Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

401 syf.
10/10 puan verdi
kendini, kapıya çıkıp seyretmek
baştan sona aziz'in kendini aramasını okuyup içime döndüğüm bir eser oldu. kendini arar mı insan, olduğu yerdedir işte, düşündüğü şeyin en içindedir. hüzünlendiği şeye bırakmıştır bütün duygularını. mesele böyle bile hesap edilince insan paramparçadır, yanıldım yine. düşündüğü başka, hislendiği başka, olduğu başka bir yerdir, yerdedir. durup dışarıdan kendine bakar, dışardaki kendini arar emanet aklıyla. kitabın kapağından itibaren kendini anlatan bir eser, bir köhnemiş ev kapılarını açıyor bize. bize derken işte hepimize, anlayın. her güzel işini olduğundan güzel gören mayacı'sı, sevdiği şeylerin hizmetkârı ematçi'si, övülmenin, sevilmenin, takdir görmenin balıkçı'sı, hayret anlarında içinden şiirle seslenen kemal'i söylüyorum. hani diyordu ya baba, aziz'e "aziz'leri topla bir masaya, hepsini dinle, kim kuvvetli kim zayıf, kim senden en çok yüz bulan ve dolayısıyla yüzeyde, kim çok derinlerde, kimi nerdeyse bir-iki kere gördün hayatında, kim bayılmadığın halde her gün kapında, bul ve say, hepsine de birer isim ver" diye, öyle bizden söz ediyorum. o kapının daracık durduğuna bakmayın, içimizdekilerin kiminin ruhu incecik, sıyrılıp girebilir kapıdan. kimi de kaypak, kolayca girebilirliği ondan. kapının fotoğrafını dahi şule gürbüz çekmiş, inanamıyorum. ilmek ilmek işlemiş hikayeyi, bütünüyle bir hikaye. üstelik fotoğrafın çekildiği yer, uzlet, burhan yeri olan ayçukuru köyü. hikayenin böylesine birbirine oturan köşeleri, boşluklarının olması beni aziz'in seyircisi, dinleyicisi, söveni, üzüleni, arkadaşı, kızanı, büyüğü, küçüğü olarak öyle içinden hissettirdi ki bunu belki büyük ölçüde de fotoğrafa borçluyum. içi kasvet, içi yokluk, içi beynamazla dolu. sakine teyze'ye pişirilen yufkalar, yapılan çorbaların her birinin kokusunu hayal ettim. günlerce yemeden içmeden kesilen aziz'in bir an kalkıp sayılır kemiklerine dokunup ani bir kalkışla yufkayla kendini doyuruşunu seyrettim. *yalnızlığı bir kemik gibi ne yana dönse batan* o içerinin karartısını kıran camların boyunu aşan karları izledim içeride bağdaş kurup. aziz'in babasını izlerken "yahu sen allah kitap bilmez misin dilsiz orucu diye bir farzı da nereden tuttun getirdin" diye çemkirmek istedim. aziz'in o sürekli bir şey söyler dilinin bağlandığı o evde abisi adem'e, evlatlarını artık unutmuş anneye, ne eşini ne evlatlarını düşünen o babaya da kahırlandım. tek kurban aziz mi sanki bu hikayede? belki en çok ağabeyi, belki en çok babanın kendisi. aziz'in evini bırakıp gidişi bana cesaretimizin gençlik yıllarımızın vestiyerinde asılı kaldığını hatırlattı. o zamanlar hemen her meselede öyle cüretkar, öyle cesuruz ki aklımıza esen her şeyde o cesareti vestiyerden alıp kuşanıyoruz. evden mi çekip gitmek aklımıza esen, içimizi soğutan, al vestiyerden... yazmak mı kalbimizin kaynadıkları hakkında, al vestiyerden... insan o vestiyerden alacaklarından istifade etmeden vestiyerin yerini unutmamalı. sonra zaten yanına yanaşacak kadar bile haliniz kalmıyor. öğrendikleriniz, yazma demek için bekleyen askerler, yapma demek için bekleyen komutanlara dönüşüyor. her yapmak istediğiniz için ikaza hazır bekleyen bir ordu. aziz için hani bektaşi babası diyordu ya "bu aklıyla, bu gençliğiyle geldi" diye, yoksa imkan yok gelemezdi. işte gidecek zamanların da bir bitecek bir vakti oluyor. aziz'in annesinden mahrumiyetine öylesine içten bir kahırla takipteydim ki o kaynayan suyun aziz'in içinde kaynayan hüzün olduğunu çok ama çok azını taşırdığını görmek içimdeki yangını körükledi. hilmi baba'nın babalığı bana neden bilmem çok sahici geldi. belki yok dense daha memnun edecek bir gerçek babasıyla kıyasımdandır, bektaşi babası daha merhametli daha faydalı daha babacan geldi. aziz'i yetersiz buluşuna rağmen karşısına alıp oturuşu, ona "ömrü boyunca oturup düşüneceği, ömrüm diyip anlatacağı o hayatı" da anlatan o değil miydi sanki? insanın kendini masaya yatırıp okkalı bir tokadı nakşedesi geliyor, kimi zaman oturup sevesi, koltuğunun altına alası, saçlarını okşayası, laf sokuşturası, kalbini kırası... hepsi tastamam kendinle, kendin haricinde herkes figüran. herkes kendine roller biçmiş, belki isim koymuş ancak hepsi öyle geçici ki. aziz bunların içindeki yokluğunu gördü, onu kabule yanaşamadı insan gibi tepki verdi. mükemmel olmayı değil yalnızca kendi olmayı, kendini bulmayı amaçlamış şuncacık bir çocukken ömrünü buna hasrederek geçti. karakterin oluşumunda en kıymetli taraf, insanca olmasıydı. bütünüyle kötü değil, iyi değil, istikrarlı değil, başıbozuk değil, dik kafalı değil, tamamen uysal koyun değil. montaigne diyor ya "bir insanda bütün bir insanlığın halleri bulunur" aziz'de bütün insanlığın hallerini seyre daldık. eksikliğiyle ferahladık, yüceliğiyle gururlandık, zayıflığına hayıflandık. her haliyle kendimizden paylar, paylardan bir kendilik çıkardık durduk işte. baba'nın kimlerden olduğunu bulmak çok vaktimi aldı, bektaşiler'den mi mevlevi'lerden mi anlayamadım, farkları ne bulamadım bile. melamilik varken hem melami hem bektaşi mi kafamda oturtamadım. hilmi baba'nın ilk metaxa içişi denemedir, şişe metaxa'dır da içindeki içki değildir ümidiyle doldum durdum. içki içmez, içmeye yeltenişi "günah işlememeyi şiar edinmemek"ten ileri geliyor diye hüsnü zan ettim. içerek sahte şeyhliğini ilan etti. ama insan sahte bile olsa bir şeyhe intisaba yönelmeyi düşünmeli gibi geliyor bana. böylece o her kötülüğe çirkinliğe yönelen kafası birine müntesip olarak nizamda kalır. aziz'in o bağsızlığı, köksüzlüğü hiçbir şeye bağının olmayıp, her gittiği yere büyük bir kucak açması oranın yerlisi olması da hallerden bir hal. baba'ya büyük bir bağlılık duymaması, sarılı tekke'sine bağsızlığı, anne babasının evine bağsızlığı, kendinden uzaktalığı ve yine kendine gelip orada yün yorganına var gücüyle sarılıp, sarılı tekkesinin burnu hızmalı ayı gibi kış uykusuna yatışı da. aziz'in matematik hocası nazif'in aziz'e dayanak olma telaşesindeki hallerinden, ona yaslanır yalnız ondan medet umar hallere geçmesi ondan kıymet, hürmet bekler halleriyle aziz'e hasetle bakan, kaza adamı halleri bir gerilim filminde hissettirdi. nazif hoca hiç ortaya çıkmasın, hiç adını anmasın, sesini çıkarmasın, kimseye ses etmesin istedim hep. aziz'in ayçukuru'ndaki halleri belki en gerçek halleriydi, birine bendi bağlı, döneceği güne zihni hep bir saat gibi kurulu, evde kendi başına kalması orada kendini bir masaya koyup ötekine takaza etmesi, kendiyle olan kavgası hep diri. her kitabın bir şiiri, şarkısı, türküsü vardır. bu kitabın şiiri “çözülmüş bir sırrın üzüntüsü” “yaşamaktan öte özür bulamayınca aşka sonuçları bir bir gözden geçiriyorum” aziz’de aşık olacak kadar bir can olmadığından onu yalnız yaşama isteği olarak alalım, kendince yaşamaya, devama, varlığa bir sebep arıyor gibi geliyor bana. “pulluklarla devrilen toprağın ıslaklığındaki can madenlerin buharından elde edilen büyü bazı yasak kitapların verdiği dinç duygular nelerse ki yaşamak sözünü asi kılan nelerse ki lekesiz, umutlu ve budala.” bu dizelerdeki haller bana sarılık tekkesindeki hallerini hatırlatıyor. camlara macun gerişi, tazelemesi, bazı yasak eylemlerin, metaxa içişin, verdiği dinç duyguları, elinin o ana uzanacağı hali kovalar, tüm günü halı altına süpürür gibi aceleci ruhu. “denedim. soğuk sular dökünüp fırladım sokaklara sorular sordum nice kara sıfatları üstüme alaraktan ipte boynum, ağzım şehvet yalaklarında çapraştım, and içip ayna kırdım doğadan bir vahiy bekledimse boşuna baktım akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdı hiç bir meşru yanı kalmamıştı hayatımın.” sanki ayçukuru’nda uzlet hali için, burhana gelişindeki hallerini mısraya dökmüş gibi geliyor. evinde bir damla su akmayan o hale karşın çocukluğunun deresine kavuşmuş gibi kışın ortasında dereye girişi, çamaşırlarını yıkayışı, soğuğun içinde kurulanıp yola dökülmesi, bunu günaşırı tekrarlayıp kendini araması, kapıda dolanan hayvanlardan ibret arayışı, dağlardan, taştan bir ses beklemesi, kendine şiar edinilsin diye öğretilenden uzak kalarak gayrimeşru halleri. burhandan uzaklaşması, herkesin ölçüsüne uymaya çalışan o bedeni, ruhu bana hep emanet bir kafanın mühlet verilen bir canı gibi gözüktü. "sözlerimin anlamı beni ürkütüyor böylesine hazırlıklı değilim daha. bilmek. bu da ürkütüyor. gene de biliyorum: kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda." ağabeyi adem’e söyledikleriyle kendine şaşakalması, o cesareti, o vurdumduymazlığı, şefkati, korkusu, duygusuzluğu bir arada ne olduğunu, kendine neler yapıldığını bilir o sözleri onu ürkütmüştü. gitse yabancılayacağı o odaya gittiği çocukluğunun evinde o acıları hiç unutamayışı, annesinin ağzından tek laf almak için içindeki kaynayanın ocaktan taşması geldi.
Kıyamet Emeklisi - 1. Cilt
Kıyamet Emeklisi - 1. CiltŞule Gürbüz · İletişim Yayınları · 2022500 okunma
·
449 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.