zorbalığa uğradığını anlattılar: Yunanlılar yakalayabildikleri tüm sivil Türkler'i öldürmüşler çevredeki tüm köy ve kasabaları da yağmalamışlardı. Sonunda annesini ve kızkardeşi Makbule'yi mülteci kamplarından birinde buldu. Bir oda kiralayarak onları İstanbul'a getirdi. Zübeyde altmışının üstündeydi. Geçen yıllarla şişmanlamıştı, gözleri de iyi görmüyordu. Selanik'den kaçışları sırasında Makbule'yle birlikte açlık ve soğuktan çok acı çekmişlerdi. Yaşlı kadın bu süre içinde hızla kocamıştı. Oğlunu görmek onu fazlasıyla memnun etti. Onun kendilerini İstanbul'a götürmesine sessizce boyun eğdi; ama orada hiç huzur bulamadı. Bütün gün boyunca odadaki divana bağdaş kurup oturuyor, öne arkaya sallanarak Allah'a dua ediyordu. Selanik kafir Yunanlılar'ın elindeydi, akrabaları katledilmişti; evi elinden gitmişti; sahip olduğu her şeyi kaybetmişti: Tam anlamıyla mahvolmuştu. Ailesini yerleştirir yerleştirmez Mustafa Kemal Harbiye Nezareti'ne durumunu bildiren bir yazıyla başvurdu. Gelibolu yarımadasının daraldığı boğazda, Anadolu kıyısında yer alan Bolayır önlerindeki istihkâm hattını tutan tümenin kurmay başkanlığına atandı. Bu çok Önemli bir mevkiydi. Bulgarlar buradan hücum edecek olurlarsa Boğazlar'ın kontrolünü ele geçirerek Asya'dakİ topraklara giden yolu açabilir ve İstanbul’un dış dünyayla bağlantısını kesebilirlerdi. Mustafa Kemal, General Sava Savof komutasındaki Bulgar birliklerinin saldırısından hemen önce Bolayır'a ulaşabildi. Buradaki istihkâmlar elli yıl önceki Kırım Harbi sırasında İngiliz mühendislerin inşa ettiği hattın alelacele onardan kalıntılarından ibaretti. Bulgarlar hatta hiç durmaksızın saldırıyorlar, Türkler'se inatçı bir sabırla bu hattı tamir ediyorlardı. Çatışmalar son derece şiddetli cereyan eden bu çatışmayı, sadece tüm cephelerde geçerli bir ateşkes bu çatışmayı durdurabildi. . Bundan sonra olaylar hızla gelişti. Büyük Devletler bir barış konferansı yapılması çağrısında bulundular. Balkan Devletleri İstanbul dışında Avrupa'daki tüm Türk topraklarının aralarında bölüşmeleri için kendilerine verilmesini talep ettiler. Bulgarlar da Edirne'nin derhal kendilerine teslim edilmesinde ısrarlıydı. Türkler kendi aralarında bölünmüşlerdi. Titrek bir ihtiyar olan Sadrazam Kâmil Paşa'nın önderliğindeki bir grup, her ne pahasına olursa olsun, barıştan yanaydı. Diğerleri, özellikle de genç subaylar hiçbir yerin teslim edilmemesini istiyorlardı. Ayaklanmalar, politikacıların entrikaları, kaos almış yürümüştü ve ortada olaylara yön verebilecek hiçbir güç bulunamıyordu. Bütün bu kargaşanın ortasında Enver Trablusgarb'den döndü. Hiç zaman kaybetmedi. İttihat ve Terakki Cemiyetini toplantıya çağırdı, genç subayları çevresine alarak bir heyeti vükela toplantısı sürerken Bâbı Ali'ye girdi. Kendisini durdurmaya çalışan Harbiye Nazırı Nazım'ı vurdu, Kâmil Paşa ve diğer nazırları rövolveriyle kovalayarak Cemiyet'ten Talat ve Cemal'in yanı sıra Sadrazam yaptıkları Mahmud Şevket Paşa ile birlikte kontrolü ele geçirdi. Hiçbir şekilde zaafa izin vermedi. Politikacıların bir kesimi ona muhalifti: Onları astı. Ayaklanmaları bastırdı ve Balkan Devletleri'yle banş görüşmelerine girmeyi kesin şekilde reddetti Ancak, Bulgarların kuşatması altındaki Edirne'yi kurtarmak önündeki temel sorun olarak henüz duruyordu. Düşmana mevzi değiştirtmek için büyük bir manevra planladı. Bu, kendisine göre çok iyi bir plandı: Haliç'ten donanmayı çıkarıp Ege'ye gönderecek, donanmanın ateş gücünün desteğindeki Onuncu Ordu birlikleri Bolayır'in biraz kuzeyindeki Şah Kuyu'ya çıkacak; Bolayır birlikleri düşmana hücum edince, Şarköy birlikleri de düşmanı sağ cenahtan yakalayacaktı; bundan sonra iki kol birleşerek kuzeye doğru en kısa yoldan geçerek Edirne'ye gidecekti. Bu harekat düşmanı şaşırtıp bozguna uğratacak ve onları Çatalca hatlarıyla Edirne'den vazgeçmeye zorlayacaktı. Savaş gemilerinden birinde yapılan bir kurmay toplantısında Mustafa Kemal de hazır bulunuyordu. Eleştirilerinde çok acımasız davrandı: Askeri istihbarata göre Şarköy'e hakim tepeler Bulgarlar'ca ele geçirilmişti ve bu koşullarda yapılacak bir çıkartma son derece tehlikeli olacaktı. Bolayır birliklerinin Bulgarlar'ı sürüp çıkarması olanaksızdı. Bunu yapacak olurlarsa iç hatlara sahip olan düşman, karşılarına son derece üstün kuvvetler çıkarabilirdi. Plan iyi gibi görünüyordu ama, ayrıntılar üzerinde iyi çalışılmamıştı; pratik geçerliliği yoktu. Enver'in canı sıkıldı. Komutan kendisiydi. Mustafa Kemal'e daha az konuşmasını belirterek, sadece kendisinden isteneni yapmasını söyledi. Harekat planlandığı şekilde yürütüldü. Bolayır birliklerinden iki kolordu 8 Şubat'ta şafak vakti saldırıya geçti. Mustafa Kemal de bu saldırı birliğindeydi. Bir on kilometre kadar ilerlediler ve çok kalın bir sis tabakası karşısında durmak zorunda kaldılar. Bulgarlar sol yandan sokularak ateş açtılar. Kolordulardan biri yarıldı ve geri çekilmeye başladı; Mustafa Kemal'in kurmay başkanı olduğu ikincisi de savaşarak geri çekilirken güçlerinin yarısını kaybetti. Şarköy'e çıkartma yapmaya başlayan Onuncu Ordu, Bulgarlarca yakalandı ve altı bin askerine kayıp verdirilmiş olarak yeniden gemilerine dönmek zorunda kaldı. Harekat tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bir ay sonra Edirne düştü ve Enver'in önderliğindeki hükümet, Kâmil Paşa ve hükümetince önerilen barış şartlarının aynını imzalamak zorunda kaldı. Mustafa Kemal İstanbul'a döndü. Yenik ve bitkin düşen Türkiye, yaralarını sarmaya çalışıyordu. Düşmanları onun bıraktığı toprakların paylaşımı konusunda çekişiyorlardı. Ansızın aralarında savaş patlak verdi. Bulgaristan Sırbistan ve Yunanistan'a saldırdı; ancak, yenik düşerek sınırlarına dönmeye mecbur oldu. Eski müttefikler Türkler'i unutmuş, çılgınca birbirlerinin boğazına sarılmışlardı. Enver bu fırsatı kaçırmadı. Yerinde bir cesaretle, ve savaş ilan etmeksizin, bulabildiği tüm kuvvetleri yola çıkarttı. Bunlar geride kalan birkaç küçük Bulgar birliğini ezerek ilerlediler ve doğru Edirne'ye girdiler, öncü birliklerin süvari kumandanı olarak, bando çalınır, bayraklar dalgalanır ve yerli halk zeytin dallarıyla yolunu süslerken, Enver at üstünde Edirne'ye "Muzaffer" sıfatıyla girdi. Kente giren asker kollarından birinin kurmay heyetinde Enver'in bu gösterisi yüzünden kapıldığı tiksinti ve öfke içinde, kendi kendine homurdanan, az tanınmış ve dikkat çekmeyen biri olarak, Mustafa Kemal de yer almaktaydı. ; Mustafa Kemal bir kez daha işsiz olarak, annesi ve kızkardeşiyle birlikte İstanbul'daydı. Edirne'nin alınışından sonra kaymakamlığa yükseltilmişti. Tatmin olmamış, ancak, belirgin hedeflere sahip biri olarak aşağı gördüğü ikinci sınıf politikacılarla yemden ahbablığa başlamıştı. Fakat artık devir değişmişti. Yeni hükumet güçlü ve sağlamdı. Talat, Enver ve Cemal Mahmud Şevket öldürülmüştü üçlü bir bir yönetim kurmuşlardı ve ülkeyi son derece baskılı bir biçimde idare ediyorlardı. Eski çeteler ve hizipler tümüyle dağıtılmışlardı. Politikacılar Mustafa Kemal'i aralarında görmeyi eskiden olduğundan da az istiyorlardı. Siyaset sahnesinin tümüyle dışında bırakılmıştı. Selanik'deki cemiyetten eski arkadaşları onun çok ilerisine geçmişlerdi. Talat ve Cemal kabinedeydi. Enver ise uluslararası bir kişilik haline gelmişti. Harbiye Nazırıydı. Bir sultanla evlenmişti ve Boğaziçi'ndeki bir sarayda ihtişam içinde yaşıyordu. Tüm Müslümanları Halife Sultan'ın bayrağı altında bütünleştirmek; Türkçe konuşan bütün halkları Türkiye çevresinde birleştirmek ve böylece Osmanlı İmparatorluğu'nün büyük zaferlerini yeniden canlandırmak gibi son derece büyük projeleri vardı. Almanlar onu müttefikleri olarak görüyorlardı. Mustafa Kemal ise devamlı homurdanan ve hoş olmayan tavırlar sergileyen alt rütbeli bir subaydan başka bir şey değildi. Üçlü yönetim ve İttihat ye Terakki Cemiyetince sevilmeyen biri olması dolayasıyla son derece kötü bir tanış olarak kabul ediliyordu. Enver'le tartışmıştı. Sadece Cemal onun hakkında iyi şeyler söylüyordu, bunun nedeniyse her ikisinin de Almanlar'a duyduğu ortak nefretti. Büyük projelerini gerçekleştirmek için Enver ilk adım olarak ordunun yeniden düzenlenmesi gereğine karar verdi. Bu işi hayata geçirmek üzere Prusyalı General Liman von Sanders'i davet etti. Haberi duyduğunda Mustafa Kemal, kapıldığı korkunç öfkeyle homurdanmaya başladı. Tüm politikacıların başına bela kesildi. Açıkça ya da gizli olarak, "birader" subaylarını yakalayıp konuşarak, gösterişli söylevler vererek, hepsinin durumu protesto etmek üzere birleşmeleri gerektiğine ikna etmeye çalıştı. "Almanların orduyu, yaşamımızın temelini denetlemelerine izin vermek çılgınlık olur" diyordu, "Biz Türkler kendi işimizi kendimiz görmeliyiz. Bu iş için bu Prusya'nın çağrılması milli bir hakarettir." Cemal'le görüşüp konuyu onunla tartıştı. Enver onu görmeyi reddettiğinde de, ona acı bir mektup yazdı. Üçlü yönetim onu bir baş belası olarak görüyordu. Tehlikeli değildi: Hiç kimse ona yardım etmediği gibi, onu dinleyen de yoktu; kimsenin onunla yapacak işi yoktu. Gene de baş belasının biriydi. En iyisi yoldan çekilmesi olacaktı. Fethi elçi olarak Sofya'ya gitmişti. Mustafa Kemal'le o, eskiden beri iyi arkadaştılar. Mustafa Kemal de Sofya'ya gitmeliydi. Askeri ataşe olarak atandı ve görevini tanımlayan belgeyi bir an evvel Fethi'ye götürme emrini aldı. Mustafa Kemal Sofya'daki görevini bir sürgün olarak kabul etti. İstanbul'daki yaşamla bağları koparılmıştı; askeri ataşelik mevkii profeyonel bir asker için gerçekten etkin görev yapabilme olanağını sağlamıyordu. Yapılacak ne iş varsa hepsini mükemmelen yapıyordu. Bulgar Başkumandanı Kitcheff ve Genelkurmayıyla arkadaşlık ediyor, tören ve tatbikatlara katılıyor ve gözlemlerini Fethi'ye rapor ediyordu. En iyi arkadaşının Bolayır'dan kendi kolordusunu püskürtmüş general olan Sava Savoff’un olması, Mustafa Kemal'in kendine özgü bir yönünü göstermekteydi. Rakip "birader" subaylardan ve politikacılardan nefret ediyordu; cesur bir düşmana ise saygı duyuyordu. Sava Savoff, Bolayır önlerinde eşine az rastlanır bir yiğitlik göstermişti. Bu yüzden Mustafa Kemal Sofya'ya gidince onu arayıp bulmuş ve onunla yakın arkadaşlık kurmuştu. Ancak, yapacak pek az işi vardı, bunlar da sevdiği şeyler değildi. Hiçbir şey yapmadan oturacak türden bir adam değildi. İşte olsun, eğlencede olsun bir şeyle meşgul olmak, yaptığı işe bütün güç ve dikkatini vermeliydi. Yapacak çok az iş varsa, bu kez ilgisini eğlencede yoğunlaştırıyordu. Askeri ataşelik konumu ona bir diplomatın ayrıcalık ve muafiyetlerinin yanı sıra bir askerin çapkınlıkları için de fırsatlar sağlamaktaydı. Görevinin avantajlarını her iki yönden de bol bol kullanmaktaydı. Bir öğretmenden düzenli olarak aldığı derslerle balo danslarını öğrendi ve bundan sonra nerede ve ne zaman fırsat bulursa, ama hep resmi geçitteymişcesine, dimdik dans etmeye başladı. Kabul salonlarına girip çıkmaya da başlamış ve Sofya hanımefendileriyle flört ederek bir sosyete çapkını olmaya çalışmışsa da bu hanımefendiler onu fazlasıyle acemi bulmuşlardı. Mustafa Kemal zeki ve yüksek mevkiye sahip bir subaydı, ama hepsi o kadar... Türklerden hiçbir zaman hoşlanmamış olmalarının yanı sıra, Mustafa Kemal ne yakışıklı, ne de çekici bir erkekti. Tavırları çiğdi: Ya kasvetli ve donmuş gibi bir yüz takınarak azametli bir tavırla dimdik yürüyor, ya da ters türs konuşuyordu. Ne havadan sudan sohbet edebilme yeteneğine sahipti, ne hoş bir çapkındı, ne de hanımefendilere dalkavukluk etmeyi beceriyordu. Küçük flört oyunlarının bazlarından pek bir şey anlamıyordu.Her hanımdan dobra dobra kendisiyle yatağa girmesini talep ediyordu; eğer reddedilecek olursa, ona olan ilgisini kaybediyor, fakat hemen ardından, yine dobra dobra, bir başka hanıma aynı soruyu soruyordu. Kısa bir süre için, ipek gibi yumuşak saçlı bir genç kıza, General Kovatçev'in kızına aşık olur gibi oldu, ama kız ona hiç yüz vermedi. Kısa sürede bu hanımlar onu, tatlı dilli, nazik, yumuşak başlı bir Türk olan Fethi'nin tam tersi olarak geleneksel Türk tipinde, kaba bir erkek olarak mimlediler. Dans edişine ve salon adabını öğrenme çabalarına gülüyorlardı. Onu müthiş bir başağrısı olarak kabul edip, hemen unuttular. Alıngan ve duyarlı biri olan Mustafa Kemal eskisinden de kibirli davranmaya, onlardan uzak durmaya başladı. Kendisini tüm kalbiyle sevmediği halde arzusundan yararlanarak ona eziyet ve işkence eden, ona dudak büken ve onu kendi kahramanı olarak kabul etmeyecek olan bu sosyete hanımlarının nezaket kurallarından ve gevezeliklerinden nefret etmeye başladı. Mustafa Kemal özellikle hürmetkar davranan ve başkentin hafifmeşrep kadınlarıyla ilişkilerinde rahattı. Bunlarla birlikte kahvelerde, ve evlerde içiyor, sabahlara kadar süren cümbüşler yapıyordu. Karşısına oturacak herhangi biriyle saatler boyunca oyun oynuyor, zar atıyordu. Bütün kötü alışkanlıkları üst üste yığmış, boğazına kadar bunlara batmıştı. Sefahatin her türlüsünü deniyordu. Bunların bedelini ilişkiyle bulaşan bir hastalığa yakalanarak ve sağlığını bozarak ödedi. Bütün bunlara tepki olarak tüm kadınlara karşı inancını kaybetti ve şimdilik kaydıyla kendi bağlı kaldı. Bu arada ağır ağır akan zamanla birlikte Dünya Savaşı da yaklaşıyordu. Sırbistan sınırında Arşidük öldürüldü. Bütün büyük uluslar savaşa girmişti. Bulgaristan tarafsız kaldı ve Sofya bir çöl gibi ıssızlaştı. Mustafa Kemal Sofya'da kendi kendini yemekteydi. Pek çok Türk gibi o da Türkiye'nin hangi tarafın kazanacağını görene dek bekleyip daha sonra karar vermek üzere tarafsız kalmasının en akılcı tutum olacağını düşünüyordu. Fakat karar verilmiş ve Türkiye savaşa girmişti. Bütün diğer subaylar gibi Mustafa Kemal de savaşın birkaç hafta içinde biteceği kanısındaydı. Bu haftalar da akıp geçmekteydi. Sabırsızlıktan deliye dönmüştü. Yıllardır bu iş için eğitimin aldığı ve çalıştığı halde fırsatlar elinden kayıp gitmekteydi. Enver'e telgraf çekip bir kumandanlık istediyse de, nazik fakat kesin bir dille kendisine ihtiyaç duyulduğu yerde, Sofya'da kalması gerektiği emrini aldı. Yine telgraf çekti, ancak, bu kez yanıt alamadı. Arkadaşlarına gönderdiği mektup ve mesajlardan da hiçbir sonuç çıkmıyordu; Fethi de ona yardım edemiyordu. Haftalar aylara dönüştü. 1915 Şubatı'na gelinmişti bile. Mustafa Kemal, olayların dışında kalmaktansa izinsiz olarak Sofya'dan ayrılıp savaş için görev almaya karar verdi. İstanbul'dan onu göreve çağıran emir geldiğinde, eşyalarını toplamıştı ve yol planlarını hazırlamaktaydı. Enver İstanbul'da değildi. Ruslar'a karşı savaşacak bir orduyu yönetmek üzere Kafkaslar'a gitmişti. Yerine vekaleten Topal Hakkı Paşa bakıyordu. Enver'in özel çekişmeleri, onu hiçbir şekilde ilgilendirmiyordu. En iyi subaylara, hem de hemen ihtiyacı vardı. İngilizler iki kez savaş gemileriyle Boğazlar'dan geçmeye çalışmışlardı. Alınan tüm istihbarat, Gelibolu'ya çıkarma yapmak üzere Mısır'da büyük bir ordu hazırladıklarını göstermekteydi. Liman von Sanders de büyük bir hızla bu saldırıya karşı koyacak yeni bir ordu hazırlama çabasındaydı. Hakkı Paşa, Mustafa Kemal'in politikadan uzak durduğu sürece çok yetenekli bir subay olduğu yolundaki sicilini biliyordu. Telgrafla onu çağırdı ve Liman von Sanders'e tavsiye etti. General de Mustafa Kemal'e Gelibolu yarımadasından güney kesimindeki birliklerin kumandasını verdi. Von Sanders'in ortalama Türk subayı konusunda oldukça olumsuz düşünceleri vardı, ama kısa sürede Mustafa Kemal'in ortalamanın üstünde olduğunu takdir etti. Hiç kuşku yok ki, geçinilmesi güç biriydi, sözünü sakınmıyordu; düşüncesini dile getirirken ters ve haşindi. Bir keresinde Alman generale Almanya'nın nihai başarısı hiçbir şekilde kesin olmadığına göre, Bulgaristan'ın tarafsız kalmakla son derece yerinde davranmış olduğunu söylemişti. Bir başka fırsatta da, Alman genel kurmayının canicesine ağır ve dikkatsiz olduğuna işaret etmişti. Fakat bir asker olarak görevini çok iyi yapıyordu. Düşüncelerinde berrak ve kararlarında kesindi. Kanılarını daima somut gerçeklerle desteklemekteydi. Her iki erkek de, son derece kibirli olduğu için, von Sanders'le sık sık ve şiddetli fikir ayrılıklarına düşüyorlardı. Bununla birlikte, Mustafa Kemal bir Prusyalı bakış açısına ve tavırlarına sahip olduğu için, von Sanders onu gayet iyi anlıyordu. Katı, patavatsız ve mağrurdu; fakat hepsinin ötesinde, o birinci sınıf bir savaşçıydı. Onu "Muhteşem bir asker...bir önder" olarak değerlendiren von Sanders, Mustafa Kemal'e çok güveniyordu. Mustafa Kemal de, yabancılara, özellikle de Enver'in getirdiği müdahaleci Almanlar'a karşı duyduğu nefrete rağmen, von Sanders'e saygı duymaktaydı. Alman'ın cesur ve becerikli bir asker olduğunu teslim etmişti. Onun herhangi biri hakkında pek ender olarak olumlu sözler söylediği gözönüne alınırsa, kendisi için alışılmadık bir cömertlik anında, "Liman von Sanders'de üst düzey bir askerin bütün özellikleri var. Çoğu zaman anlaşamıyoruz, fakat bir kere emrini verdiği zaman, onları en uygun şekilde yerine getirebilmem için beni tümüyle serbest bırakıyor" demişti. Kahire ve Atina'daki tüm haber kaynaklarından, İngilizlerin saldırmak üzere olduğu haberi gelmekteydi. Mısır'da seksen bin kişilik bir ordu hazırdı; büyük bir filo da harekete hazır bir şekilde emirlerini bekliyordu. Von Sanders, çözümü çok güç bir sorunla karşı karşıyaydı. Gelibolu yarımadasının kıyı şeridi yaklaşık seksenbeş kilometre uzunluğundaydı. Arazi dağlıktı ve çevrede, tüm mevkie hakim çok sayıda tepe vardı. İngilizler seksen bin askerini bu seksenbeş kilometrelik kıyı şeridinin herhangi bir yerine çıkarabilir, hakim tepelerden birini ele geçirip onu yarımadadan sürüp çıkarabilir, böylece İstanbul'a giden yolu açabilirlerdi. Von Sanders'in altmış bin askeri vardı. Bunları yirmişer bin kişilik üç gruba ayırdı ve her bir grubu yanmada boyunca yerleştirdi. İngilizlerin ne zaman ve nereden geleceği tümüyle belirsiz olduğu için, oturup beklemekten başka çare yoktu. Hangi grup üstün düşman kuvvetlerinin saldırısına uğrayacak olursa, takviye kuvvetleri onlara yetişinceye dek, iki üç gün kadar dayanması gerekecekti. Rusya cephesinden dönen Enver, hiç zaman kaybetmeden Mustafa Kemal'in yerine başkasını koymak üzere emirler göndermişti. Emirlere uymak zorunda kalan Von Sanders, duyduğu üzüntüyü Mustafa Kemal'e açıkça belirterek, onun Maydos'daki ihtiyat 19 ncu Tümeni'nin kumandanlığına atandığını bildirdi. Bunun yanı sıra, asıl İngiliz hücumunun nerede geleceği belli oluncaya değin, tümenini yerleştireceği yer konusunda ihtiyatlı olması emrini verdi. Enver'in emirlerinden dolayı kızgın olmakla birlikte, Mustafa Kemal, von Sanders'in kendisine güvendiğini anlamıştı. Kendisine güvenen, onu destekleyen ve kendisinin de saygı duyduğu bir üstün nezdinde aldığı kumandanlık, Mustafa Kemal'e adeta yeni bir kişilik kazandırdı. Her zamanki şikayetçi ve huzursuz halinden eser bile kalmamıştı. Kendini olanca gücüyle işine verdi. Potansiyel olarak içinde barındırdığı tüm güç ve yetenek kendilerini ortaya koyuyorlardı. Tümeni, biri iyi durumdadaki Türk, kalanı da son derece zayıf durumdaki iki Arap alayından oluşmaktaydı. Birkaç hafta içinde askerlerim birinci sınıf bir askeri kuvvete dönüştürdü. Arazi üzerinde incelemeler yaparak, tümü olasılıklara karşı farklı planlar hazırladı. 25 Nisan Pazar günü, İngiliz saldırısı başladı.Hafif bir sis denizin üzerini kaplamıştı. Sisin ötesinde büyük bir dalga halinde savaş gemileri, destroyerler ve nakliye gemilerinden oluşan çelik bir filo kayıp gidiyordu. Bir kesimi yarımadanın kuzeyindeki Bolayır'a saldırdı. Bu aslında, asıl hücum noktasını saklamak için yapılan bir askeri hileydi; ancak, von Sanders'i yanıltmaya yetti. Bir başka hileli saldırı da güneye yapıldı. Asıl hücum ise merkezden geldi. Saldırı birlikleri Avustralyalılar'dan oluşmaktaydı. Bu saldırının hedefi Kaba Tepe'ye çıkartma yapıp Maydos vadisine doğru ilerlemek ve ardından dönüp, tüm mevkiye hakim olan ve Mustafa Kemal'in kampının yakınlarındaki, Conk Bayırı adiyle tanınan tepeleri ele geçirmekti. Güçlü bir akıntı, çıkarma gemilerini kuzeye doğru sürüklediğinden, Avustralyalılar, yanlışlıkla Arıburnu'na çıktıklarında, kendilerini Conkbayırı tepesinin sarp uçurumlarına varan eteklerindeki dar kıyı şeridinde buldular. Mustafa Kemal'in bu olanlardan haberi yoktu. En iyi alayı olan 57nci Alayı'na sabah saat 5:30'da günlük bir alıştırma manevrası yaptırmak üzere, Conkbayırı yokuşuna gitmesini emretti. Tepeye tırmandığı sırada, tepeden aşağı kaçarcasına inen Türk müfrezelerini gördü. "Nereye gidiyorsunuz?" diye bağırdı. "İngilizler çıkarma yaptı. Biz sahil boyunca yerleştirilen öncü kuvvetleriyiz. Çekilmek zorunda kaldık." "Nereye çıktılar?" "Arıburnu'na." "Süngülerinizi takıp geri dönün!" emrini verdi. Birkaç dakika sonra sağ yanındaki 9 ncu Tümen'den düşman hakkındaki haberleri doğrulayan" ve sol cenahlarını kapatmak için bir tabur isteyen bir haber geldi. Mustafa Kemal hemen durumun muhasebesini yaptı. Von Sanders'in saldırının yarımadanın kuzey ucundaki Bolayır yakınlarına yapılacağına inandığını biliyordu. Fakat tüm mevkie hakim olan asıl yer, Conkbayırı'ydı. Gelen haberler arttıkça, büyük bir kuvvetin tam önünde çıkartma yapmakta olduğu, ve hedeflerinin de Conkbayırı'nı ele geçirmek olduğu açığa çıktı. Ansızın ve adeta içgüdüyle, Conkbayırı'nı kendisinin savunması ve derhal harekete geçmesi gerektiğini anladı. Emirleri bekleyemezdi; dakikalar sayılıydı. Napolyon’un "Vitesse, vitesse, toujours vitesse'' (Sürat, sürat, daima sürat) şeklindeki düsturu onun her zaman kullanmaktan hoşlandığı bir deyiş olmuştu. "Fişekleriniz kurşunlu mu yoksa boş mu?" diye sordu. "Kurşunlu" diye cevap verdi bir kurmay binbaşı. "O halde derhal yola çıkın ve mümkün olduğu kadar çabuk Conkbayırı'na ulaşmaya bakın." Elinin altında yalnızca küçük ölçekli bir harita vardı. Üzerinde Arıburnu bile gösterilmemişti. Bir elinde bu harita, diğerinde bir pergel ve kendisine kılavuzluk eden bir askerin eşliğinde, iki yüz adamıyla tepeye koştu. Zemin çamurluydu, bodur çalılarla kaplıydı ve derin dere yataklarıyla yarılmıştı. Adamları ona ayak uyduramıyorlardı. Tepeye vardığında, yanında sadece birkaç asker kalmıştı. Tam aşağısında, 400 metreden uzak olmayan son bayırın yarı yolunda, Avustralyalılar'in öncü kollarının ilerlemekte olduğunu gördü. Alay kumandanı adamlarını araziye dikkat etmeleri konusunda uyarmak için bir miktar arkada kalmıştı. Mustafa Kemal en yakınındaki üst rütbeli askere seslendi: "Bulabildiğin kadar asker topla, ilerle ve düşmana saldır" emrini verdi. 57 nci Alay birlikleri rüzgardan ve sürekli tırmanıştan tükenmiş bir halde tepeye ulaştıkça, hepsini bizzat yeniden düzenledi ve ileriye sürdü. Bir topçu bataryası yetişti. İlk topun yerleştirilmesi işini kendisi yaptı. Sürekli ateş altında çılgınca bir enerjiyle çalışmaktaydı. Emirler gelmeden, sorumluluğu kendisi üstlenerek ikinci alayı da çağırdı, ateş hattına sürdü. Bunu da yeterli görmedi. Üçüncü ve son alayı da ateş hattına gönderdi. İhtiyatlı olması konusundaki emirleri hiçe saymıştı.. Sorumluluğu kendi üzerine alarak, tüm ordu ihtiyatlarını doğrudan savaşın içine sürmüştü; elde bir tek yedek bile kalmamıştı. Asıl saldırıya karşı koyduğuna inanıyordu. Eğer yanılmışsa ve'asıl hücum bir başka yerde yapılıyor idiyse, bu hatası büyük bir felakete yol açacaktı. Fakat, yanılmamıştı. İçgüdüsü onu haklı çıkartacaktı. Ama onun içgüdülerinden hiçbir zaman kuşkusu olmamıştı. O gün çarpışmalar, bazan coşup taşarak, bazan azalarak bütün gün boyunca sürdü. Avustralyalılar dağ yolunun üçte ikisini katetmiş durumdaydılar. Türkler hızla tükenmeye yüz tuttular; 57 nci Alay'in büyük bir bölümü imha edilmişti. İki Arap alayı kargaşa halinde ve her an bozulma eğilimindeydi; ancak, Avustralyalılar da bitap düşmüştü. Her iki taraf için de ekstra beş yüz asker, çatışmanın o anda kazanılmasını sağlayabilirdi. Karanlık çöktüğünde, tepe hala Türkler'in elindeydi; Avustralyalılar ise, hemen biraz aşağıda tepenin yamaçlarına tutunmuşlardı. Ancak, Mustafa Kemal beklemedi. Karargahını doruğun birkaç metre gerisindeki kayaların arkasına kurdurtarak bütün gece ve ertesi gün, Avustralyalılar'ı tepeye iyice yerleşmelerine fırsat vermeden denize kadar sürebilmek için durmamacasma hücum üzerine hücum düzenledi. Başarısızlığa uğrayan her hücumun ardından, bir yenisini hazırladı. Adamlarına cesaret vermek üzere sürekli ateş hattında bulunuyordu. Onların dinlenmeleri ve sıcak yemek yiyebilmelerini kişisel olarak ayarlıyor ve sarsılmaz enerjisiyle onlara örnek oluyordu. Ne ki, Avustralyalılar'ı durdurmayı başardığı halde, dağın eteğinden onları denize sürmeyi başarması mümkün olamıyordu.
1.080 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.