Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Geçen yüzyılın sonlarında, büyük Devletimizin altın topraklarını bölüşmek için, Batılıların bir araya getirdikleri birçok şart, tarihî - kültürel birikme ve sürtüşmelerle iyice yıpratmaktadır iç yapımızı. Tanzimat, kısa zamanda, dış etki ve eritilmemiş iç yabancı unsurların çalışmaları ve düşünce kurumlarımızın zayıflığıyla, ufak bir kaydırış ve yön değiştirişle, bir «iç ve köke dayanan yenilenme» olmaktan çıkmış ve «dışa dönüşme»ye, «benliği yitirme»ye ve «kültür ve medeniyet değişimi»ne yol vermiştir. Kalb, ciğer, mide ve barsakların dışarda, deri, el, tırnak ve ayakların içerde olması gibi garip bir iç-dış değişimine uğrar Türk toplumu. Böylece, en çok dış tesirden korunması gereken en hassas ve mahrem bölgeler alabildiğine Batıya açık, mutlaka Batıyla temas halinde olması gereken (Çünkü: her medeniyet, tabiatla olduğu gibi bir başka tabiat olan öbür medeniyetlerle bir ölçü içinde alışverişe girmek zorundadır; tam ilgiyi kesmek, tam teslim olmak gibidir.) çevre bölgeleri, iyice içe dönük ve kapanık bir hale gelmiş ve bu yıkıcı, çökertici gidiş, Birinci Dünya Savaşı’na kadar gelişe gelişe gitmiştir. Ama, arada bir, ülkenin direnişi, alttan fırlayan bir tarih çizgisinin yaldızladığı altın günler, kısa süren çiçek açmalar, nihayet, bir saltanatlık süren bir dirilişçik denemesi, bu katastrofik gelişmeyi yer yer durdurmuş, geriletmiş, geciktirmiş veya hafifletmiştir. Sultan Aziz’in devrilmesinin arefe yıllarında, Balkanlar, makyavelist batılıların elbirliğiyle, karıştırmalarıyla allak bullak olur; köy köy, şehir şehir, Osmanlıların çekilişi, Rumelinde bir medeniyetin yıkılışı, saadet dolu evlerin kan gölüne dönüşü, köy öğretmeni kadınların kraliçeliğe ve dağ eşkiyası çetelerin krallık ve devlet adamlığına özenişi, Rus baskısının bizi boğuntudan boğuntuya sürükleyişi, Batı hilesinin İstanbul’da kazan kaynatışı, Devletin bütün yivlerinin çözülürken bir eski zaman şatosunun demir kapısından daha çok hıçkırışı... ve daha neler nelerle sosyal yapının umutsuzluktan sünger gibi delik deşik olduğu o yıllarda, İmparatorluğun gözbebeği İstanbul’un kalb noktasında bir çocuk doğdu: Mehmed Akif. İlkin Ragifken, halkın alışılmamışa olan uymazlığıyla Akif olan Mehmed Akif. Baba soyu Rumeli, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih. Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslâmlığının bir sentezi bir çocuk. Çağ güç, çetin bir çağ bir batış çağı. Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, dönmezliği, umutsuzluğa sürekli olarak düşülmemeyi gerektirecektir. Doğuş yeri ise, ümüslü ve verimli bir topraktır ki, tabiatta nice saçılıp da kaybolan iyi tohumların bir gramını bile ihmal etmez, değerlendirir ve yemişlendirir. Onu gökten bile kıskanmaz. Tam bir anne gibi büyütür, kucağında yetiştirir ve sonra göğe doğru salıverir. O, daima toprağa bağlı ve toprağın ta derinliklerine işlemiş, yapraklı ve çiçekli, dallı ve budaklı göğdesiyle göğü tutmuş bir ağaç gibi, Kur’an’da güzel sözün benzetildiği o muhteşem ağaç gibidir artık. Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul'dur. Yüzde yüz Fatih şehridir. Fatih Camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka Fatih medreseleri ve semti, en saf müslüman Türk heyecanının ördüğü bir toplumdur. Yüzyıllar boyunca, devletin her başarısı burda en gurursuz ve en vekarlı sevinçlerle kutlanmış, bayramlarla donanmış, ana fethin bir seri uzantısı fetih haberleri geldikçe, bu cami, bu medreseler ve bu semtte, temiz yüreklerin dindar sesleri ve duaları, hamdleri göklere yükselmiştir. Ve acı günlerin yasları en çok burada bu semtte yüzlerde okunurdu. Devletin yürek halkı, yürek köşesi burasıydı. Sultan Aziz’in tahttan indirilip öldürüldüğü yılda Âkif 4 yaşındadır. Yani, evde kulağına esrarlı, muhteşem olduğunu idrak ettiği fakat sınırlarını çizemediği bir kelime, «Padişah» kelimesi çalınmıştır. Günlerce, üç kelimeden ibaret: «Padişah tahttan indirildi» cümlesini Fatih Camii’nin önünden geçerken kendi kendine tekrarlamıştır. Ne demek padişah, ne demek taht, düşünüp durmuştur. Bilinmeze alabildiğine açık, fakat mücerrede sıkı sıkıya kapalı çocuk, cümleyi ilkin fizikî çerçevede anlar. Çocuk Akif de, bir insanın bir yerden aşağı indirilişinin sebebini kurcalarken çocuğun meçhulü çözme azabını veya zevkini bol bol tatmıştır. «Padişah damarlarını kesti» veya «Padişahın damarını kestiler» sözü de etrafında çınlayıp dururken, O, masallardaki o sonsuz güçlü padişahın damarlarını kesen korkunç yüzlü, kırmızı gözlü zebanileri, gece karanlığında bir mezarlık kenarında, elde fener aileyle beraber geçerken görür gibi olmuş, kaç gece kâbusla uyanmıştır. Kaç gece o elleri, düşünde, boğazında görmüştür. Masaldaki padişahla büyüklerin bahsettiği padişah arasında ne gibi bir münasebet olduğunu araştırıp kâh bir cevap bulamamış, kâh bulur gibi olmuş, çok defa bulduğu bir izah şeklinden bir müddet sonra kendiliğinden vazgeçmiştir. Erken yıllarda başlardı okul o zamanlar. Omuzuna asılı bir Mushaf, hocasına giden mini mini Akif, hocalarının heyecanlı konuşmalarına, fısıltılarına, korkulu bakışlarına, ağlamaklı yüzlerine şahit olmuştur. Ama çocuk her vakit talihlidir. Bir kuşun uçuşu, bir arabanın geçişi, bir yazlığa çıkış, bir misafirin gelişi acılara son verir, önüne yeni ufuklar açar. Bu, çocuk denen sırçayı koruyan ilâçtır. Bu sefer kulağına yeni bir padişahın ismini fısıldarlar, bu sefer, yeni padişahın tahta çıkışından konuşurlar. Çok neşelidirler, çok meraklıdırlar. Arasıra da endişelerini gizleyemezler. Bir inişe ne kadar yas, bir çıkış için ne kadar düğün. Bunlar, Akif’in, memleketi hakkında ilk keskin ve silinmez intihalarıdır. Sonra savaş başlar. Osmanlılar için yenilginin tartılmaz ve ölçülmez bir çapa ulaştığı 93 harbi. «Rus» ve «Moskof» kelimesi, O’nda, her çocukta olduğu gibi, en vahşi, en barbar bir imaj olmuş, yaralı asker, kan, sönen ocak, batan saadet, kaybolan, giden ve geri dönmeyen baba, sabreden anne, boşaltılan şehir, göç, göç, göç... gibi acı çizgiler yığını bir dünyanın sancılarını doğurmuştur. Böyle böyle çocuk Akif büyüyor, yetişiyor, tarihin ve tabiatın güneşinde vücut ve ruh çömleği pişiyor, çelikleşiyor. Fatih Camii, büyük çınarlar, medrese, Devletin yüreği bir semt. Olup bitenin bütün bütün sorumluluğunu omuzunda duyan bir semt halkı. Duygulu, ince, derin, mü’min ana. Bilgili, yürekli, yaman baba. Yavaş yavaş Devleti derleyip toplayan bir hükümdar. Savaş, sokak, güvercin, mevlüt, kadir geceleri, ramazan, şiir, mahya... ve bütün bu fonun önünde beliren, gittikçe beliren çocuk... Devletin bu sarsılış günlerinde gelip, aldığı disiplinli bir terbiye ile ülkeyi içinden, sessiz ve risksiz bir şekilde yenilemek isteyen Sultan II. Abdülhamid, bir Bismark zekâ ve plânına sahipti, fakat pençesinden mahrumdu. Pençe, aydınlar kadrosudur. Sultan Hamid, başa geçtiği zaman, kadronun gelenekçi yaşlı elemanları ile gençleri arasında bir «babalar ve çocuklar» kavgası vardı. Batının sistemli ve sürekli çalışmalarıyla babalar ve oğulların arası açılmıştı. Ve öyle bir sistem kurulmuştu ki hep de açılacaktı. Yaşlılar Devleti ayakta tutacak yetenekte değillerdi. Gençlerse, onu, olanca hızla, korkunç bir uçurumdan aşağı atmak istiyorlardı. Sultan Hamid, bu durumda, şöyle bir programla Devleti korumaya, yaşatmaya çalıştı: Yaşlı kadroyla Devleti yönetirken, genç kadroyu oyalayarak vakit kazanmak, bu arada, asıl kurtarıcı kadro olan yeni bir nesil yetiştirmek... Bismark bir sonuçtu ve memleketini seven mükemmel yetişmiş, yekpare bir aydınlar kadrosunun başındaydı. Sultan Hamid’in elinde böyle bir genç ve dinç kadro yoktu ve bütün trajedisi bundan başlıyordu. Onun için bütün gücünü maarife verdi. Sistemi düzeltti, mümkün olduğu kadar fazla mektep açtı. Üniversiteyi adeta yeniden kurdu. Erkek ve kız öğretmen okullarını, mülkiyeyi sağlam temel üzerine oturttu. İşte okuma yaşına basan Akif kendini bu maarifin içinde buldu. Bu maarif sisteminde, hem klâsik kültür, hem yeni batı kültürü veriliyordu. Babasından, baba çevresinden, Fatih camiinden ve mektepten her iki kültürle birden temas halindeydi. İlkmektep, rüştiye ve idadi tahsilinden sonra, Mülkiye Baytar mektebine girdi ve onu da birincilikle bitirdi. Genç ve ateşli ruhu, bir yandan şiire, bir yandan da gençlik arasında yayılan ihtilâlci fikirlere açılıyordu. O günün korkunç fısıltı gazetesi, Avrupa’dan beslenen Jön Türk hareketinin sorumsuz ve yıkıcı faaliyetleri, yaşlı kadronun beceriksizliği, Devletin, yüzyıllardan beri birikmiş çöküntü işaretlerini zaman zaman, Sultan Hamid’in bütün gayretlerine, geciktirmelerine ve etkisini azaltmasına rağmen vermesi, taze ruhlarda, meseleyi derinden görmeyen ve görmemesi tabiî olan, vatanın hemen kurtulması romantik hayalleri huzura, refaha kavuşacaktı. Avrupalılar, gittikçe de etkisiyle büyük sarsıntılar yapıyor ve bütün suç gizliden gizliye, içten içe Sultana yükleniyordu. Avrupa Sultan Aziz’i devirtince hemen devletin çökmesini beklemişti. Fakat bu olmamıştı. Aksine, Devlet, gittikçe kendine geliyor, güçleniyordu. Sessiz, gürültüsüz, patırtısız, şatafatsız, fakat gerçek bir maddî ve manevî kalkınma içindeydi. Bir de, bir kuşak, şuurlu kadro yetişip işe el koydu mu, tamamdı. Artık, emperyalist Avrupa’nın bütün açgözlülüğü ve iğrenç karga iştihasıyla göz diktiği canım İslâm ülkeleri huzura, refaha kavuşacaktı. Avrupalılar, gittikçe kuvvetlenen ve yaralarını saran Devletin Sultan Hamid idaresinde, ilerde çıkacak bir dünya savaşında, harp dışı kalırsa, sömürge olmuş bütün İslâm ülkelerini bundan en az elli yıl önce ve bin kere daha ucuza kurtaracağını ve Türk Devletinin, bu avantajla, tarihin en kudretli devirlerinden birini açacağını biliyorlardı. II. Sultan Hamid de bunu biliyordu ve bir yandan politikasıyla Devleti yaşatmaya çalışırken, öbür yandan bütün umudun üzerinde toplandığı yeni nesle eğiliyordu. O günün şartlarıyla bu nesil bilgi ve aksiyon bakımından iyi yetişti. Fakat, ne yazık ki, dışarıdaki okul, içerdeki okulun bir çok istidâdını politikaya erken soktu. Tabiatıyla, devlet kendilerinin eline bırakılacak vakitten önce soktu. Ve bu, Devletin temel felâketi oldu. Akif, okulda, seçtiği branş çerçevesinde, tabiata, realist bakışa, gerçeği olduğu gibi görme, olanı olduğu gibi gözlemeye alıştı. Ve hayat ve sanatı boyunca bunu uyguladı. Baytar mektebinden sonra meslek hayatı başlar. Lâboratuar ve kitap bilgisi, bizzat tabiat ve memlekette pratik alana götürülür. Tabiatın patolojisinden cemiyetin patolojisine geçmek artık bir mizaç ve zihin yapısı, bir ülkü meselesi, o günün havası içinde bir gün meselesidir. Müsbet bilgi, eşyada «şimdiki zaman»ı gözler. Bu metodla yapılan tarih çalışmaları bile, günümüzde yaşamasını sürdüren yazıtlar, anıtlar, şimdiki zamana ulaşmış vesikalar üzerinde gelişir. Okul dönemi bitmiş, yeni bir dönem başlamıştır Akif için. Bugüne kadarki dönem, şahsiyetinin kurulması dönemiydi. Asıl faktör dıştadır. Aile, okul gibi sosyal kuruluşlar, ona dıştan şekil veriyorlardı. Şimdi, artık ikinci dönem, yani ilk kıpırdanışın içten geldiği kendi kendisini yetiştirme dönemidir. Birinci dönem klâsik okul kültürü dönemi, ikinci dönem çağdaş entellektüel kültür dönemi. Birinci dönemde Akif özü oluşuyor, ikinci dönemde bu öz bir şahsiyet halini alıyor. Kendine bir yuva örmeğe başlıyor bu düşünce. 1908 yılına kadar bu ikinci dönemi uzatabiliriz. Çağdaş İslâm düşünürlerini okur, o devrin sanat ocağı olan dergilerde (Resimli Gazete, Servet-i Fünun) şiirler yayınlar. Bir yandan mesleği için Anadolu’da dolaşır. Anadolu’yu kelimenin tam anlamıyla görür. Bu arada evlenir. Bu demektir ki, özel hayatının, şiirinin, fikirlerinin alacağı esas yön ve temel, bu dönemde olgunlaşır, değişmez çizgilerini alır. Karşımızda yavaş yavaş bir şair, bir ülkü adamı beliriyor. Her gelen gün, her sabah, dağların üstünden aşan bir gün ışığı, bu tablonun bir tarafını tamamlıyor, aydınlatıyor. Bu olgunlaşmanın sonucu, Edebiyat onda gelenekleşir ve asıl mesleğini aşar. Birtakım okullarda edebiyat öğretmenliği yapar. Bu edebiyat hocalığı, 1908’de İstanbul Darülfünunu Edebiyat Müderrisliğine geçişine kadar ilerler. Bu dönemdedir ki, Ferid Vecdi, Muhammed Abduh, Cemalettin Efganî’nin görüşlerini incelemiş, böylece aynı mefkure için İslâm dünyasının her tarafından yükselen sesleri şahsiyetinde derlemiştir. 1908 yılında bütün dünyayla beraber Akif de bir sabah vakti haberi alır ve onun için yeni bir dünya başlar: Meşrutiyet ilân edilmiştir. İlk bakışta, gençliğe, genç düşünceye, ülke idaresine katılma, devlet yapısında birtakım değişiklikler yapma hakkı tanınmıştır; Türkiye’nin bir daha kurtulma ümidi belirmiştir. Fakat Akif, heyecanlı ve ihtilâlci ruh taşıyan, bu duygu sisi yüzünden bir karış ötesini görmeyen bir öğrenci değildir artık. Tereddüt etmektedir. Yapıda köklü bir değişiklik şarttır. Ama bunu bu İttihat ve Terakki kadrosu yapabilecek güçte ve niyette midir? Güvenememektedir. 35 yaşlarında olan Akif, Köprü’den Bab-ı Ali’ye doğru yürürken, dalgın dalgın bunları birçok sabahlar düşünmüştür. Karşısında Yeni Cami, yanından geçip de göremediği arkadaşlarının selâmları, üstünden Halic’e doğru uçan martılar, yanından yeri oyarcasına geçen tramvayların arasında o düşünüyordu. Gençlik ateşiyle zaman zaman kendisinin de protestosuna katıldığı Sultan Hamid yavaş yavaş gidiyordu. Bu bir gerçekti. Ama, ihtilâlci kalemler tarafından son derece antipatik gösterilen çehresiyle Koca Devlet Adamı giderken, arkasından doldurulmaz bir boşluk bırakılmıyor muydu? Bir delifişek subaydan başka bir şey olmayan ve memleketin bin cepheli meselesine hep aynı fikr-i sabitin içinden bakan romantik Enver mi, ağzı küfürlü, septik, yüreğinde en ufak bir inanç taşımayan ve derdi gücü şahısları yıkmak ve kendi saltanatını kurmak olan Ahmet Rıza mı, alaydan yetişme bir memur seviyesinden öteye gitmeyen Talât mı, bu batışı önleyecektir? Bu böyleydi ama etrafındaki arkadaşlarında genel bir iyimserlik görülüyordu. Onlar, baştaki kadronun, daha alttaki genç ve iyi niyetli, memleketçi aydınlar tarafından fethedileceğine inanıyorlardı. Hizmetin tam zamanıydı. Kaçmanın faydası yoktu. Tersine, bu cemiyete girmeli ve onu değiştirmeliydi. O günün düşünceleri bunlar olsa gerekti. Tarihimizdeki her askerî devrimde olduğu gibi 1908 devriminde de, düşünce önce, aksiyon sonra gelmiyordu. Tersine, devrim önce yapılmış, sonra devletin alacağı yeni yön tartışılmaya başlanmıştı. 1908 devrimi, Namık Kemal ve arkadaşlarının etkisiyle olmuştur şüphesiz, fakat o fikirler için olmuştu denemez. Çünkü: Tanzimat düşünürlerinin istedikleri, bir rejim değişikliğinden çok düzeltmeden ibaretti. Fakat, yeni şartlar, Devleti ve Türk halkını, var olmak veya olmamanın eşiğine getirmişti. Artık, yalnız idare etmede bir reform değil, toplum ve devlet yapısında, Türk insanının şahsiyet örgüsünde yapılacak tasarruflarda aranıyordu kurtuluş. Bu yeni hal tarzı için, Tanzimat düşünceleri yetmiyordu. Tanzimatçılar, düşüncede ve aksiyonda iyice aşılmıştılar. Meydana akan ve devlete el koyan yeni kadro, Tanzimatçı fikirlerin iştirakiyle, Padişahı ve eski kadroyu devirmişler, fakat, sonra ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bu tereddüdü sezen düşünce alanında herkes kendi fikrini bir doktrin olarak ileri sürmeye başladı. Bir görünüşüyle bu tam bir düşünce hürriyeti, bir görünüşüyle tam bir düşünce anarşisiydi. Fakat kısa bir dönem içinde fikirler berraklaştı ve demet demet toplandı. Ve aşağı yukarı üç ana düşünce belirdi: her şeyi tam bir batıya dönüşmede bulan Batıcılar, Türk ırkının ve varlığının şuuruna varmayı temel kurtuluş prensibi sayan Türkçüler, Devletin ve Milletin kurtuluşunu İslama tam anlamıyla sarılmakta bulan İslamcılar. Bunların dışında, tek başına ayrı bir görüşü temsil eden Prens Sabahattin ise, bir ideolojiden çok bir metod getiriyordu. Yıkılış anlarında merkeziyetçi görüşler destek buldukları için ilk anda tezi bir kenara atıldı. Mehmed Akif, İslâmcı cereyanın tam ortasında buldu kendini. İlk elde, Eşref Edip’le birlikte, Sırat-ı Müstakîm’i kurdular. Sait Halim Paşa da aralarındaydı. İslâmcı düşünce, halk ve devlet yapısından çok, kişilerin ahlâkındaki değişiklik ve genel hareket tarzlarındaki bozukluk yüzünden varlığımızın tehlikeye girdiği, felâketimizin İslâmdan kopmaktan ileri geldiği, tekrar İslâma dönmekle kurtulabileceğimiz tezini müdafaa ediyorlardı. İslâmın ilerlemeye, teknik kalkınmaya aykırı olmadığını, karşı tarafın iddialarına cevap olarak, söylüyorlardı. İnkılâpçılar genel çizgileri içinde batıcıydılar. Fakat hergün biraz daha ağırlaşan şartlar, onları adeta mucizevî bir formüle muhtaç ediyordu. Bu yüzden, Ziya Gökalp’ın önderliğini yaptığı Türkçülük gitgide resmî tez halini alıyordu. 1908-1918 yılları arasında idareciler, bu üç tez arasında bocalayıp durdular. Fakat, daha çok dış tesirlerle, batıcılık derinden derine işledi; Türkçülük, parlak ve yaldızlı bir şekilde hep ön plânda gösterildi ve giderek bir ütopya şekline, daha sonra da Enver Paşa’nın, Devleti bir cihangirlikle kurtarma sevdasına bir paravan olmaya kadar götürüldüyse de, Birinci Cihan Savaşı’nın, devleti silip süpürmesiyle, tatbikat ve siyaset alanından fikirler dünyasına çekildi. İslâmcılık, aslında klâsik görüştü. Fakat ayrı bir şekilde sunuluyordu. Belki de bu yüzden tam anlaşılamadı. Karşıdakiler, onu, hemen bir çırpıda, «eski» diye mahkûm ediyorlardı. Halbuki, mesele, yeni bir medeniyet aramak değil, cemiyetin malı medeniyeti, yeni şartlar içine yerleştirebilmek, daha doğrusu, ondan, yeni şartların sorusunu sormak ve cevabını almaktı. İslâmcılar, bunu tam olarak yapabilmişler miydi? Bundan önce, denecek olan, tam cevabını alsalardı bile, dinleyecek kulak, ne yazık ki, idareci kadro içinde yoktu. Bu kadronun elemanları, büyülü adaların sirenlerine kulaklarını kaptırmış Odisseus tayfalarından farksızdılar ve gerçeklere kulaklarını tıkamıştılar bu batı tayfaları. Bu dönemde Akif, şiirleriyle, makaleleriyle, verdiği derslerle, çevirdiği çağdaş İslâm mütefekkirlerinin eserleriyle, aydınlara hakikatları anlatmaya çalıştı. İslâmdan kopmanın felâketlerini gösterdi. Sefaletimizin, maddî ve manevî tablosunu çizdi. Gittikçe resmîleşmeye yüz tutan batıcı fikirlerin yön yön tenkidini yaptı. İslâmcılar, Batıcılara göre, kendilerine biraz daha yakın gördükleri Türkçüleri anlatmaya ve anlaşmazlıkları gidererek tek cephe olmaya davet etti. Fakat bu davet cevapsız kaldı. Bütün bu haykırışlar, çağırışlar, cevapsız kaldı. Devlet, bütün yüküyle, mazlûm ve sessiz halkı da peşinden sürükleyerek gittikçe daha büyük bir hızla uçuruma doğru gidiyordu. Bu çağırış sesleri, bir yankı bile yapmıyordu. Bu yankısızlıktan ve cevap alamayıştan, çöküntüyü durduramamaktan ve zehre şifa diye sarılmaya engel olamamaktan dolayı şair bunalıyor: Bütün yokluk mu her yer? Bari «yok» der bir seda yok mu? diyor. Şu yok, bu yok, hiç bir şey yoktur. Üstelik yok der bir ses bile yoktur. Ortalığı öylesine bir yokluk kaplamıştır. Kitlenin öz düşüncesi olan İslamcı düşünceyle aydınlar kadrosu arasındaki bu kesiklik ve kopukluğu gören şair, meselenin daha derinlerde olduğunu sezmiş ve günlük kurtuluş çalışmalarının yanı sıra daha uzan vâdeli düşünce çalışmalarına girişmiştir. O zamanın çağdaş İslâm düşüncesini Mısır ve Hint ekolü diyebileceğimiz iki ekol temsil ediyordu. Mısır Ekolü (Ferit Vecdi, Reşit Rıza ve Muhammed Abduh...) daha çok akılcı ekoldü. Mısır’ın öbür İslâm ülkelerinden önce batılaşması, ona bu çerçeveyi vermişti. Hint ekolü ise, daha çok batının esiri olmanın yol açtığı bir teselli ihtiyacıyla ve görüş imkânlarıyla, Batı zincirlerini kırma esasına dayanan tarihî ve tasavvufî bir karakter gösteriyordu (İkbal). Tarihî perspektif, C. Efganî’de ağır basıyordu. Türk ekolü denebilir ki, bunların yanında zayıftı. Bu da, o güne kadar, İslâm, devletin biçim ve özünü, halkın hayat tarzını tayin eden hükümler bütünü olduğundan, ayrı bir tez gibi ele alınmamış olmasındandı. Ancak, Meşrutiyette, çeşitli tezlerin alternatifliği söz konusu olunca, İslâm tezi de en kısa bir sürede, kendini kurmuş ve başta Mehmed Akif’in gözüyle, o zamana kadar eserlerini vermiş bulunan çağdaş İslâm düşünürlerine bir bakış atmış ve yüzünü döndürmüştü. Akif bu dönemde, bu yüzdendir ki, İslâm yazarlarından tercümeler yaptı. Akif’in, bu düşünürlerin tesiri altında kalışı mübalâğa edilmiştir. O, âdeta, bu fikir adamlarının ortaya attığı fikirlerin Türkiye’deki bir müdafii, o ekollerin bir şairi gibi gösterilir. Halbuki, Türkiye’de yeni İslâm düşüncesinin doğuşuyla öbür ülkelerde doğuşu apayrı şartlara bağlı olmuştur. Türkiye’de, esas İslâm devleti kurulu bulunduğundan, İslâm, düşünce sistemi olmaktan çok, davranışlarda ve kuruluşlarda yaşıyordu. Ancak, Devletin yıkılma tehlikesiydi ki, yeni yeni, düşünce plânında da, bir sistem yapmaya yöneltiyordu. Bunun için, denilebilirse, İslâmcılar, çekirdekten yetişme İslâmcılardı. Ötekilerdeyse daha bir sistem ve düşünce İslâmlığı gelişmişti. Bunun için Mehmed Akif, fikirlerini, bu düşünürlerden çok, sokaktan, aileden, klâsik kültürden, toplumdan, devletin sarsıntılı halinden ve nihayet kendinden alıyordu. Bu İslâm mütefekkirlerinin tesiri, kendisinde İslâm fikrini doğurmuyor, esasında var olan bir ülküyü geliştirmeye ve beslemeye yarıyordu. Yani arada, bir tâbilik münasebeti yok, belki bir paralellik vardır. Onları tercüme, kendi tezini müdafaada kullanılan çalışmalardan ve yeni nesli yetiştirme vasıtalarından ibaretti ve çağdaş İslâm düşüncesiyle Türk - İslâm düşüncesi arasında bir köprü kurmak içindi. Yoksa, gerek Muhammed Abduh’un esas tezinin, gerek İkbal’in tezinin esas köklerinin, Akif’in şiir ve düşüncelerinde hemen hemen izini bile bulmak mümkün olmaz. Aradaki benzerlikler, 20. yüzyıl başlangıcındaki İslâm düşüncesinin ortak tarafları ve genel çizgileridir. Aralarındaki en büyük farksa, Akif’in İslâm ruhunu canlandırmak istemesine karşılık Mısır bilginlerinin İslâmın genel sistemine yeni bir yorum getirmeye çalışmalarıdır. Akif, İslâmdan çıkmakta olanları uyarmıştır; öbürleriyse, daha çok, İslâm gerçeklerini ilim açısından ele alarak, İslâma yabancı olanlara hitap etmişlerdir. Bu yabancılar eski müslümanlar olsalar bile... Yani Akif, akan kanı durdurmaya, yanlış doktor ve tedavi usulüne baş vuran yaralıyı kurtarmaya, öbürleri ise, donmuş kanı harekete geçirmeye, statik duruma geçmiş bir medeniyeti ölü noktadan kurtarmaya çalışıyorlardı. Her biri kendi şartlarında gerekeni yapıyordu. Yapılanın yeterli olup olmadığının münakaşası bu yazının konusunun dışına çıkmak olur. Bu, son yüzyılların İslâm fikir tarihini yazacak olanların bellibaşlı işlerinden biri olacaktır. Bizim tesbit ettiğimiz ve üzerinde durduğumuz nokta, Akif’in fikir kaynağıdır. Anlamış bulunuyoruz ki, Akif’in fikir kaynağı bizzat toplum ve toplumda yaşayan düşüncedir. Üstüste gelen felâketler, Balkan Savaşı, Cihan Harbi, Akif’i bu dönemde, «Sırat-ı Müstakim»de şiir ve yazılarla halkı uyandırmağa didindiği psikoloji içinde, çok velût yapmış ve ebedileştirmiştir. «Safahat» bir nevi, bu yıkıntıların «safha», «safha» anlatılışı, duyuruluşu ve bu yıkıntıların şairde bıraktığı acı izlerin derlenişi, toplanışı ve tesbit edilişidir. Bu yüzden, Safahat, bir bakıma, Türk tarihinin en acıklı günlerinin yaşanmış bir destanı, yas yapraklarıdır. 1908-1918 yılları dönemine, Akif bakımından, «Mütefekkir Akif» dönemi diyebiliriz. Bu dönemdedir ki, bir yandan, O, İslâm idealini anlatır; İslâmın nasıl anlaşılması gerektiğini gösterir; batıcılara cevap verir. Batıcıların şairi olan Fikret’le Tarih-i Kadîm meselesinde çatışır. Türkçülere, «Süleymaniye Kürsüsünde» adlı şiiriyle bu dönemde gerçeği gösterir. Tam bir sosyal tenkid dergisi olur şiirleri. Almanya ve Necid seyahatlarıyla Batıyı ve Doğuyu daha iyi tanır. Kısacası, fikir ve tenkidlerini gerek şiir ve gerek yazı halinde asıl bu dönemde verir. Fakat, Savaş, düşünce çalışmasına yer bırakacak mıdır? Bırakacaktır ama şimşekleşmiş bir halde. Bir yıl gelir: O yaz ülkede bol yılan görülür. Ve korkunç bir gün tutulması olur ve daha nice nice olaylar... ve derken, o sessiz ve mâsum halk, sivilken de asker gibi itaat ederek, Hükümetin verdiği emirle Seferberliğe hazırlanır. Seferberlik; bu, halk dilinde, harpten daha fazla bir şeyi ifade etmiştir, harbe hazırlığı ifade ettiği halde. Halk, bu savaşın, Devletin ölüm kalım savaşı olduğunu sezmiştir. Bu savaştan nasıl çıkarsa çıksın, uzun süre, belini doğrultamıyacağını anlamıştır. Geçmişi değerlendirecek ve geleceğini verimlendirecek bir imtihandır bu, bunu bilmiştir. Ve eski günlerdeki gibi, bütün kahramanlığını, dağarcığındaki bütün yiğitliğini ortaya koymuştur. Her cepheden gelen ses, olağanüstü haberler bültenidir. Sonuç önemsenmeden, bu toprakların büyük günlerde şahit olduğu, aklın zaptedemiyeceği olaylar akar gider. Kafkaslarda, Çanakkale’de kan, Müslüman Türk kanı yere silinmez şehadet çizgisini çeker. Akif de, bu günlerde her yurtsever gibi, heyecandan heyecana, umuttan umuda, en beyaz renge, en yeşil duyguya, en kara kötümserlikten en ak iyimserliğe geçer durur. Sessiz, fakat Müthiş Türk meydandadır. Bunun destanını yine Akif yazacaktır: Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın, Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın. Belki bir gömülme olayıdır ama dünyanın en yiğitçe ölümünden sonra elbette. Hatta bir dirilişe gebe bir ölümle. Hayatlardan daha diri bir ölümle. Cenaze törenine katılan katiller, törenin uzamasına dayanamayıp belki birer birer ölecekler. Fakat bu ölme bitmiyecek. Ölümün av şahinidir sanki bu ölü. Yakalanmayan kurnaz kuşlar belki bu törenle ölüm havasına girecekler ve yavaş yavaş ölüm hunisinin bir daha geri dönemiyecekleri çekiş alanı içine düşecekler... İngiliz imparatorluğunun başına gelen işte budur. «Safahat», birden, Akif’le birlikte fikir ve tartışma safhasını kapamış, şimşek dönemine girmiş, arasına «Çanakkale Destanı» gibi altın yaprakları katmıştır... Dört yıl su gibi akar. Her cephede savaş... Veba gibi, «vebadan beter» bir salgın gibi her yeri yakar kavurur. Anadolu çocukları, müthiş bir tipiye tutulmuş gibi oradan oraya savrulurlar. Sonra her şey yavaş yavaş diner. İngiliz gemileri İstanbul önünde demirler. Fransız kumandanı ak bir atın üstünde İstanbul caddelerinden geçer, Türklüğün ve İslâmlığın en kara günleri başlar. Savaş boyunca kalemini bir kılıç gibi kullanan şair de, İstanbul’un bu halini, Müslümanlığın bu halini, Türklüğün bu halini, Anadolu’nun ve Anadolulunun bu halini görür de yas tutmaz, geçici de olsa karamsarlığın en koyusuna yuvarlanmaz mı? Ağlar Safahatımdaki hüsran bile sessiz. Bir doğum sancısından ölen analar gibi
··1 alıntı·
1.712 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.