Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

136 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
GÜL YETİŞTİREN ADAM                RasimÖzdenören, elli yıllık sanat hayatında pek çok edebi türde eser verir; deneme, öykü, düşünce ve sanat yazıları, eleştiri gibi alanlarda kalem oynatır ancak öykücü olarak anılmayı tercih eder. Edebiyat ve sanat dünyasında tanınmasını sağlayan eserlerinden biri de bilinen tek romanı olan Gül Yetiştiren Adam’dır. 1979’da yayımlanan bu romanın dışında 1973 yılında yazmaya başladığı yarım kalmış bir romanı daha vardır: Kefaret . Şırnak’ta askerlik yaparken tanık olduğu bir olaydan esinlenerek yazmaya başladığı bu roman müsveddesi, bir taşınma sırasında kaybolur, sonra bulunursa da bu romanı tamamlamak nasip olmaz. Gül Yetiştiren Adam , bugüne değin pek çok incelemenin konusu olmuş, hakkında pek çok yazı yazılmıştır. Kırk küsur yıl önce yazılan bu eserin özellikle genç okuyucuya ulaşmasının önemli olduğuna; romanda ele alınan konuların güncelliğini koruduğuna ve üzerinde konuşulmaya, yeni değerlendirmeler yapmaya ihtiyaç duyulduğuna inanıyorum.              Roman, teknik olarak birbirinden bağımsız gibi görünen iki ayrı hikâyeyi iç içe geçmiş bir biçimde ele alır. Her iki olayın anlatıcısı, yaşandığı mekânlar, kişiler birbirinden farklıdır. İki olayın anlatımında bölümler de yoktur, bir sahneden başka bir sahneye geçeriz. Modern romanlarda sıklıkla görülen bu anlatım tekniği tembel okurun işini zorlaştırır. Giriş kısmı bir tiyatro sahnesinin dekoru gibi açılır:                “ Şehir yıkıntıları. Ve insan yıkıntıları.                  Kadavralar . Kadavralarla uğraşarak bir yere gelinir mi?                 Büyük bir kale                  muazzam bir toprak yığını şehrin göbeğinde                  minareler,                  kubbeler,                 dar                 sokaklar,                 sokaklar                 topraktan.” ( syf 5). Daha ilk satırlarında görülen bu yıkıntılar yaşanan değişimin olumsuzluğunu imler bir bakıma. Yıkılan şehirlerin yerine her ne kadar modern yapılar inşa edilse de şehrin ruhuyla birlikte insan da kadavra gibi cansızdır, ruhunu kaybetmiştir. Her şey asfaltın altında kalmıştır.                Bir sabah namazında torunuyla elli yıl sonra ilk kez dışarı çıkar yaşlı adam, her şey değişmiştir. Şehri tanıyamaz, camiye giderken yol üstünde gördüğü sokaklar bütünüyle yabancıdır ona. Tek katlı, iki katlı evlerin yerine çok katlı apartmanlar yapılmıştır. Beton yapılar, parke taşları, asfalt yollar, çeşmeler, elektrik direkleri, bazı vitrinlerde yanıp sönen ışıklar, camların içinde sergilenen çeşit çeşit,  renk renk öteberiler, yanlarından gelip geçen araçlar başını döndürür. Bunlara iğrenerek ve öfkelenerek bakar. Tanımadığı, bilmediği bir şehrin içinde şaşkındır.               “Yıllar önce – o yıllarda iki katlı evler seyrek görülürdü- sade bir evde yaşıyordu,  bir şey yapmamanın da bir eylem olduğunu çoktan anlamıştı ve protesto için evden dışarı çıkmıyordu, evden dışarı çıkmasının, insanlar arasına karışmasının, istemediği düzeni ‘meşrulaştıracağı’ inancındaydı.” ( Syf 13) Bu yüzden yıllar sürmüştü bu protestosu. Tepeden dayatılan bir düzene isyan biçimiydi evden çıkmamak. Yıllarca sessiz sedasız evinin bahçesinde dünyanın en güzel güllerini yetiştirmişti. Gül kokusu yaşadığı sokağın ta başından duyulurdu. Aşkla, ibadet edercesine, dışarda olup bitenlere aldırmadan, hiç değişmeden kalabilmek için gül yetiştirmişti. Bu devinimsiz eylemi kasaba halkının dilindeydi ilk zamanlar, sonra o da unutulup gitmişti. Kendisinin ilk delikanlılığında uğrunda savaştığı, açlık çektiği her ne varsa bunlara sırt çevrilmiş, savaşarak neyi ortadan kaldırmak istemişlerse savaştan sonra o gelmişti. Arkadaşlarının bir kısmı bu yüzden asılmıştı. Yaşlı adam torunuyla konuşurken yıllarca evden çıkmama gerekçesini: “ Bizi aldatanlara karşı bir şeyler yapmamız gerekirdi. Yapamadık. Bilmem, belki de bunun utancına katlanamadım, onun için eve kapandım.” ( Syf 36) diye açıklar. Bu tutum bir çeşit sivil direniştir. Yıllar geçtikçe bu tutumunu gözden geçirir , bir çeşit iç hesaplaşma yaşar. “Ancak eve kapanıp kalmakla insan, değiştirmek istediği dünyayı değiştiremez, “( Syf 36)  diye pişmanlığını dile getirir. Asıl büyük şaşkınlığı ise sabah namazı için yola çıktığı zaman camide yaşar. İçeride ancak kırk elli kişi vardır. Kiminin başı açık kimileri takkelidir. Onu asıl şaşırtan ayakkabılarını bıraktıkları rafta bir fötr şapka görmüş olmasıdır. Oysa arkadaşları sırf bunun için ipe gitmeyi göze almış, asılmışlardı. Cemaat vardır ama ruh ölmüştür, bunu fark edince:              “İnsanlar, diye seslenir cami çıkışında. “Sizler Nasrani misiniz yoksa Mecusi misiniz?  Hangi millettensiniz?” diye sorar. “Şimdi namazdan çıktığınıza göre İslam milletindensiniz. Ama bunu ispat edebilir misiniz?  Siz buraya, camiye geldiğinize göre İslam’a uyan insanlarsınız? Fakat hani İslam’ınız? İçinizdeki İslam’ı gösterin. Çünkü İslam, sizin üzerinizde görünmek ister. İman gizlidir, İslam açık. İman kalptedir, İslam zahirde.“( syf 117-118) Ertesi gün gazetelerde halkı ayaklanmaya kışkırttığı iddiasıyla tutuklanan ihtiyarın akli dengesinin yerinde olmadığı ve evinde yapılan aramada Arap harfli kitaplar bulunarak kitaplara el konulduğu haberi yer alır. Tuhaf bir kıyafetle mahkeme önüne çıkan yaşlı adam “ elli yıldır gül yetiştirmekten başka bir işle uğraşmadığını” iddia etmiştir.  .          İkinci hikâyede yaşanan değişim Sitare ve arkadaş çevresi üzerinden verilir. Bir bankada memur olarak çalışan Sitare, zengin ama yaşlı bir fabrikatör olan Çarli ile evlidir. Çarli bir gece rahatsızlanır, hastaneye kaldırılır. Eşi Sitare ve arkadaşları, Çarli’yi hastanede bırakır, birlikte tatile çıkarlar.              Yaşlı adamın hikâyesi ne kadar sakin ve huzurluysa Sitare ve arkadaşlarının yaşam tarzı da bir o kadar huzursuz, güvensiz ve tedirgin edicidir. Kumarhaneleri ve otelleriyle ünlü bir Batı şehrinde, hesapsız harcama ve israfın kol gezdiği, kumar ve içkinin insanı esir eden bu kasvetli ortamı, sadece bedenen değil ruhen de yorucudur. Batılı bir yaşam tarzını benimsemiş bir grup gencin iç içe geçen karmaşık ilişkilerini okurken toplumsal değişimin olumsuz boyutlarına tanıklık ederiz. Bu arkadaş grubunun ortak noktası rahat tavırlarıyla dikkati çeken Sitare’dir. Çevresinde ona âşık bir iki erkek – anlatıcı ile sevgili gibidirler- ve aslında dost görüntüsü altında farklı hesaplar içinde olan genç kadınlar: Zelda, Tansel,Ayten.  Grubun bütün harcamalarını Sitare karşılamaktadır. Görünüşte hoşça vakit geçirmekte ve eğlenmektedirler. Oteller, müşterilerinin her ihtiyacını karşılayacak şekilde düzenlenmiş, her türlü alışverişin yapılmasına uygun bir şekilde tasarlanmıştır.” Her otel ayrı bir kenttir burada. Yıllarca hiç dışarı çıkma ihtiyacı duymadan kalabilirsiniz bu otellerde. Giyimevlerinden berberine, kuaförüne, lokantasından bakkalına, manavına, kafeteryasından eğlence yerlerine kadar ne istersen vardır. Tek eksiği güneş ışığı onu da bu hayatı sürerken unutuyorsunuz zaten.”( syf 46)  Kapitalizmin simgesi olan bu turistik beldede yalancı bir cennet inşa edilmiştir. Eğlencenin, içki ve kumarın serbest olduğu bu ortamda eksik olan hiçbir şey yoktur. Oysa maddi zevkleri tatmin eden bu ortam, insanda boğulma hissi uyandırır.            “İnsan, demek kendi tabiatına çok aykırı gelen şeylere de alışabiliyor, kapalı yerlere alışması gibi. Âmâ kapalı yere alıştığını fark edemiyor. Ama bir kez açık havaya ulaşınca o kapalı odalarda, kapalı salonlarda nasıl bir cinnetli hayatını sürdürdüğünü, bu hayata nasıl olup da katlanabildiğini hafsalası almıyor.” (syf 46)              Sitare ve arkadaşlarının çıkara ve güvensizliğe dayalı bu çarpık ilişkileri ile okurda beliren kasvetin asıl nedeni yaşlı adamın sade ve huzurlu yaşamıdır. Sitare ve arkadaşlarının her birinin okuyucuya imdat çığlığı yolluyor hissiyatı vermesinin sebebi de budur zannımca. Huzursuz, tedirgin edici ve güvensizlik hâkimdir bu ilişkilerde. Kimse kimseye kolay kolay güvenemiyor, her şeyde bir yapaylık ve sahtelik duygusu görülüyor. Sitare, başlangıçta en vurdumduymaz ve sorumsuz kişi olarak görünür bize. Başta Çarli’nin çocukları olmak üzere yakın çevresi, Sitare’nin,  Çarli’yle parası için evlendiğini düşünmektedir. Okuyucu da buna inanmaya hazırdır ancak roman ilerledikçe Sitare’nin yaşadığı büyük yalnızlığı, yaşamın anlamsızlığı ve onun doğurduğu hiçlik duygusunu, çevresine yabancılaşmasını, ilişkilerinde duyduğu güvensizliği, duygularından bile emin olamayışı ve toplumla yaşadığı çatışmayı görür ve bu bahtsız kadının intihara sürüklenen dramına tanıklık ederiz. Sitare’nin yaşadığı bu çelişkinin temelinde kültürel değişimle gelen uyumsuzluk belirleyici rol oynamıştır. Sahici sevginin yerini bedensel bir zevke indirgeyen, insanı köklerinden koparıp yabancılaştıran bu sahtecilik ve sosyal ilişkilerdeki yozlaşma, Sitare’ye bir çıkış kapısı bırakmamıştır.              “Yok canım, dedi Sitare doğal bir sesle, öyle alıştım ki her şeye… artık üzülmüyorum. Belki de üzülemiyorum. Bütün alçaklıklar bile doğal. İyilik de kötülük de bizim yaradılışımızda. Benim için ne düşündüklerini hiç önemsemiyorum. Budur benim için önemli olan.” ( syf 43)                 Roman, iki ayrı dünyayı ve bu dünyanın içinde yaşayan karakterleri ayrı bölümler halinde sunmaz bize, olaylar girifttir. Baştan sona tek bölüm halindedir. Yaşlı adamın hikâyesini üçüncü kişili bir anlatımla verilirken Sitare ve arkadaşlarının hikâyesini anlatıcı/kahramanın bakışıyla görürüz. Birinci hikâyede değişmeye başlayan ancak köklerinden henüz kopamamış bir Anadolu şehrinin huzur ve sadeliğiyle karşılaşırız. Burada da toplumsal ilişkilerde ve yaşamda değişme başlamıştır. İnsanlar yılların verdiği birtakım alışkanlıklardan vazgeçememiştir. Şehir kültürü ve şehirleşmede değişim topluma tam anlamıyla nüfuz edememiştir. Örneğin, sıcaklar başlar başlamaz insanlar şehir dışındaki bağlara göçmektedir. Bağlar yalnız bir mesire yeri değildir henüz, kışlık zahirenin hazırlıklarının yapıldığı, pekmezin kaynatıldığı, meyvelerin kurutulduğu, çocuklar için de bir oyun ve eğlence alanıdır da. Öte yandan şehrin yaşama alışkanlıkları değişime yavaş yavaş ayak uydurmuş ve her yeni, iyi bir şey olarak algılanır olmuştur. Mahalle bakkallarında içki satışı, gece yarılarına kadar dışarda devam eden hayat ve belediyeye ait  “ Aile bahçesi,”  geceleri duyulan sarhoş naraları da yadırganmıyordur. “Mademki oluyor öyleyse doğaldır.” anlayışı eskinin terkinde ve yeninin kabulünde etkili olmuş, yeniye direnç göstermek yerine kabullenmeyi kolaylaştırmıştır. Bunda şüphesiz bilinç eksikliğinin ve örgütlü bir kuşatılmışlık karşısında aynı araçlarla karşı duracak bir muhalif yapının olmayışı da çok belirleyicidir. Nitekim yaşlı adamın elli yıllık protestosu bireysel bir tavırdır, önceleri saygı gören bu tutum zamanla unutulmuş hatta bu tutumu başka sebeplere bağlanmıştır.               İkinci hikâyede çölün ortasında inşa edilen yalancı bir cennet vardır. Modern dünyanın eğlence merkezlerinden biridir. Her şey insanda tüketim ve eğlence dürtüsünü harekete geçirmek için tasarlanmıştır. Paranın su gibi harcandığı bu mekânlarda insan da bir nesneye dönüşmüştür. Kendine ve çevresine yabancılaşan insanın anlam arayışı Sitare ve çevresindeki genç kuşak üzerinden verilir. Sitare; aile ve evlilik hayatında usul, ölçü ve adaba dair ne varsa hepsine savaş açar ancak savunduğu modern hayat onu çaresizliğe/yalnızlığa sürükler, yaşadığı bunalımın üstesinden gelemediği için arayışını intihar eylemiyle sona erdirir.               Sitare ve yaşlı adam, kitabın sonunda bir gazete haberinde birleşmişlerdir. Romanın sonunda yaşlı adam, halkı ayaklanmaya kışkırttığı için tutuklanmıştır, Sitare ise dramatik bir biçimde yaşamına son vermiştir. Romanın son bölümünde anlatıcı ile Tansel’in evlilik hazırlığı içinde olduklarını öğreniriz. Kendi aralarında konuşurken Sitare’nin intihar ettiğini de Tansel şu sözlerle dile getirir: “Belki de ölüme meydan okuduğunu göstermek için öldürdü kendini.” (syf 118)              Romanda, toplumsal değişime başkaldıran yaşlı adamla bu değişimi son sınırlarına kadar pervasızca yaşayan yeni bir kuşağın yaşamı karşılaştırılır. Eski- yeni bütün boyutlarıyla ele alınmıştır. Kimilerine göre, uzun hikâye de sayılabilecek bu eserde bir yandan toplumun millî, dinî ve ahlaki değerlerinin sürdürülmesi gerektiğinde karar kıldığı için değişime direnen yaşlı adamın iç dramına; diğer yandan modern çağı ve değerlerini temsil eden genç neslin hesapsız, sorumsuz eğlence dolu dünyalarına ayna tutulur. Bir bakıma savundukları değerler bakımından birbirine zıt iki farklı kesimin fikir, inanç ve yaşantıları karşılaştırılır. Böylece, iki yüz yıllık modernleşme çabalarının getirdiği kimlik kargaşası, modernite ve dolayısıyla yabancılaşma, geleneksel yaşam- modern yaşam, kültürel değişme ve erozyon, toplumsal çözülme, aile ve toplum gibi pek çok konuda son yüzyılda toplumumuzda görülen değişim irdelenir. Bu bakımdan Gül Yetiştiren Adam, Batı kültürünün baskısı ile çaresiz bırakılan bir toplumun ret ve kabulleri arasındaki bocalayışını, bu temelde şekillenen insanımızın hem kendisiyle hem çevresiyle girdiği mücadele ve hesaplaşmasının hüzünlü öyküsüdür.
Gül Yetiştiren Adam
Gül Yetiştiren AdamRasim Özdenören · İz Yayıncılık · 202117,7bin okunma
·
662 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.