Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

1823 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
84 günde okudu
Savaş ve Barış'ın kalbimi nasıl yiyip bitirdiğine dair bir iç döküş
Üç ay boyunca yavaşça, sindirerek okuduğum ve sonuna geldiğimde karakterlere veda edemeyecek kadar alıştığım bir evren oldu benim için. Andrey ve Piyer tüm kurgu dünyasının gelmiş geçmiş en derin karakterleri olabilirler. Yaşam ve ölümün sırrını çözmeye çalışmalarını, bunu yaparken karakterlerinin hep iyiye ya da hep kötüye doğrusal bir şekilde gelişmektense inişleri ve çıkışları olan, bazen ışığı nihayet bulduklarına karar verip bazen tekrar karanlığa gömülen uzun hayat yolculuklarını okumak benim için iki ciltlik bu dev kitabın en güzel yanıydı. Konusunu kendimce özetlemem gerekirse Napolyon’un Moskova’ya girişine doğru yavaş yavaş gelişen olayları, Moskova’yı işgalini ve geri çekilişini okuyoruz. Tolstoy, bir yandan savaş meydanlarını, asker-komutan ilişkilerini, kritik savaş anlarındaki dinamikleri gözlemletiyor; bir yandan da paralel olarak sivil hayatı, sosyete-halk ilişkisini, sosyetenin zihniyetini inceleme fırsatı veriyor. Bir ülkenin savaşa girmeden önceki, savaş sırasındaki, işgal altındaki ve kurtuluş sonrasındaki tüm atmosferine; hangi gelişmeleri neden ve nasıl yaşadığına dair derinlemesine bir gözlem fırsatı sunuyor. Hem savaş düşüncesinin halkta ve askerler arasında nasıl beslendiğini, savaşın günlük hayatı ya da toplumun ve bireyin karakterlerini nasıl etkilediğini gösteriyor, hem de savaşların dönüm noktalarında etkin unsurların neler olduğuna dair arkadan bir tartışma yürüterek bir tarih felsefesi yapıyor Tolstoy: Savaşların gidişatı, ulusların inşası gerçekten de hep anlatıldığı gibi yalnızca o “büyük adamların dehasına” mı bağlı? Tolstoy’un cevabı “Hayır!” Normalde yazarların, karakterlerinin sesini bastırıp çok öne çıkmalarını ve okura doğrudan bir şey anlatmaya başlamalarını hiç sevmem ama Tolstoy’un yaptığı tartışma ve en sonda gücü yeniden tanımlama girişimi akademik olarak ilgimi çektiği için birazcık göz ardı edebildim bu unsuru Andrey ve Piyer'e gelirsek (bundan sonrası SPOILER içerir, şimdiden uyarayım), bu iki karakter ilk başta birbirine çok zıt düşüncelerle ve mizaçlarla tanıdığımız ama hikaye boyunca başlarına gelen ve dönüşümlerine neden olan olaylarla giderek aynı noktaya doğru ilerleyen iki dost. Her ikisi de sosyetenin yapaylığından, toplumun bayağılaşmış normlarından uzaklar ve bu nedenle de kendileriyle ilgili sürekli bir varoluşsal kriz içindeler. Hayatın bir anlamı olması gerektiğini düşünen ve kendisinin bu düzendeki rolünün ne olduğunu sorgulayıp duran Piyer, sürekli bir yaprak gibi savrulurken; bu umuda ve arayışa bile sahip olmayan Andrey ise hayatı tamamen anlamsız gören karamsar bir kalbe sahip. İkisi arasında yaşamın ve ölümün ne olduğuna dair çeşitli diyaloglar geçiyor ve en nihayetinde ikisi de ölümle burun buruna gelmeleri sonucu sorularının cevaplarına kavuşuyorlar. Andrey’in dönüm noktalarından ilkini gökyüzü metaforu temsil ediyor. Savaş meydanında yaralı bir halde yatarken o ana kadar orduda şahit olduğu ve onu giderek daha büyük bir karamsarlığa sürükleyen her şey sessizleşip, gökyüzünün enginliği altında susunca bir anda savaşa yeter deyip sakin bir hayat arzusuyla evine dönüyor. Ama evindeki monotonluk, hayata karşı kayıtsızlık, amaçsızlık onun bu yeni aydınlanmasını yavaş yavaş yok ediyor. Onun tekrar uyanışını bu kez meşe metaforu üzerinden görüyoruz. Nataşa’ya olan hisleri, şimdiye dek amaçsız geçmiş hayatında bir amaç olarak beliriyor. Ama bu da uzun sürmüyor; babası ve Nataşa arasında kalan Andrey uzaklara gidiyor ve Nataşa’nın ihanet haberini duymasının ardından da karamsar dünyasına dalıp her şeyden uzaklaşma hissiyle tekrar orduya dönüyor. Bu kez ilk savaş tecrübesinde şahit olduğu şeylerden dolayı, üst rütbelerde savaşmaktansa erlerin arasında olmayı yeğliyor. Ölüme çok daha yakın; ki onu en sonunda bulan da bu oluyor. Andrey’in son ve nihai dönüşümü ölüm döşeğinde gerçekleşiyor. Ölümle burun buruna geldiğinde Andrey Piyer’i ilk kez o an anladığını, gerçekten hayatın bir amacı olması gerektiğini ve bunun ancak tüm insanlığa karşı duyulan karşılıksız sevgi olabileceğin idrak ediyor. Gözlerindeki perde kalkarken, bu hayata veda ediyor. Piyer’in ise dönüşümleri “bu hayattaki amacım ne” diye düşünmesinden kaynaklı. Önce kendisini babasının zoruyla hiç alışık olmadığı yapay bir sosyetenin içinde buluyor. Napolyon’un eşitlik söylemlerini hararetle savunan toy bir oğlan olarak… Ama Andrey’in aksine yönlendirmelere çok açık olan Piyer yavaş yavaş çevresindekilerin etkisiyle sosyeteye gömüldükçe gömülüyor. Bu çevrenin kendisini nasıl birine dönüştürdüğünü de ancak birini öldürmek üzere olduğu zaman kendisine karşı büyük bir utanç hissettiğinde fark ediyor. Her şeyi bırakıp yollara düşüyor… Bu yolculuğu ona hayattaki amacının ne olduğunu söyleyebileceğine inandığı masonların arasına katılmasıyla sonlanıyor. Eski toplumuna dönerek bir mason olarak faydalı bir yaşam sürebileceğine inanıyor. Ancak kısa sürede masonluğun da tıpkı sosyete gibi kendi içinde Piyer’in hiç hoşuna gitmeyen güç dengelerinin işlediğini fark edince tekrar toplumdan uzaklaşıyor ve bu kez ordunun arasına karışıyor. Kitap boyunca tam bir aylak olan Piyer, savaşta da bir asker olmaktan ziyade cepheden cepheye gezinen bir gözlemci… Hayatı boyunca aradığı sükunet ve varoluş gayesini bu sefil askerler arasında bulduğunda şaşkına dönüyor. Ertesi gün ölecekleri düşüncesiyle gelecek kaygısı olmadan, neşeyle yaşayan askerler arasında, ısrarla bir gaye peşinde koşmaktansa kaygısızlığın özgürlüğünü hissediyor iliklerinde. Ve en son, Napolyon’un adamlarının eline esir düştüğünde idamla burun buruna geldiği zaman Andrey’le konuşmalarını hatırlıyor: hayatın sonunda bir ölüm varsa belki de hayattaki amacın için bu kadar kaygılanmak yerine sadece onu yaşamaya bakmak gerekiyordur…
Savaş ve Barış (2 Cilt Takım)
Savaş ve Barış (2 Cilt Takım)Lev Tolstoy · İletişim Yayınları · 201721bin okunma
·
185 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.