Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

1.BÖLÜM-3
Eyfel Kulesi’ne yakın bir yerde öpüşen iki çiftin yanında yapayalnız duran Efla’yı gördüğümde hayatımın aşkını bulmamla başladığını söylemeyi çok isterdim hikâyenin. Ama hikâye bu şekilde başlamıyor maalesef. Kilis’de Adnan Menderes Parkı’nın karşısında Cihan adında bir dönercinin önünde onu arkadaşı Mel ile birlikte yürürken ilk gördüğümde, yüzündeki gülümseme koyunun her tonunu yansıtan gözlerimden kendisine yansıdığında başladı, ona olan aşkım. Kendisinin de olduğunu söylediği gibi ben o an aşık olmuştum. Ef... “Bazen ise bir ayazda ısınır insan.” demiştim hani! Hatırlıyor musun Kandil. - Evet hatırlıyorum. -Kasım ayının yaprakları dalından ayıran ayazı, beni onun gülüşündeki sıcaklıktan ayırmaya yetmiyordu. Kilitli kalan bölmelerini bile açıp kalbimin, ısıtıyordu içimi. -Anladığıma eminim. Bu benim karanlık tarafımın aslında hiç aydınlanmaması ama insanların bakarken tamamen aydınlık olduğumu düşünmesi gibi. -Sen örnek verme lütfen. -Peki dinliyorum. - Ama adı neydi, nerede oturuyordu, bana neden gülümsedi? Dedim ya bu iki kişilik bir hikâyenin başlangıcı. Aylardan Kasım. On beş… Artık bir gayem vardı tam da benim için her şey anlamını yitirmeye başladığı esnada Efla ile karşılaşmıştım ve tüm yolların bittiğini düşündüğüm hayat yolculuğumda karşıma sonunu bilmediğim ama yürümeye de korkmadığım bir yol çıkmıştı. Tesadüfen sapamayacağım kadar güzel bir yoldu. Hem de kışa çok az kalmışken. Çünkü o yürümeliydi ve ben beklemeliydim. Gökyüzünden yeryüzüne yolculuk yapan o damlaları, damlaların toprakla buluşmalarını ve buluştukları anda ortaya çıkan o tarifsiz ama benim deyimimle gökyüzünün yeryüzüne sarılmasının kokusunu çok sevdiğim halde büyülendiğim yağmurların yağacak olması, ilk defa beni bu denli korkutuyordu. Çünkü o okula gittiği her gün aynı yolu kullanıyordu ve ıslanamayacak kadar nahifti bence. Kışı erteleyebildiğim kadar ertelemek istiyordum. Mevsimler hep Kasım'da kalmalıydı. - Umarım mevsimlerin hep kasım ayında kalmayacağını biliyorsundur. - İnsanların düşüncelerinde mümkün olmayan hiçbir şey yoktur. Orası sonsuz bir boşluk. Neyse ki soru sormak dışında bir şey yaptın. - Bende sonsuz bir boşluktayım, ama bu soruyu sormalıyım. Neden yürüyordu ki? - Çünkü insanlar, arabaları yoksa yürür (!) Efla henüz Eğitim Fakültesi son sınıf öğrencisiydi ve her gün evi ile okulu arasında ki yolu neredeyse aynı saatlerde yürüyordu. Aynı saatlerde; biliyordum çünkü neredeyse tüm saatlerde onu bekliyor oluyordum. Mel ile bir elmanın yarısı gibi olacaklardı ki her gün birlikte yürüyorlardı. Bu arada Mel’i tarif etmek çok kolaydı. Kısa boylu, esmerin bir ton daha koyusu ten rengine sahip, bakımsız ve çelimsiz. Dünyanın çekim alanına girmeye çalışan bir göktaşına benzetmiyor değildim aslında onu. Sanırım bu yüzden Efla ile arkadaşlardı. Çünkü Efla dünyanın kütle çekim kuvveti kadar çekici olmakla beraber, kahvenin en koyu tonunda iri ve sürmeli gözlere sahipti. Başında bir tacı yoktu ama siyah saçları, uzun boyu, dolgun dudakları, esmer teni ve kulaklarındaki altın küpeleri ile bir prensesi andırıyordu. Üzerindeki uzun deri mont, göz rengiyle uyumluydu. Ayağındaki siyah bot, üzerinde ki yeşil kazağa uyumlu muydu bilmiyordum. Çünkü diğer tüm renkler bir anda silinmişti beynimden. Uyum ne demekti düşünecek kadar yer kalmamıştı dimağımda, sadece o vardı düşüncelerimin tamamında ve öylece dik bir şekilde, arkada kalan topuğu ön ayağının üst kısmını fırçalayacakmışçasına yürüyordu. Bu ona bakanlar için sadece yürümek eylemi olabilirdi ama o bana göre adeta bir prenses gibi salınıyordu. Sadece balo kıyafetleri yerine bir bohem yaratmıştı. Ben ise sanki onun da giyeceğini tahmin ederek kahverengi deri montumu giymiştim. Aynı renkte kazağım, pantolonum ve biraz açık kahve tonlarda botumla arabama yaslanmış onu bekliyordum, uyum içinde. O sadece süzülüyordu bütün ihtişamıyla ve bakışlarımız bir noktada kesişiyordu. Neden güldüğünün hiç bir önemi yoktu. Bana bakarak gülümsemiş olması beni çağırdığı anlamına gelmediği gibi bende sokakta bana gülümseyen kişilerin peşinden giden bir insan değildim, o ana kadar. Onunla karşılaştığımız ilk anda dudaklarından kalbime dökülen o tebessüm, yar da olsa atlamam için yeterliydi, nitekim öyle de oldu. - Jüpiter’i anlatıyor gibisin. - Senin için Jüpiter’dir, benim Eflam… Bir başka insanın Eylül’ü, Leyla’sı belki de… - Mel’i de çok güzel anlattın, göktaşına benzetmeni beğendim. Sohbet ettiğim göktaşları var biliyor musun? Bazılarında donmuş nehirler bile var. - Beni anlamadığını düşünürken yanılmamışım. - Yok anlıyorum, bizim içinde aktığımız bir yörünge var. Feleğin içinde yüzeriz, bu sizin yollarınızın kesişmesi gibi. - Bazen beni şaşırtmayı beceriyorsun. Düşüncelerimi dağıtma ama. -Sen bir de kanlı ayı gör. - Tamam ilk tutulmanda izleyeceğim ama şu an düşüncelerim daha önemli. Arabama binerken onu kaybetmekten korkuyordum. Gözlerim canlı veya cansız hiçbir şeyi algılamıyor, zihnim onların dışında kalan her şeyi yok sayıyor ve görmüyordu. Bu benim onu kaybetmekten korktuğum ilk andı. Onlar görüş açımdan kaybolmadan önce onların yanına doğru sürüyordum arabamı. Onu ilk gördüğümde, o beni kazanmıştı peki ya ben; ne söylemeliydim onu kazanmak için, belki o da ilk gördüğünde beni kazandığını düşünmüştü ve biz göz göze geldiğimizde bilinen ve henüz bilinmeyen yazılan ve henüz yazılmayan tüm sözleri söylemiştik birbirimize. Ona bir şeyler söylememe, onun da bana bir şeyler söylemesine gerek kalmamıştı belki de. Tüm bu düşüncelerin sonunda geçen vakitte yanlarındaydım ve bir süre ayrı kaldığım, iri kopkoyu kahverengi gözlerinin içine bakmaya devam ettim ama ilk kez gördüğüm gibi değildi bu kez gözleri, daha ürkekti bakışları, bu onun da ilk kaybetme korkusu olabilir miydi? Aklımda cevaplanması gereken ve ardı arkası tükenmeyen sorular beliriyordu. Birinin cevabını vermeden diğer sorunun cevabını düşünmek zorunda kalmak yaratılışımı sorgulatıyordu. Neden sorular bu kadar hızlıydı ve cevap vermek mümkün değildi. - Anladığım kadarıyla soru soran sadece ben değilim. - Evet, bunu anlamış olman beni şaşırttı açıkçası. -O halde soru sormamın sakıncası yok diye düşünüyorum. - Tabii ki. Sonuçta bu gece bir süre beraberiz, abartmadığın sürece bir sakıncası yok. - O halde bir soru sorayım. - Kızmaya başlayacağım. -Hemen kızma, Şaka yaptım seni dinliyor olmak güzel. Devam et lütfen. - Kalp atışımın sesini işitecekler diye korktuğum bir mesafeden onları arabayla takip etmeye devam ediyordum. Bu prensesin sarayını bulmalı ve sarayının eşiğinde beklemeliydim. Okula başka yoldan yürümesi ihtimalini düşündükçe bunun elzem olduğu kanısına varıyordum. Hem yağmur da yağacaktı belki yarın, bal kabağı hikâyesinde ki gibi sarayından çıkarken onu okuluna bırakacak bir bal kabağı olabilirdi. Bu bir ihtimal tabi ki ama bu ihtimalin gerçekleşmesi düşüncesi bile onu özlememe yetiyordu. Onu bir gün boyunca görmemek, bir an gözümden kaybetmek korkusunun kaç katıydı? - Bu soru gerçekten güzeldi. Bir daha soru sorarken bunu örnek alacağım. - Beni dinlemek zorunda olduğunu söylediğimin pişmanlığını yaşıyorum şu an. - Pişman olmanı istemiyorum. Bu kadar güzel anlatılan bir aşka tanık olmak, hiç şüphesiz çok heyecanlı. Sabırsızlıkla bekliyorum. - Bir kez daha konuşmalarımı bölersen, içimde sana bakarak anlatmak istediğim bütün duyguları susacağım. - Tamam ben Jüpiter’le bakışayım biraz ama ne olur susma. Bu aşkın tanıklığından mahrum olmak, uzayın derin karanlığında savrulmak gibi olur. - Olamazdı! Bunları düşünmek dahi istemiyordum. Sarayına giden yol bunları düşünecek fırsat bulabileceğim kadar uzak olamazdı diyordum kendime. Gözlerinde beliren o ürkekliğin sonucu olsa gerek ki; o korku, arabayı süremeyeceğim, arabayla peşlerinden gidemeyeceğim dar bir sokağa sürüklemişti onları. Ve hemen yanlarında ilerlerken kaybetmiştim, kısa kısa ve dar sokaklarda. Arabadan inemezdim, zaten yeterince korkutmuştum. Böylece dar bir sokağa saparak sokakta ilerleyip görüş açımdan çıkmışlardı. Girdikleri o dar sokak farklı dar sokaklarla kesişiyordu ve ben hangi yoldan karşılarına çıkabileceğimi bilmeden, korkarak ilerliyordum. Korku ve şaşkınlıkla Dereli caddesine kadar geldim. İlk karşılaştığımız yer direkt Dereli caddesine iniyordu. Sokak aralarından yürümelerinin bir anlamı yoktu diye düşünmeye sevk ediyordu beni; bu kadar fazla yolu dolaşmaları, onu karşımda gördüğümde. Çünkü o Dereli caddesinde yolun sağında, altı depo ve dükkânlar olan iki katlı evinin kapısında, korkuyla çantasından anahtarını çıkarmaya çalışıyordu. Zile basıp kapının açılmasını bekleyecek kadar zamanı yoktu belki. Ben, her an onu görebilir ve evini öğrenebilirim diye düşünüyor olabilirdi ama çok geç kalmıştı. O dar sokaklarda izini kaybettirmek isteyen kişi ile siyah deri çantasında, telaşla dış kapısının anahtarını arayan kişi aynı kişiydi, Efla’m! #### Bilmediğiniz bir sokak sizi bir çıkmaza sürüklediyse, telafisi geri dönmek ile mümkündür ancak bu süreçte kaybettiğiniz zamanın telafisi asla mümkün değildir.
Efla
Efla
·
832 görüntüleme
Kitabsever okurunun profil resmi
Gökyüzünün yer yüzüne sarılması... Yağmurdan sonrakı toprak kokusunun aşkımsı betimlemesi:)
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.