Gençlik bu ya, Doğu/İslâm kültürünün şairlerini ciddiye almıyorum. Bu dediğim, 1940'larda falan; dışarda savaş, içerde dikta baskısı, koyu karanlıkta yaşamaktayız.
Derginin birinde, Nasır-üd-din-i Tûsi'nin, -Hüseyin Rıfat çevirisi- öyle bir rubaisi ile çarpıştım ki (evet, kelimesi bu), allak bullak oldum: İnsanoğlundaki "fânilik" düşüncesini, böylesine yoğun ve çarpıcı kimse ifade edememiştir:
Gözyaşlarımla makbere girdim de çağladım
Elden giden dostları andım birer birer
Bilmem ki nerdeler?' diye sordumdu onları
Derhal o makbere dedi: - 'Bilmem ki nerdeler?"
Şiir o gün bugün ezberimdedir, şair olduğu kadar büyük astronom ve filozof Nasır-üd-din-i Tûsî'yi bana tanıtan odur, başkalarına tanıtmamı sağlayan da!
Yürüyüş'ün (bu ilk Yürüyüş'tür, 1940'larda yayınlanıyor) Nisan 1943 tarihli sayısı şu anda önümde duruyor; ilk çıktığında, 'Bir mektup' başlıklı şiire vurulmuş, İbrahim Sabri imzasına rağmen, Nâzım'ın olduğunu hemen anlamıştım. Kimlere okumadım ki? Çoğu ezberlediler, benim ezberlediğim gibi;
Bir akşamüstü
oturup
rubailer okuduk Gazâlî'den
Gece
Büyük lâciverdî bahçe
ve altın pırıltılarla devrânı rakkaselerin
ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler...'
Örnek mi, sürüsüne bereket! Şair, henüz adı konmamış duyguyu yakalayıp, ona ad koymayı başarırsa; insanlar yaşadıkça, yaşayacaktır: Şairin ölümsüzlüğü, burada yatıyor; hiç kimse makaleler döktürüp varlığını ve önemini kanıtlamaya uğraşmamıştır ama Bayburtlu Zihni'nin ünlü koşması, ruhsal bir çöküntüyü ustalıkla yansıttığından, yüzyılları aşarak günümüze gelmiş; türkü olup çalınmış, şarkı olup söylenmiştir:
Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sâkiler meclisten çekmiş ayağı...
Nasır-üd-din-i Tûsî 13. yy.da yaşadı, Bayburtlu Zihni 18. yy.da; Nâzım, yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır, onları ayakta tutan ne? Şiirleri değil mi?
Sayfa 344 - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. basımKitabı okudu