Geleceğin önünde değil, ardında
Polonya edebiyatının yaşayan en büyük yazarlardan Wieslaw Mysliwski’nin uzun yaşamına sığdırdığı az sayıdaki romanları içerisinde muhtemelen son yazdığı kitap “İğne Deliği” olacak. Yazar son kitabını tamamladıktan sonra bir daha yazmayacağına dair bir açıklama yapmıştı. Ancak 81 yaşında bir sabah uyandığında gençliğinde yaşadığı bir olayı hatırlar. Bir lise talebesiyken çingene bir kadının kendisine fal baktığı anımsar. Falcının dediklerine göre yazar 81 yaşına kadar yaşayacaktı. 2013’te yazar “…hala hayattayım…” diyerek tekrar kalemine sarılır. Çünkü bu yazmaya değer bir olaydı onun için; bu kehanet yazarın aklından çoktan çıkmıştır. Gençlikte insan kendi hayatına dair ne önemser ki hem!
Şahsen bu yazarın dilimize şimdilik sadece üç kitabının çevrilmiş olması kitapseverler için çok üzüntü verici bir durum. Dilerim bir gün yazarın tüm kitaplarını okuma şansımız olur. Eğer bu yazarın daha önce hiçbir kitabını okumadıysanız çok şanslısınız, çok güzel üç kitap sizi bekliyor demektir bu. Hikâyenin içeriği sizin için önemli değilse, olaydan çok düşünceler ön plandaysa bu yazarı seveceksiniz. Yazarın şu ana kadar çevrilen tüm kitaplarında kullandığı dil ve teknik aynı. Çoğunlukla monolog şeklinde bilinç akışı tekniğine yer veriyor. Zaman kavramı da hiçbir kitabında doğrusal değil. Zaman ve mekan çok çabuk değişiyor, bu da biraz kafa karışıklığına sebep olsa da okuma zevkini kaçırmıyor. Yazar genelde sanki tek başına kendi kendiyle konuşuyormuş gibi yazıyor. O an aklından ne geçiyorsa o konuyla ilgili düşüncelerini anlatıyor bize. Bu düşünceler o kadar sade ve basit bir şekilde dile getirilir ki hayran kalmamak mümkün değil. Kitaplarında kullandığı dil de oldukça yalın ve “farklı”. Bunu Türkçe çeviride bile hissetmek mümkün. Kim bilir Lehçe okusaydık acaba ne hissederdik!
Bu yazarın kitaplarına inceleme yazmak bana hep zor geldi çünkü nereden başlamam gerektiğini hiç bilemiyorum. Kafamda bir dünya düşünce var ama bunları hangi sırada anlatmam gerekiyor kestiremiyor. Aslında yazarın kitapları da öyle. Baktığınız zaman karmakarışık, konudan konuya atladığını fark edersiniz. Belki yazarın anlatış şekli beni de etkiliyor, ne yazmam gerektiğini bilmeme fırsat vermiyor, bilmiyorum.
İnsan kendi gençliğiyle karşılaşsaydı ne olurdu acaba? Sanırım kitabın başlangıç sorusu bu. Bu soruya her birimizin farklı cevapları olsa da sanırım hepimiz gençliğimize nasihat etmeden duramazdık. Gençlikle yaşlılığın buluşması. Haliyle kitapta zaman kavramı ön plana çıkan en önemli husus. Aslında yazar burada çok güzel bir metafor kullanıyor. Gençlikle yaşlılığın buluşmasını bir saatin sarkacına benzetiyor. Kitaptaki olaylar da geçmişle şimdiki zaman arasında sürekli gidip geliyor. Zaman asla herkes için aynı akmaz. Doğrusal değildir. Genç insanlar için zaman hep ileriye doğru akar, yeni umutlara, planlara, beklentilere… Ama yaşlılar için zaman daima geriye doğru akar. Bilirsiniz, yaşlılar genelde geçmişte yaşar çünkü önlerinde artık bir gelecek kalmamıştır. Çünkü geleceğe dair korkular yaklaşmaya başlayınca, insan geçmişe bakmaya başlar. Sadece ileri ve geri giden sarkaç aslında yaşamla ölüm arasında gidip gelmektedir. Bu da bizi kitaptaki diğer bir temaya götürüyor: tekrarlık ya da hayatın monotonluğu.
Dünya kendini tekrarlıyor, kader kendini tekrar ediyor ve sonsuza dek de tekrarlayacak. Belki tekrarlar sayesinde hala ayaktayız, olamaz mı? Kitapta verilmek istenen düşünce geçmişteki insanlar ve gelecekteki nesiller gibi yaşadığımız. Su akıyor ama nehir yatağı değişmiyor. Olan tam da bu işte. Kitaptaki kahramanımız geçmişteki kendiyle sohbet ederken her ne kadar onun kaderini daha doğrusu kendi kaderini değiştirmek istese de geçmiş yine olması gerektiği şekilde yaşanıyor, bundan kaçış yok asla. Burada hemen kitapta genç bir adamın, yaşlı bir adamın ve yetişkin anlatıcının olduğunu söyleyelim. Bunların hepsi aslında tek kişi. Kitaba adını veren İğne Deliği ise somut olarak Polonya’da tarihi bir yer. Aslında iğne deliği kavramı kitapta kendini geçmiş, şimdi ve gelecek kavramları üzerinden gösteriyor. Zamanın sıkıştığı, iç içe geçtiği bir yer olarak düşünebiliriz bunu. Aslında kitaptaki olaylar farklı zaman diliminde gerçekleşiyor gibi görünse de her şey şimdi, aynı anda gerçekleşiyor. Bu yüzden olayları bazen genç bir çocuk, bazen yetişkin bir adam bazen de yaşlı bir adamın gözünden görüyoruz, haliyle verilen öğütleri biz de dinliyoruz. Bence yazarın burada yapmaya çalıştığı bir şey de kendi kendine terapi. Belki kendiyle yüzleşmek istemiştir bu kitapta. Geçmişteki hatalarını sorgulamak içinden gelmiştir. Gençliğiyle de konuşması, ona öğütler vermesinin başka ne açıklaması olabilir ki?
Kitap öte yandan insanın varoluşuyla ile ilgili temel soruları akla getiriyor: İnsan kimliğinin dayanak noktası nedir? Biz biziz derken bizi biz yapan şeyler neler? Dün kimdik? Bugün kimiz? Yarın kim olacağız? Kitap boyunca cevabını arayacağımız sorulardan birkaçı bunlar. Aslında yazarı az çok bilen okurlar için bu sorular pek de yabancı gelmeyecek. Çünkü diğer kitaplarında da benzer sorularla karşı karşıya kalıyor okur. “Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez” kitabı iki kişi arasında esrarengiz bir buluşmayla başlıyor. Bu kitapta da yine benzer bir buluşma söz konusu. Okur bu iki kişi arasındaki esrarengiz buluşmayı haliyle merak ediyor. Ana karakter vahşi, yeşil vadiye adım adım indikçe her adımda biz de onunla birlikte geçmişe doğru inerken kendisi hakkında bilgi kırıntılarına ulaşıyoruz. Savaş yıllarındaki çocukluğuna, komünist rejim altındaki gençliğine ve günümüz Polonya’sındaki yaşlılığına bakıyoruz. Öğrencilik yıllarını, kız arkadaşını, kaldığı evleri, arkadaşlarını, ailesini, profesörlük yıllarını öğreniyoruz. Tüm bu anıların arka planında son yüzyıl Polonya tarihi, söylenenleri ve söylenmeyenleri, yaşanmışlıkları, savaşın acılarını da görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı ve Holokost. Bu bağlamda kitap aslında yazarın kendi hayatının bir hikâyesi. Tam bir otobiyografik kitap da diyebiliriz. Yazar kitaba gizemli bir hava katarak başlıyor. Kitabın başlangıç noktası çingene kadının roman kahramanı üzerindeki kehaneti. Yazarın kendisiyle sohbetleri, ortadan kaybolan gizemli bir kadın, vadiye inerken düşüp ölen yaşlı bir adam, Kafkavari bir sorgulama gibi unsurlar okuru meraklandıran ve kafa karıştıran unsurlar. Kitap aslında bir dedektif hikâyesi gibi başlıyor, ortada bir ölüm var ama ben katilin kim olduğunu zaten yukarıda söyledim.
Kitapta benim en hoşuma giden bir başka konu da bekleyiş teması oldu. Özellikle “Godot’u Beklerken” ve “Tatar Çölü” kitapları çok aklıma geldi nedense. Söylemedim ama kitabın merkezinde bir de aşk var. Hiç gelmeyen ve bir ömür beklenen bir kadına duyulan aşk. Kahramanımızın ömrü gizemli bir kadını beklemekle geçiyor ve kahramanımız geçmişteki kendisine bu bekleyişin sonuçlardan bahsetmek ister. Zaten hayat beklemek değilse ne ki? Acaba o kadın ne zaman gelecek? Ya da hiç gelecek mi? Yazara göre her insanın bir korkusu var. Küçük, büyük, önemli ya da önemsiz olsun var ama. Bu korkuya alışırız, onu kontrol edebiliriz ama asla hayatımızdan çıkaramayız. Bu korku kitapta bekleyiş temasıyla veriliyor.
Her ne kadar bu kitabı yazarın diğer kitapları kadar çok sevmesem de yine çok büyük bir ilgi ve merakla okudum diyebilirim. Bana fazlasıyla keyif verdi. Tarih, geçmiş, insan yazgısı, zamanın insan üzerindeki etkisi, hafıza, kader ve aşk üzerine bir kitap okumak isterseniz İğne Deliği’ne inmek için buyrun. Ancak oraya inen adımlar bir insanın geçebileceği genişlikte sadece. Siz inerken çıkan birine rastlarsanız mutlaka geçmek için birbirinize sarılmanız gerekiyormuş. Dargınlar, küskün aşıklar bile barışırmış orada.