Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Manastır yürüyen birliklerin tozları ve gürültüsü ile silahların gümbürtüsüyle sarsılıyordu. Yunanistan Girit'i ele geçirmişti. Türkiye savaş ilan etti ve askeri birlikler cepheye koştular. Gün büyük zorlukların ve mücadelelerin yaşandığı, savaşlar ve savaş söylentilerinin her yana yayıldığı günlerdi. Osmanlı İmparatorluğu son nefesini vermek üzereydi. Onun kıvranan bedenine pençelerini geçirmiş olan ve birbirlerine hırlayan Hıristiyan güçlerin her biri ise, imparatorluğun iri bir parçasını koparabilmek için hazır bekliyorlardı. İmparatorluğu yiyip bitiren bir başka güç de hoşnutsuzluktu. Yönetsel örgütlenmesi tıpkı Osmanlıların onaltıncı yüzyılda parlak günlerindeki gibi Padişah'ın çevresinde toplanmıştı, fakat artık eli ayağı tutmaz, köhne bir hale gelmiş çürümüştü. Her yerde yoksulluk ve yetersizlik, ve bunlarla birlikte hoşnutsuzluk egemendi. Bütün genç insanlar reform yapılması için feryad etmekteydi. Padişah, yani Kızıl Tilki Abdülhamid, yabancılardan olduğu kadar uyruklarından da korkuyordu. Tüm yenilikçi düşünceleri yasaklamıştı; her türlü reformu reddediyordu. Bütün imparatorluğu bir hafiye ağıyla örmüştü; böylece nerede olursa olsun ne zaman üç kişi bir araya gelip konuşsa, konuştuklarını gizlice dinleyip gizli polise rapor eden biri oluyordu. Ortada ne özgürlük, ne de can güvenliği kalmıştı. Hapishaneleri Türkler'le doldurmuş, Hıristiyanlar'ı toplu kıyıma uğratmıştı. Ülke ayaklanma ve devrim ruhuyle doluydu; özellikle de "fesad ateşinin" her zaman sıcaklığını koruduğu, tutuşmaya hazır olduğu Balkanlar'da ve Manastır'da. Yeni düşünceler burada ortalığa dökülmüştü. Mustafa Kemal gençliğinin verdiği büyük tutkuyla bütün bunları özümsedi. Tüm Arnavutlar ya da Makedonyalılar gibi o da içgüdüsel olarak her türlü otoriteye başkaldırıyordu. Yürekten bir devrimciydi. Kendini bir devrime önderlik eder, despotun egemenliğine son verir, ülkeyi kurtarır ve temizlerken hayal ediyordu. Bu hayallerin hepsinde, kendisini daima herkesin baş eğdiği ve saygı duyduğu bir lider olarak, daima merkezde görüyordu. Tatillerinde Selanik'e dönüyor, fakat annesinin evinden olabildiğince uzak duruyordu. Annesi Rodoslu hali vakti yerinde bir tüccarla evlenmişti. Mustafa Kemal bu evliliğe karşı olduğunu çok kaba bir dille annesine söylediğinde aralarında büyük bir tartışma çıkmıştı. Bundan sonra da üvey babasını tanımayı ve onunla görüşmeyi reddetmişti. Selanik'deyken zamanının çoğunu ona Fransızca öğreten bir Dominiken tesisiyle geçiriyordu. O şuralar kendisi gibi Makedonyalı (Ohrili) hoş ve utangaç bir genç olan Fethi'yle arkadaşlık kurmuştu. Fethi, Fransızca'yı gayet iyi biliyordu. Ele geçirebildikleri tüm devrimci literatürü birlikte, hırsla ve çabucak okudular. Bunlar Voltaire, Rousseau, tüm Fransız yazarları ve Hobbes’un ekonomi politiği ile John Stuart Mill'in yapıtlarıydı. Hepsi de yasaklanmış yayınlardı. Bunlarla yakalanmaları hapse girmeleri anlamına gelecekti. Bu tehlike, bunları okumayı daha da keyifli hale getiriyordu. Mustafa Kemal, hitabet sanatı alıştırmaları yapıyor, diğer askeri öğrencilere tumturaklı söylevler veriyordu. Bu söylevler Türkiye'nin, onların Türkiye'sinin yabancıların pençesinden ve Padişah'ın kokuşmuşluğundan kurtarılması gereğini dile getirmekteydi. Özgürlük üzerine makaleler ve denemeler kaleme alıyor, uzun ve ateşli şiirler yazıyordu. Derslerinde Manastır'da Selanik Askeri Rüşdiyesi'nde olduğu kadar başarılıydı. Dosyasına " Zeki fakat asabi ve samimi olunması imkansız bir genç" şeklinde bir not düşülmüştü. Yirmi yaşına gelmiş olan Mustafa Kemal sağlam yapılı, sağlam karakterli, sınırsız canlılığa sahip bir gençti. Hiçbir yaşam deneyimi yoktu. Selanik yalnızca küçük bir liman kenti, Langaza bir köy, Manastır ise sıkıcı bk taşra kentiydi. Kendisini ayakta ve mazbut tutacak ilkelere ya da annesinin derin dinsel inançlarına sahip değildi. Kadınların hiçbirine aşık olmadı. Onlarla ilişkileri duygusal ya da romantik düzeyde değildi. Vicdan azabı duymaksızın çabucak birinden öbürüne geçiyordu. İştahını doyuruyor ve bırakıyordu. Bu konuda tam bir doğulu gibi düşünüyordu: Cinsel iştahını doyurmak dışında, yaşamında kadının yeri yoktu. Böylece kentin şehevi yaşamına iyiden iyiye kendini kaptırdı. Ansızın bütün bu sefahatten tiksindi ve aynı enerjiyle okuldaki çalışmaları üzerinde yoğunlaştı. Başarısı tümüyle kendisine bağlıydı. Türkiye'de her insan en alt basamakta başlayarak kendi yeteneğiyle yükselmeliydi. Belirli bir hakim sınıf, zengin ve soylu ailelerin çocuklarına özgü okullar olmadığı gibi, yalnızca babaları başarılı veya soylu olduğu için hiçbir çocuğa özel ayrıcalıklar verilmiyordu. Bu nedenle yeterli zeka ve uygun karaktere sahip olduğu takdirde, köylü bir aileden gelmesi Mustafa Kemal için bir engel oluşturmamaktaydı. Mustafa Kemal bütün sınavlarını parlak bir başarıyla verdi. Kurmay Okulu'na seçildi. Bu okuldaki dersleri de başarıyla tamamladı ve 1905 Ocağında hızlı bir terfiyle yüzbaşılığa yükseltildi. Göreviyle politikayı iyice harman etmişti. Manastır'dayken diğer çocuklar arasından sivrilmişti. Kurmay okulundaysa kendisi gibi özel olarak seçilmiş, yetenekli genç subaylarla çevriliydi. Bu gençlerin hepsinin de devrimci olduklarını gördü. Gerçekten değerli her genç subay, Padişah'in manen çökerten bu despotizmine ve yabancı milletlerin açık müdahalelerine başkaldırıyordu. Onlar Osmanlı İmparatorluğu'nün mirasçılarıydılar ve bu miras göz göre göre yok ediliyordu. Öğretmenleri kadar, yüksek rütbeli subayların çoğu da onlara yakınlık duyuyordu. Genç meslektaşlarının yaptıkları işleri görmezlikten gelmelerine karşın, ne düşüncelerini açıkça ortaya koymaya ne de onlara önderlik, etmeye cesaret gösterebiliyorlardı. Erkanı Harbiye Mektebi'nde, gizli toplantılarda siyasal tartışmalar yapan ve elden ele dolaşarak okunan el yazması tek yapraklı gazeteler dağıtan Vatan adlı devrimci bir cemiyet de bulunuyordu. Cemiyet, Türkiye'deki yaşamın tüm yerleşmiş kurumlarına, olgularına saldırıyordu. Eski rejime, yani Padişah'ın ehliyetsiz memurlarına, zorba yönetime ve tüm özgürlükçü düşünceleri bastırmasına karşı şiddetle hücum ediyordu. Hocalardan nefret ediyordu. İslam'ın tüm yeniliklerini engelleyen yapışkan elini, halkın kanını emen camileri ve tekkeleri; akıl dışı ve köhnemiş yasaları barındıran Kur'an'a dayalı yasal sistemi lanetliyordu. Üyeleri Padişah'ın zorba yönetimine son vermek ve yerine halk tarafından seçilmiş bir parlamentoya dayalı anayasal hükümeti getirmek; halkı hocaların elinden ve kadını peçe ve haremden kurtarmak için ant içerek cemiyete giriyorlardı. Türkiye, Padişah ve casuslarının elleriyle boğuluyordu; damarlarına yenilikçi düşünce kanı akıtılmazsa, Türkiye ölecekti. Mustafa Kemal de Vatan'a katıldı. Cemiyetin broşürü için şiddetli makaleler, galeyana getiren ateşli şiirler yazmaya başladı. Tartışmalarda olağanüstü keskin bir dille konuşmalar yapıyordu. Cemiyetin çalışmalarından Mektep Kumandanı haberdardı, fakat başını öbür tarafa çevirmeyi tercih ediyordu. Padişahın casusları da işin farkına vardılar, hatta saraya jurnal ettiler. Sultan tedirgin olmuştu. Büyük bir olasılıkla bu cemiyet fazla gelişmemiş, havai gençlerin işiydi; ne ki, bu gençler gelecekte ordunun kurmay subayları ve generalleri olacaklardı. Bu yüzden Askeri Mektepler Müfettişi (Zülüflü) İsmail Hakkı Paşa'ya Vatan adlı bu cemiyete bir son vermesini emretti. İsmail Hakkı, akademi müdürüne ulu orta sövüp sayarak, cemiyetin okul içinde hiçbir şekilde faaliyet göstermemesini sağlamasını istedi. Bunun üzerine öğrenciler Vatan'ı okul dışına taşıdılar. Ne ki, bundan sonra cemiyet İstanbul'da pek çok benzerleri gibi, tartışma yapmaktan öteye geçemeyen gizli cemiyetlerinden birine dönüştü. Sınavlarını tamamlayan Mustafa Kemal'in tayininin yapılmasından evvel, birkaç hafta boş vakti kalmıştı. Annesi artık ona düzenli aylık gönderebildiği için mali durumu sıradan bir subayınkinden epeyce iyiydi. Vatan'ın yayınlanmasını üstlendi. Arka sokaklardan birinde gazeteyi hazırlarken büro olarak kullanabileceği bir oda kiraladı. Gizlice gelirken izlenmediklerinden emin olmak için sık sık dönüp arkalarına bakan üyelerin katıldığı toplantılar için çeşitli evleri ve kahvelerin arka odalarını ayarlamayı üstlendi. Gizlilik ve tehlike onu adeta canlandırıyordu. Devrimci örgütlenme teknikleri, hücre oluşturma, yeni üyelerin sadakatini sınama yöntemlerini, şifreler, parolalar, işaretler ve karşı işaretler ile antlar konusunda bilgi edinmeye başladı. Polis suçüstü yakalamak için sürekli olarak onları gözetlemekteydi. Henüz bu işlere yeni başlamış kişiler olarak bilgiden çok şevke sahip oldukları için, yakalanmaları hiç de güç olmadı. Bir ajan provokatör cemiyetin içine sızmayı başarmıştı. Bu kişi tarafından saptanan yeni bir üyenin kabul töreni için tüm üyelerin bir araya geldiği bir günde polis eve baskın yapıp hepsini yakaladı. Vatan'ın diğer üyeleriyle birlikte Mustafa Kemal de İstanbul’un ünlü Kızıl Zindanı'na kapatıldı. Durumu çok ciddi görünüyordu. Polisin elinde ona karşı pek çok kanıt vardı. Diğerlerinden ayrılarak tek başına bir hücreye kapatıldı. Gelecek karanlık görünüyordu. Eğer Padişah onun tehlikeli olduğuna kanaat getirirse, ortadan kaldırılabilir, yıllarca hapislerde kalabilir ya da sürgün edilebilirdi. Ondan önce bir çok kişi Kızıl Zindan'dan arkalarında en ufak bir iz bile bırakmadan ortadan kaybolmuşlardı. Zübeyde, kızıyla birlikte Selanik'ten onu görmeye geldi. Görüşme iznini alamadılarsa da, ona bir miktar para göndermeyi başardılar. Haftalarca pis ve böceklerle dolu, dar bir hücrede kapalı kaldı. Tavana yakın bir yerdeki küçük demirli pencere, hücrenin tek ışık ve hava kaynağıydı. Hücre hapsi ruhunu karartmış ve onu adeta vahşileştirmişti. Günün birinde hiçbir uyarıda bulunulmaksızın, hapishanenin arkasındaki Harbiye Nezaretinde İsmail Hakkı Paşa'nın bürosuna götürüldü. Kirli hücrede geçen haftalarına karşın, iki askeri polisin arasında dimdik bir vücutla hazırolda duruyordu. Paşa bir süre oturup onu seyretti. Bu, eski rejimin bir paşasıydı; sakallı, giysileri bol ve biçimsiz, tavırları yavaş ve azametliydi. Padişahın güvendiği, yakın adamlarındandı. Uzun süren suskunluğunun ardından, sonunda, "Şimdiye kadar büyük yeteneklere sahip olduğunu gösterdin" dedi, "eğer istersen, Padişahımız efendimiz hazretlerinin hizmetinde olarak önünde güzel bir gelecek var. Ama öte yandan, kendinin ve üniformanın şerefini lekelemiş durumdasın. Şimdiye dek en kötü şöhretli kişilerle birlikte kumar oynayıp içki içtin, kötü kadınlarla düşüp kalktın. Siyasete ve Padişahınıza karşı vatan hainlerinin yıkıcı propagandasına karıştın. Arkadaşlarını da aynı şeyi yapmaları için teşvik ettin. Genç ve akılsızsın. Gerçekten kötü olmaktan çok, dik başlı ve heyecanlısın. "Şam'daki bir süvari alayına gönderileceksiniz. Geleceğin tümüyle oradan kendisi hakkında gönderilecek gönderilecek raporlara bağlıdır. Artık bütün bu Saçmalıkları ve aptallıkları bir yana bırakıp, askeri görevinizle meşgul olacaksın. Dikkat et; ikinci bir şansın olmayacak." Aynı gece Mustafa Kemal, polis tarafından Suriye'ye giden bir vapura bindirildi. Annesini ya da arkadaşlarını görmesine izin verilmemişti. Sekiz günlük zorlu bir yoluculuğun ardından Beyrut'a çıktı ve Lübnan dağlarını atla geçerek, Şam'daki alayına katıldı. Alayını, Şam'ın güneyindeki dağlarda yaşayan ve devamlı isyan halindeki Dürziler'e karşı bir sefer hazırlığı içinde buldu. Bu sefer, Mustafa Kemal'in faal askerlik yaşamının ilk deneyimi oldu. Ancak, aslında gerçek bir asker için pek de doyurucu bir görev değildi. Ülke, suyu ve yolu olmayan, dar ve derin derelerle bölünmüş, tümüyle çıplak kayalıklardan ibaret, kıraç bir araziden ibaretti. Dürziler ise, arazinin her karışını çok iyi tanıyan, son derece vahşi, yola gelmez dağlılardı. Türk birlikleri günlerden beri sarp kayalıklarda güçlükle ilerlemekteydi; ancak, ne düşmanı yakalayabiliyor, ne de ona yaklaşabiliyordu. Dürziler kesinlikle çatışmaya girmiyor; tehlikeyi hisseder etmez hızla uzaklaşarak dağılıyor; ardından dik kayalıklarda pusuya yatarak, gece gündüz Türk birliklerini avlıyorlardı. Dürziler'e bir ders vermek üzere, Türkler'in yapabildikleri tek şey, boş ve yoksul Dürzi köylerini ve ekinlerini yakmaktan ibaret kaldı. Bundan sonra kışı geçirmek üzere Şam'a döndüler. Seferden döner dönmez, Mustafa Kemal Vatan'ın bir şubesini kurmak için işe koyuldu. Hapishanede geçen haftaları ve Hakkı Paşa'nın tehditleri ne gözünü korkutmuş, ne de onu yılgınlığa düşürebilmişti. Ne Tanrı'dan, ne bir kişiden ne de kurumdan çekinmeyen, tam bir devrimciydi. Onun için resmi ya da kutsal olan hiçbir şey yoktu. Hâlâ gençlik ateşiyle yanmakla birlikte, artık şaşmaz bir sakınım ve soğuk kanlı bir hesap yapma gücünü süreç içinde geliştirmişti. Şiir yazmayı ve edebiyatı bırakmıştı. Eylem ve edebiyatın bir arda yürüyemeyeceğine karar vermişti. Aslında edebiyat, irade ve kararlılığı zaafa uğratıyor, kişiyi yanlış alanlara sürüklüyor, eylem için gerekli olan zihniyetin kişide gelişmesini engelliyordu. Edebiyatı arkasında bıraktı ve bundan sonra ilgisini tümüyle somut devrimci örgütlenme ve pratik ayrıntılar üzerinde yoğunlaştırdı. Toprağın tohumlanmaya elverişli olduğunu anladı. Tıpkı İstanbul'da olduğu gibi, buradaki genç subayların da hepsi hoşnutsuz ve daha üst rütbeliler ise, konuya yakınlık duyan kişilerdi. Aralarında Harbiye Mektebi'nden tanıdığı, eski bir arkadaşı olan Müfid Lütfi'nin ona yardıma hazır olduğunu gördü. Kurdukları örgüt sayıca çabucak büyüdü ve bir anda Suriye'deki tüm karargahlara yayıldı. Mustafa Kemal de önemli bir konuma gelmeye başlamıştı; ancak, kısa bir süre sonra boşuna bir çaba içinde olduğunu anladı. O, Şam'da bir devrim hazırlama çabası içindeydi, ama aslında bu mümkün değildi: Aslında küçük Türk karargâhlarındaki subaylar devrim için hazırdı, ne ki, yerel halk onlara düşmandı. Arkadaşları ona devrim olayının merkezinin Balkanlar olduğuna dair malumat göndermiş ve kendisini Selanik'e naklettirmenin bir yolunu bulmasını tavsiye etmişlerdi. İzin verilse de, verilmese de, Selanik'e gitmekte, durumu kendi gözleriyle görmekte son derece kararlıydı. Suriye kıyılarındaki Yafa limanın kumandanı Ahmed Bey isminde bir subaydı. Vatan'ın üyelerinden olan Ahmed, ona yardım etmeye hazırdı. Gidişinde bir güçlük çıkmaması konusunda birlikte bir plan hazırladılar.. . Birkaç günlüğüne izin alarak Yafa'ya gitti. Orada uydurma bir ısım ve tüccar giysileriyle sahte kağıtlar edindi ve Mısır'a giden bir gemiye binmeyi başardı. Buradan Atina'ya, ardından Selanik'e geçti. Lütfi Müfid Bey (sonradan Kırşehir mebusu). Mustafa Kemal onunla Şam'da karşılaşmamış, oraya aynı zamanda tayin edilmiş ve birlikte gidip, ortak bir ev tutmuşlardı. Aslında, birkaç ay evvel Vatan olayından dolayı birlikte Tutuklanmışlar ve Zülüflü İsmail Paşa'nın önüne, ikisi birlikte çıkarılmışlardı. Gittiği her yerde hoşnutsuzluğa, gizli cemiyetlere ve devrim hazırlıklarına tanık oldu. Selanik'te doğrudan annesinin evine indi ve bir süre tümüyle sessiz kaldı. Düşüncelerinde haklı çıkmıştı. Selanik, olayların gerçek merkeziydi. En önemli alt rütbeli subaylar burada toplanmaya başlamıştı. Gerçekten büyük bir şey. hazırlanmaktaydı. Annesi ve kız kardeşi aracılığıyla Erkanı Harbiye Mektebinden kimi arkadaşlarıyla temasa geçerek, onlardan kendisine bir nakil ayarlamalarını istedi. Daha hiçbir şey yapmaya fırsat bulamadan evvel, Padişah'ın hafiyeleri onu tanımışlardı, İstanbul'dan hemen yakalanması için emir geldi. Polis Müdür muavini olan Cemil, Vatan'ın İstanbul'daki üyelerinden biriydi. Birini göndererek tutuklama emrini iki gün sumen altı edebileceğini, ancak elinden daha fazlasının gelemeyeceğini belirterek Mustafa Kemal'i uyardı; hemen kentten ayrılması gerekiyordu. Böylece Mustafa Kemal sınırdan kaçak olarak Yunanistan'a geçerek oradan da gemiyle Yafa'ya gitti; ne ki, tutuklama emri ondan önce Yafa'ya gelmişti bile. Gizli polis onu tehlikeli biri olarak mimlemişti. Bu kez ona merhamet göstermeyeceklerdi. Mustafa Kemal'in Kızıl Zindan'da ikinci bir şansı yoktu. Görevi emirleri uygulamak olan Ahmed Bey, onu gemide karşıladı. Mustafa Kemal'e belgelerini ve üniformasını getirmişti. Hemen sonra onu gizlice gemiden indirdi, kentin dışına çıkararak çok hızlı bir şekilde güneydeki Gazze'ye gönderdi. Bu sınır boyunda çatışma vardı ve bölgenin kumandanı Müfid Lütfi'ydi. Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu karmaşa ve düzensizlik böyle bir aldatmacayı mümkün kılmıştı. Ardından Ahmed Bey İstanbul'a ortada bir yanlışlık olması gerektiğini, Mustafa Kemal'in bütün bu süre içinde Gazze'de olduğunu ve hiçbir zaman Suriye'den ayrılmadığını bildirerek bu konudaki yeni emirleri beklediğini yazdı. Haftalar sonra gelen yanıttan sonra Müfid Lütfi de söz konusu süre içinde Mustafa Kemal'in kendisiyle birlikte olduğunu teyit etti. Bu şekilde her ikisi de tutuklama emirlerini hasır altı ettiler. Bir yıl boyunca Mustafa Kemal tümüyle sakin durdu. Padişahın polislerinin onu bir kez ele geçirirlerse, bu defa gün ışığını artık bir daha göremeyeceğinin gayet açık biliyordu. Kendisini işine verdi. Üsleri onun mükemmel ve kendini görevine adamış bir subay olduğuna ilişkin raporlar veriyorlardı. İstanbul'daki yetkililer sonunda Selanik'deki casusların büyük bir hata yapmış olduğuna ve bu genç subayın aptalca düşüncelerinden ve havailikten vazgeçip aklını başına aldığına kanaat getirdiler Fakat Mustafa Kemal Selanik'e gitmekte en az eskisi kadar kararlıydı. Memleketinde büyük olaylar hazırlanmakta iken, onun Suriye'de, bir köşede kalması olanaksızdı. Harbiye Nezareti'ndekiler de dahil olmak üzere, Vatan mensubu bütün kurmay subayları tanıyordu. Mümkün olan her çareye başvurdu. En sonunda Selanik'e nakline ilişkin emirleri aldığında, olabildiğince hızlı bir şekilde, devrimin merkezine koştu. Mustafa Kemâl Üçüncü Ordu kurmay heyetine gönderildi. Görevi, kısmen Selanik'de kalmasını, kısmen de teftiş için demiryolu boyunca yolculuk yapmasını gerektiriyordu. Selanik'teyken annesi ve kızkardeşiyle kalıyordu. Zübeyde'nin durumu şimdi gayet iyiydi; ikinci kocası, ona kentin merkezinde kocaman bir ev ve bir miktar para bırakarak bir süre önce ölmüştü. Mustafa Kemal karargahta Erkânı Harbiye Mektebi'nden tanıdığı pek çok subayla karşılaştı. Bunlarla Vatan'ın yeni bir şubesini örgütlemeye çalıştıysa da, fazla bir başarı sağlayamadı. Onun anlattıklarını, tartışmaya ya da karşı olduklarını söylemeye kalkmaksızın dinlemekle yetiniyorlardı. Ondan kuşkulanıyor gibi bir halleri vardı? Bazen bunlardan birkaçı bir arada konuşarak yürürken, yanlarına gittiğinde sanki bir hafiye ya da ajanmış gibi, hemen susuyorlardı. Bir şeyler çevirdiklerinden emindi, ama onu aralarına almıyorlardı. En sonunda içlerinden biri sıkı sıkıya gizlilik sözü verdirerek kapalı kapılar ardında olanları ona da anlattı. Selanik'te büyük bir devrimci örgüt bulunuyordu; ismi de İttihat ve Terakki idi. Şehirde çok sayıda Yahudi vardı; bunların çoğu İtalyan uyruklu ve İtalyan Mason localarına bağlıydı. İtalyan uyrukları olarak, kapitülasyonlar ve imtiyaz antlaşmaları uyarınca Padişahın baskısına karşı korunmaktaydılar. Evleri polis tarafından aranamıyor ve yalnızca kendi konsolosluk mahkemeleri önünde yargılanabiliyorlardı. İçlerinde Makedonyalı Fethi'nin de bulunduğu, Mustafa Kemal'in çoğunu tanıdığı bir grup subay Mason olmuştu. Mason localarının tüm yöntemlerini kullanarak ve koruması altına sığınarak İttihat ve Terakki'yi kurmuşlardı. Yahudiler'in evlerinde güvenlik içinde toplanıyor ve planlar hazırlayabiliyorlardı. Hatırı sayılır bağışlar topluyorlardı. Padişahın ülkeden sürgün ettiği ve yabancı ülkelerde yaşayan önemli siyasal mültecilerle sıkı bir temas halindeydiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti bir süredir Mustafa Kemal'i izlemekte ve sınamaktaydı. Artık onu da kendilerine katılmaya davet etmişlerdi. Mustafa Kemal Vedata Locası'nda bir birader olarak örgüte katıldı. Kendisini hoşlanmadığı bir atmosfer içinde bulmuştu. Katıldığı loca, uluslararası Nihilist örgütün bir parçasıydı. Üyeleri arasında Yahudiler'in ezildiği Rusya hakkında son derece kötü, ama bol bol para kazanmalarına izin verilen Viyana hakkında iyi sözler söyleyen milliyetsiz kişiler vardı. Bunlar adeta gizli yaşayan, sağlıksız, üstü kapalı sözlerle konuşan, sırlarla dolu kişilerdi. Mustafa Kemal, uluslararası finans ve uluslararası yıkıcı yeraltı örgütlerinin ağına yakalanmış olduğunun bilincindeydi, ama bunların tam olarak ne tür insanlar olduklarının tümüyle anlayabilmiş değildi. Yahudiler'in uluslararası amaçları ve sorunlarına karşı hiçbir ilgi duymuyordu. Masonlar'in ritüellerine daha da az yakınlık duyuyor, bunlardan alayla söz ediyordu. O, bir Türk'tü; Türk olmaktan gurur duyuyor, Türkiye'yi Padişahın ehliyetsizliğinden ve despotizminden olduğu kadar, yabancıların pençelerinden kurtarmakla ilgileniyordu. Daha kötüsü, bu işte sonradan gelenlerden olmasıydı. İttihat ve Terakki'yi kontrol eden kişiler, kendilerini Mason localarının karmaşık ritüellerinin perdesi ardına gizlemekteydiler. Henüz yeni başlamış bir "birader" olduğundan, ondan beklenen yalnızca emirleri uygulamasıydı. Oysa, onun yaradılışı, olayı kontrol etmek, bu olmazsa hiçbir şekilde olayın içinde yer almamaktı. Sakin sakin emirlere boyun eğecek biri olmak bir yana, her zaman son derece eleştirel bir kişilikteydi. Eleştirileri son derece şiddetli olduğu gibi, kişiliğe saygıdan da uzaktı. Fikirlerine karşı çıkıldığında, hemen vahşileşiyordu. İttihat ve Terakki'yi yüzeysel ve etkisiz bir örgüt olarak görüyordu: çok fazla konuşuluyordu, eylem ise pek azdı. İstanbul Kurmay Okulu'ndaki som, dökme bir demir gibi sağlam, hevesli öğrenciden, artık çeliğe dönüşerek güçlenen bir devrimci çıkmıştı. Kuram değil, gerçek olaylar istiyordu. Titizlikle planlanmış eylem istiyordu. İttihat ve Terakki içinde Ona ters gelen, hazmedilemeyecek kadar fazla teorisyenlik faaliyeti olmasıydı. Liderlere saygı duymuyordu. Hepsiyle tartışıyordu: Enver aceleci ve savruk bir adamdı; Cavid Selanikli bir Yahudi, bir dönmeydi; Niyazi vahşi ve dengesiz bir Arnavut, bir tür Garibaldi'ydi; bir Posta memuru olan Talat ise, hantal bir ayıydı. İşte, liderler de bunlardı. Mustafa Kemal onların hepsiyle tenezzülen konuşuyordu. Hepsiyle sanki onlar dershanedeki çocuklar, kendisi de öğretmenleriymişcesine davranıyordu. Bir keresinde Kafe Gnogno (Yonyo)'da oturmuş, Cemal'in yurtseverliğinden söz ediyorlardı. Mustafa Kemal alaycı bir tavırla sözlerini kesip, gerçek büyüklük hakkında bir söylev verdi. Ertesi sabah aynı trenle işe giderlerken karşılaştığı Cemal'e onu nasıl popülerlik peşinde koşan biri olarak gördüğünü söyleyip, büyüklük hakkındaki tatsız sözlerle dolu vaazını başından sonuna dek ona da tekrarladı. Diğer "birader" subaylar onun fikirlerinde inatçı ve alaycı biri olduğunu düşünüyor, ondan hoşlanmıyorlardı. Eleştirileri daima acı ve keskindi; üstelik eleştirilerini çekilir kılacak mizah duygusundan da yoksundu. Yahudiler ise ona hiç güvenmiyorlardı. Hiçbir zaman Masonluğun üst derecelerine yükseltilmedi. Cemiyetin lider çevresinin de dışında bırakılmıştı.. Evde de aynı derecede sorunlar yaratıyordu. Eleştirilerine açık olduğu tek insan Zübeyde'ydi; ancak, bazan gururunu zedelediği anda ona karşı bile soğuk ve haşin olabiliyordu. . Hiç kimsenin, Zübeyde'nin bile kendi hareketlerine karışmasına izin vermiyordu. Bir keresinde örgüt arkadaşlarından birkaçını eve getirmişti. Hizmetçiler konuşmalarını işitmiş ve Zübeyde'ye haber vermişlerdi. Bunun üzerine sessizce Mustafa Kemal'in odasına sokulmuş, anahtar deliğinden konuşulanları dinlemişti. Gittikleri zaman, oğluna şiddetle çıkıştı. Mustafa Kemal onu ikna etmeye çalıştıysa da, bu konuda hiçbir şekilde anlaşamadılar. O, yalınkat inançları ve değişmez sadakatiyle eski kuşağa mensup bir insandı; oğlu ise, çok az şeye inanan ve hiçbir şeye saygı duymayan genç kuşağa. İkisi de fazlasıyla öfkelenmişlerdi. Sonunda Zübeyde oğluna yardım etmeye karar verdi. Ne de olsa oğlu dünyayı tanıyan biri, evin reisiydi; hem kim bilir, belki de düşüncelerinde haklı olduğu yanlar vardı. Aslında onun haksız olduğuna inanıyor, fakat evi terk edeceğinden korkuyordu. Böylece kendi yargılarına aykırı olmasına karşın ona yardım etti. Gene de tüm kadınlar gibi sürekli şikayet ediyor, hem Padişaha hem de dine karşı komplo kurmanın aptallık olduğunu söyleyip duruyordu. Bu anlaşmazlık Mustafa Kemal'e kararını verdiren etken oldu. Ev yaşantısının kısıtlamaları canını sıkıyordu. Evle olan bağları, akrabaların gevezelikleri, kadınların sonu gelmez duaları, kaçınılmaz baskılar sinirine dokunuyordu. İlişkilerde karşılıklılığı gereksiz buluyordu; her şeyi almalı, ama hiçbir şey vermemeliydi. Özgürlüğü üzerinde en küçük bir kısıtlamaya bile gelemiyordu. Bedeli ne olursa olsun, daima kendi kendisinin efendisi olacaktı. Bir oda kiralayarak evden ayrıldı. Annesini sık sık ziyaret ediyordu; artık eskisi kadar birlikte olmadıkları için de, onun sözlerini daha çok dinlemeye başlamıştı. Gündüzleri askeri görevlerini görülmedik bir enerjiyle sürdürüyordu. Akşamları ise, yemek yemek ve diğer örgüt arkadaşlarıyla arka odalarda toplantı yapmak için Kafe Yonyo'ya ya da polis hafiyelerinin mütecessis gözlerine karşı pancurları sıkıca örtülü, kapıları kilitli bazı evlere gidiyordu. Burada mum ya da gaz lambası ışığı altında sigara ve içki içerek gece geç saatlere kadar oturuyor, yaklaşan devrim hakkında planlar kuruyorlardı. Mustafa Kemal toplantılara katılıyor ye örgüt içinde kalmaya devam ediyordu. Ancak, zamanla gitgide daha az faal bir rol oynamaya başlamıştı. Liderler hala onu yakın çevrelerine yaklaştırmamaktaydılar. Hiçbir zaman alt düzeyde kalamazdı. Ya idare etmeli ya da her şeyden vazgeçmeliydi.Eskisinden de yalnız ve az konuşan biri olmuştu. Bunca zamandır konuştukları devrim, hiçbir uyarı işareti vermeksizin, ansızın çevrelerinde patlayıverdi. Önceden hazırlanmış bir plan olmadan, eskisi kadar tez canlı ye yabanıl olan Niyazi, birkaç adamını toplayıp Resne dışına, Güney Makedonya dağlarına çıkarak hükümete meydan okudu. Enver de hemen bir devrim bildirisi yayınlayarak Doğu Makedonya'da aynı eylemi tekrarladı. Hiçbir şey hazırlanmış ya da örgütlenmiş değildi. İttihat ve Terakki'nin kendi içindeki faal üyelerin sayısı üç yüzü aşmıyordu bile. Askeri birliklerin alacağı tavır da kesin olarak bilinmiyordu. Mustafa Kemal sakin kalıp, askeri görevlerini yerine getirmeyi sürdürdü. Böylesine çılgın ve planlanmamış serüvene girecek kadar gözü kara bir kumarbaz değildi. Eğer eyleme geçecek olsaydı, bu ancak belirli bir başarı şansı olan dikkatle hazırlanmış bir planla gerçekleşirdi. Ne ki, "çılgınca serüven" başarıya ulaştı. Bunu izleyen birkaç ayın tarihi, fantastik olduğu kadar karışık bir rüyayı andırıyordu. Başkaldıran birkaç yüz asker dağlardaydı. Bastırmak üzere yollanan birlikler de isyancılara katılıyorlardı. Askerler yıllardır ihmal edilmiş ve aylıkları ödenmemişti. Subayları tarafından yönlendirilen alaylar, birbiri ardına ayaklanmayı bastırmayı reddediyorlardı. Türkiye'nin içlerinden gönderilen özel birlikler de aynı şeyi yaptılar. Herkesin, en başta da Cemiyet'in şaşkın bakışları önünde, Padişahın kudreti rüzgar önünde sürüklenen yapraklar gibi yok olmuştu. İstanbul'daki Yaşlı Tilki, aldığı seri bir kararla geri adım attı ve geçmişteki kötü yönetimin tüm suçunu çevresindekilere yükleyerek anayasal hükümeti ilan etti, hafiyeliği kaldırdı ve devrimcilere kucak açtı. Niyazi ve Enver, kazandıkları büyük zaferden duydukları büyük gururla dağlardan indiler. Türk ve Hristiyanlardan oluşan coşkulu kalabalıklar sonunda kutsal kitapta sözü geçen bin yıllık huzur devrinin (millenium) geldiğine inanarak, sevinç içinde onları Selanik'de karşıladılar. Devrimde kendisi gibi etkin bir rol oynamamış diğer Cemiyet mensuplarıyla birlikte Mustafa Kemal de onları karşılayanlar arasındaydı. Enver, yeni anayasayı Selanik'in ana meydanında bulunan Olimpus Palas Oteli'nin balkonundan okudu. Arkasındaki subay grubu arasında, alt düzey ve önemsiz bir örgüt üyesi olarak sadece birkaç kişiden başka kimsenin tanımadığı ve fark etmediği Mustafa Kemal de vardı. Abdülhamid'in son yirmi yıldır sürgüne göndermiş olduğu politikacılar, bulundukları yabancı ülkelerden akın akın dönmeğe başlamışlardı. Bunlar arasında prensler, eski sadrazamlar, her düzeyden nazırlar vardı. Genç subayları dirsekleyip kenara iterek, İttihat ve Terakki Cemiyetinin kontrolünü ele geçirdiler ve iktidardan pay kapmak ve entrikalar çevirmek üzere İstanbul'a doluştular. Niyazi, Amavutluk'a döndü ve orada öldürüldü. Enver, askeri ataşe olarak Berlin'e gönderildi. Mustafa Kemal Trablusgarp'deki Türk karargâhlarını denetlemek ve haklarında rapor hazırlamak üzere Kuzey Afrika'ya gönderildi. Kargaşalıkları kargaşalıklar izliyordu. Hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Avusturya Bosna Hersek'i ilhak etti; Yunanistan Girit'i ele geçirdi; Rusya tarafından desteklenen Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. İçeride tepki başladı. Arnavutluk ve Arabistan'da ayaklanmalar baş gösterdi. Hristiyanlarca Müslümanlar, birbirlerine saldırmaya başladı. Bütün bu karmaşanın ortasında yaşlı Padişahı destekleyenler iş başına geldi. İstanbul'daki askerleri satın aldılar, hocaları halka gönderip yeni yöneticilerin Paris'ten getirdikleri yeni moda düşüncelerinin dinsizlik olduğunu, bunların Türk ve Müslüman değil, Yahudi ve Mason olduklarını, İslam ve hilafeti yıkmak için işbaşına geldiklerini söylettiler. Din elden gidiyor kışkırtmasıyla taşkınlaşan İstanbul'daki asker ayaklandı. Subaylarını öldürüp ya da hapsedip İslam dinine, Padişaha ve İslam halifesine bağlılıklarını ilan ederek İstanbul'u ele geçirdiler. Cemiyet üyelerini yakalamaya başladılar. Cemiyet, Makedonya'daki ordunun yardımına başvurdu. Eğer başarısız olurlarsa, Abdülhamid ve avenesi tüm kötülükleriyle yeniden iktidara geleceklerdi. Makedonya'daki ordunun kumandanı, bir Arap ve Abdülhamid'in gözdelerinden olan Mahmud Şevket Paşa'ydı. Bu, uzun boylu, kuru, hadımağası gibi kadavraya benzer biriydi. Asker olarak parlak bir subaydı, ancak, kumandan olarak müteredditti. Ne yapması gerektiği konusunda duraksadı. Kurmayları arasında Trablus'tan yeni dönmüş olan Mustafa Kemal de dahil olmak üzere Cemiyet mensubu pek çok subay vardı. Neredeyse onun isteğine karşı olarak, Mahmud Şevket'i harekete geçmeye zorladılar. Böylece.İkinci ve Üçüncü orduları İstanbul üzerine yürüttü. Öncü kuvvet Birinci Birleşik Fırka'dan oluşuyordu. Fırkada bir süvari birliğinin kumandanı olarak Berlin'den alelacele dönmüş .olan Enver ve kurmay başkam olarak Mustafa Kemal de yer almıştı. Karşı devrimi ezip Abdülhamid'i tahttan indirdiler, Makedonyalı Fethi'yi gardiyanı yaparak Selanik'deki Alatini Köşkü'ne hapsettiler .* Abdülhamid'in eli ayağı tutmaz ihtiyar kuzeninini tahta çıkarıp Cemiyet'in iktidarını yeniden perçinlediler. Kamuoyu, Cemiyet'in içinden en çok Enver'i tanıyordu. Böylece Enver bir halk kahramanına dönüştü. Makedonya'da isyan bayrağını açmıştı ve şimdi de işi tamamlamak üzere öncü kuvvetlere komutanlık ediyordu. Enver'de bir parıltı, canlılık, göz alıcı bir meydan okuyuş, ünlü olma yönünde doğal bir yetenek vardı ki, bunlar onun hemen göze batmasını sağlıyordu. Onun yanında asık suratlı, alaycı ve çekingen yapıdaki Mustafa Kemal son derece silik kalıyordu. Böylece halk tarafından fark edilmeyen ve liderler tarafından da istenmeyen biri olarak kaldı. Cemiyet onu herkesi eleştiren fakat hiç kimseye boyun eğmeyen yetenekli, ancak, huysuz biri olarak mimlenmişti: Hiç kimsenin 'sevmediği ve arkadaşsız, tek başına, kendini beğenmiş, huysuz bir adamdı. Böylece geri plana itildi ve askerlik görevine geri gönderildi. Mustafa Kemal görevine bütün enerjisiyle sarıldı. İçgüdüsel olarak bir askerdi: Adamları için çevrede atlı tatbikatlar, seminerler düzenliyor, askeri tarih Moltke ve Napolyon’un seferleri üzerinde çalışıyordu. Bu, yeni bir heyecan ve yükselme dönemiydi. Otuzundan önce Makedonya'da Üçüncü Ordu'nun kurmay başkanı oldu. 1910 da Ali Rıza Paşa'nın Fransa gezisinde yaveri olarak maiyetine atandı. Önce birkaç günlüğüne Paris'e gitti ve ardından yıllık manevraları izlemek için Picardie'ye geçti. Ali Rıza, onun hakkında dikkate değer yetenek ve muhakemeye sahip olan, "çağdaş yöntemleri uygulamada etkin ve açık görüşlü bir subay" olduğu raporunu verdi. Dönüşünde Selanik'deki subay okulunun başına getirildi. Okulu büyük bir başarıyla yeniden düzenlediyse de düş kırıklığına uğramış ve hoşnutsuz bk ruh hali içindeydi. İçgüdüsel olarak bir asker olmakla birlikte Mustafa Kemal daima politikanın özlemini duymaktaydı; ne ki, politika içinde kendisine yer yoktu. Devrim hiçbir şeyi düzeltmemişti. Selanik'de Cemiyet'in adamları olarak tanıdığı Enver, Talat ve Cemal artık yönetici konumuna gelmişlerdi. Dönme bir Yahudi olan Cavid, Maliye Nazırı 'ydı. Mustafa Kemal hepsini kendinden aşağı görüyordu. Onlar aslında yöneticiliğe layık olmayan küçük adamlardı. Görüşlerini hiç kimseden gizlemiyordu da. Hatta bunları okulda ve topluluk arasında savunmaktan çekinmiyordu. Büyük Güçler'in eskisinden de aç gözlü olduklarını söylüyordu: Almanya'nın elleri Türkiye'nin gırtlağına sarılmış durumdaydı. Maliyecileri yeni yeni ayrıcalıklar ve haklar elde etmişlerdi; halen Bağdad Demiryolu onların kontrolü altındaydı; çünkü Cavid büyük bir ihanet içinde, demiryolunu onlara peşkeş çekmişti. En iyi Alman diplomatları İstanbul'da görev yapıyordu. Türkiye yabancılara, özellikle de Almanlar'a satılıyordu; Türkler kendi kendilerini dış yardım ve müdahale olmaksızın yönetmeliydiler. Türkiye'de her şey eskisi kadar kötüydü: Maaşlar, idari organizasyon ve genel koşullar Abdülhamid dönemindeki kadar kötüydü. Yoksulluk yaygındı; her yerde, özellikle ordu içinde hoşnutsuzluk vardı: bir şeyler yapılmalıydı, hem de derhal! Mustafa Kemal artık yüksek rütbeli bir subay olmuştu. Erkânı Harbiye'de çalışmaktaydı. Yetenekleri ve ehliyeti yönündeki şöhreti gittikçe büyüyordu. Karargâhta hoşnutsuz olan ve sorun çıkarmaya hazır durumda çok sayıda subay vardı. Bunlar Mustafa Kemal'i dinlemeye, onun çevresinde gruplaşmaya başladılar. Artık hali tavrı bile değişmişti. Merkezde olmak, sözlerinin önemsenmesi, kendine güvenini artırmıştı. Her zamanki kadar katı ve ezici olmakla birlikte, onu destekleyenlere karşı daha anlayışlı, hatta güleryüzlü olmuştu. Artık önemli biri ve bir hareketin önderi haline gelmeye başlamıştı. Durum artık İstanbul'da Harbiye Nazırı olan Mahmud Şevket Paşa'ya bildirildi. Adamını gayet iyi tanıyordu ve Selanik ile Balkanlar'daki huzursuzluğun nasıl bir tehlike arz ettiğinin farkındaydı. Mustafa Kemal'i oradan uzaklaştırması gerekiyordu. Böylece onu Selanik'deki 38nci Süvari Alayı kumandanlığına getirdi. Ancak, bu atama, durumda hiçbir değişiklik yaratmadı. Çünkü Mustafa Kemal, askeri görevlerini kusursuzca yerine getirmeye devam ediyordu ve artık eskisinden de çok sayıda subay onu desteklemeye başlamıştı. Mustafa Kemal bir coup d'etat (darbe) için bir eylem planı hazırlamaya koyuldu. Bir kez daha akşamlarını kapalı kapılar arkasında yapılan gizli toplantılarda geçirmeye başladı. Fakat bu kez denetim kendisindeydi; karşıtları ise artık iktidara gelmiş olan Cemiyet mensubu eski devrimcilerdi. Siyasası, içerde daha etkin bir hükümet ile yabancıların kovulmasından oluşuyordu. "Türkiye Türklerindir!" onun savaş çığlığıydı. Hükümet ajanları onun tehlikeli olduğuna ilişkin raporlar verdiler. Cemiyet de onun cezalandırılmasını istedi. Mahmud Şevket Paşa, onu askeri birlikleri hükümete karşı ayaklanmaları yolunda teşvik etmekle suçladı. Mustafa Kemal'in cevaplarını doyurucu bulmamakla birlikte, tutuklanması için yeterli kanıta sahip olmaması nedeniyle, onu alay kumandanlığından uzaklaştırmakla yetindi ve İstanbul'a getirtip Harbiye Nezareti'ne yerleştirdi. Ona ne türlü muamele edilmesi gerektiğini hiç kimse kestiremiyordu.
1.024 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.