Şimdi bu kitabı tamamladım. İncelemeye başlarken aklımdan geçen ilk düşünce biz yani Türk insanı acaba hiç köyden kente gelebildi mi? Yoksa köyü kente mi taşıdık sadece küçük şekilsel nüanslarla?
Abraham lincoln’ü çoğu insan Abd’de ırkçılığı bitiren adam olarak bilir. Aslında kuzey-güney çekişmesinde sanayileşen ve fabrikada çalışacak hür(!) işçiye ihtiyaç duyan bir kuzeyliydi ve zencilerden nefret ederdi. Olay da tarımla uğraşan güneylilerin plantasyonlarındaki köylüleri kapma hevesiydi.
Kitapta dağ insanlarından bahsediyor. Duyduklarına inanan düşünmek için çaba sarf etmeyen bir kitle. “Kim sütün fiyatını arttıracağını söylerse ona oyumu veririm” diyerek bunu perçinliyor köydekilerden biri. Bunu da kitabın sonunda gramsciye bağlıyor yazar. Yani köylüyü zorla değil, aksine kendi isteğiyle ve rızasını alarak kandıran bir tahakkümü burjuvazinin.
İlk hikayede fabrika yalnızlığımı perçinleştiriyor. Sonra yavaş yavaş bizi aptal yerine koyuyor. Sonlara yakında uzuvlarımızın kontrolünü kaybediyoruz.
Lineer zaman çizgisinin olmaması öykülerde okumayı zorlaştırıyor. Bu eserin bir kelimede özetlersek: Kandırılan insanın, doğasının değişerek zenginin daha zengin olacağı bir düzenin kölesi olması anlatıyor. Doğanın da tahribatının had safhaya ulaştığı altı çizilerek vurgulanıyor.