Pencere önünde duran ve dört gün evvel ev sahibesinin hediye ettiği küçük saksıdaki sümbüle doğru eğildi. Onu kokladı... İrkildi... Çekildi. Düşündü... Ağlayarak tekrar saksının üstüne kapandı... Kaldı. Sağ avucuyla çiçeği yüzüne, gözüne çekti, sürdü. Yine kokladı, kokladı, kokladı. Dimağında bir baygınlık, gönlünde bir aşk, bir secde ile kendinden geçmesi vardı... Kendisini kaybetti.
Bu sırada kapı vurulmuştu. Dudakları çiçeğin kıvrımları arasında olduğu hâlde mecalsiz “Gel!” dedi. Karşısında Mehmet Siyavuş’u buldu. Hemen saksıyı kavradı.
– Şunu kokla, kokla Mehmet!
dedi. Mehmet Siyavuş arkadaşının perişanlığından, heyeca-
nından ürkmüştü. Yavaşça içini çekti.
– Hayır, iyi kokla! Derin kokla! Gözlerini kapayarak kokla!
Koklarken gözlerinin önüne ne geliyor? Neresi geliyor? Söyle, Allah aşkına bütün ruhunla, bütün nefesinle kokla!..
Arkadaşının yüzüne doğru çiçeği tutuyor, itiyordu. Mehmet Siyavuş:
– İstanbul kokusu!
– Değil mi? Değil mi? Fakat neden böyle?...