Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

·
Puan vermedi
Robinson Crusoe
Daniel Defoe'nin bazılarınca ilk İngilizce roman olarak nitelendirilen Robinson Crusoe'unu inceliyoruz. Kitap, gemi kazası sonucu ıssız bir adaya düşen ana karakterin yaşadıklarını birinci tekil ağızdan anlatıyor. Yirmi bölümden oluşan bu kitabın bendeki basımı 332 sayfa. Değerlendirmeler, övgüler ve Yergiler: Önce kitapta not aldığım yerler üzerinden yorumlarımı paylaşıcam, en son de kitap hakkındaki genel fikirlerimden bahsedicem. 2. sayfada babası Robinson Crusoe'ye çektiği nutukta mutluluk ve huzurlu bir hayat için orta sınıfın en iyi olduğunu, çok aşağıdakilerden yoksulluğa ve güçlüklere katlanması gerektiği, üst sınıfların ise para yüzünden hep bir hırs ve bencillik sahibi olduklarını söylüyor. Bence bu kişiye bağlı olarak değişen bişey. Kişinin isteklerine ve hayatının amacına göre hangi sınıfta olursa daha mutlu ve huzurlu olacağı değişebilir. Genel olarak herkesin zengin ve yerleşik bir düzende yaşamayı arzulamasının gerçekten o yaşam tarzını bildiklerinden değil, ana akım medyanın ve post-modern tüketimci kültürün bir etkisi olarak görüyorum. Tüketim=mutluluk sloganı dolaylı yoldan sunulduğu için birey daha fazla tüketim yaparsa daha mutlu olacağını düşünüyo. E tüketim de bedava olmadığı için kişinin zengin olması gerekiyo. Burda şunu demek isterim ki kimse zaten ya ben daha çok bişeyler satın alıyım ve tüketiyim daha mutlu olurum falan demiyo bunu fark etmeden yapıyorlar. Birsürü farklı türde çoğunun çok nadir giyildiği kıyafetlerin alınması Instagram'daki giysi ve moda kültürünün bir sonucu. Modaya uyması gerekiyomuş gibi hareket eden birey kendisine bu sorulunca hayır ya ben sadece giymek istediğimden aldım diyecektir. Oysaki ona bunu yaptıran bilinçaltındaki imgelerdir. Buradaki başka bir nokta orta sınıfta olmanın getirdiği problemler de vardır. Mesela eğer bilinciniz orta sınıfın yeterli ve iyi olduğuna yeterince ikna olmamışsa üst sınıfarı kıskanmaya, olduğunuz yerden şikayet etmeye başlarsınız. Bu devamlı olduğunda kronik bir hal alır ve birey artık orta sınıfın yani "normal" olanın üst sınıf olmak olduğunu zannederek içinde bulunduğu durumu salt yermeye başlar. Bu durumun hem kişinin psikolojisine hem de çevresiyle olan ilişkilerine nasıl zarar vereceğini açıklamaya gerek yoktur sanırım. Sayfa 3'te benim üzerine uzun süredir konuşmak istediğim ve video da çekmek istediğim bir konu var. Ebeveynlerin çocuklarının gelecekte parası bol bir işte çalışmalarını istemesi. Şimdi öncelikle bu üst kesimde pek görülmez, oradakilerin zaten ailesinden kalacak bir şeyleri olur, networkleri vs. olur bir şekilde iyi gelire sahip bir işte olurlar. Bu yüzden aileleri daha çok "ne olmak ve ne yapmak istiyosan onu yap" gibi şeyler söylerler. Orta ve alt kesimde ise, ebeveynler hayatlarında parasızlığın sebep olduğu sonuçları görmüş ve bunlara katlanmış oldukları için, çocukları da böyle bir geleceğe sahip olmasın diye çocuklarının iyi bir işe girmesini isterler. Onlar da çocuklarına "ne olmak istiyosan ve ne yapmak istiyosan onu yap" derler ama çocuk mesela ressam olmak istediğini veya yazar olmak istediğini söylese kıyameti koparırlar. O yüzden onların sözleri daha çok çocuklarına bir avutmadır, onları kendilerinin yönlendirmediğine inandırmadır. Bunu da şöyle yaparlar genelde, küçüklüğünden beri çocuğa belli meslekleri sevdirecek veya ilgi duymasını sağlayacak imgeler gösterirler. Çocuk da kendisinin o mesleğe gitmek istediğini söyler ama aslında bu konu üzerine hiç düzgünce düşünmemiştir bile. Sadece kendisine denilen ve yüklenen şeyler vardır ve o bu yöndeki seçiminin kendi seçimi olduğunu zanneder. İşler anne babanın istediği gibi gidiyodur. Bu iş devam ettikçe zaten ya çocuk o meslekten vazgeçer (tıp fakültesini bırakıp tekrar yksye giren çocuklar) ya da mesleğini düzgünce icra etmez (haksız kazanç, kolay yoldan kazanç vs.). Burada ebeveynin yapması gereken, çocuğa anlayabilecek olgunluğa eriştiğinde olabildiğince hayata dair tüm olasılıkları göstermesidir. Yoksul olduğunda başına gelebilecekleri, sevmediği bir iş olduğunda başına gelebilecekleri vs. anlatmasıdır. Ebeveynlerin yapmaması gereken başka bir şeyse kafasına koyduğu çocuk modelini gerçek çocuğuna uyarlamasıdır. Burada gerçek çocuğunun karakterini ve davranışlarını şekillendiren bir sürü faktör olduğu gibi, ebeveynin kafasındaki mesleği sevmesini gerektirecek bir şey de yoktur. Ebeveynlerin çocuklarının parası bol bir işte olmasını istemelerinin başka bir sıkıntısı bunun çocuğa fayda ve huzur sağlayacağının garantisi olmamasıdır. Hadi paranın kesin mutluluk sağlayacağına inandığınızı düşünelim, bu durumda yaşayacağınız bolluklarla ve huzurla dolu bir hayatın gerçekten yaşanmaya değer bir hayat olup olmadığı da tartışılır. Hayatta huzurdan ve mutluluktan daha yüksek değerler varsa huzur ve mutluluğu bunlar yerine ana öncelik olarak seçmeniz geçersiz ve saçma olacaktır. Yani özetle, ebeveynler asıl olarak çocuklarının kendilerini ve dünyayı tanımalarını sağlamalılar. Sayfa 6'da kitabın devamında da sıkça karşılaştığım ve insan psikolojisinde sıkça tezahürlerini gördüğüm bir durum var. Günaha girilince insanın başına gelen kötü şeyleri günahının sebep olduğunu düşünmesi. Bu kişiye bir rahatlık ve güven veriyor aslında, başına gelen kötülüğün sebepsiz olmadığını Tanrı'nın ilahi adaleti olduğunu bilmek onu belirsizlikten kurtararak dayanma gücünü arttırıyor. Ama kişi bunu abarttığı zaman artık kadercilik yaparak kendi hatalarını görmemeye ve bunun Tanrı'nın seçimi olduğunu düşünmeye başlayabilir. Mesela bir kaza geçirince bunun dikkatsiz sürmesinden değil iki gün önce yalan söylemesinden dolayı Tanrı'nın bir cezası olduğunu düşünebilir. Bunun dışında konu genel olarak kader meselesi üzerinden ilerlediğinden ve bu konudaki fikirlerimin nakli olarak yeterince iyi temellendirilmemiş olduğunu düşündüğümden buraya girmeyerek diğer notuma geçiyorum. Özellikle bilim kurgu ve macera içerikli roman ve filmlerde karşıma çıkan bir olaydan bahsetmek istiyorum. Sayfa 50'de karakterimizin adaya düşünce su bulmasından bahsediyor. Şimdi burada bundan bahsettiği cümle bir tane cümle. Ama adada çok fazla şey yapıyo ve bazıları sayfalar alıyo anlatırken. Ve bu adam eğer o suyu bulamasa o adada, tüm planlar her şey çöker böyle bi kitap da olmaz. Bu kadar önemli ve temel bir ayrıntı ne kadar basitçe geçiliyor. Bana bu gerçekten ilginç geliyor. Ve bunun gibi birçok tesadüfi ama aşırı temel ve gerekli olan şeyler var kitapta. Yani tabi ki bir su bulmasından ne kadar bahsedebilir ki? Bilmiyorum bana sanki gerçekçiliğini bozuyo gibi geliyo. 96 ve devamında Robinson'un yaşadığı dini değişimleri ve ilk duasını okumaktayız. Bence onun bu adada 37 yıl dayanmasını sağlayan en önemli faktör Tanrı'ya ve onun kendisini kurtaracağına olan inancı. Zaten böyle bir yalnızlık içindeki kişinin Tanrı'ya ve dine yaklaşmasından daha doğal bir durum görmüyorum. Kişiler dış dünyadan ve diğer unutturucu ve uyuşturucu malzemelerden ne kadar uzaklaşırsa dinî hassasiyetleri o kadar artıyo sanırım. Bu konuda da çok güzel video fikirlerim var ama önce daha fazla okumalıyım. Robinson sayfa 142'de şöyle bir cümle kuruyor: "Bence elde edemediklerimizle ilgili bütün huzursuzluğumuz, sahip olduklarımız için şükretme huyumuzun olmamasından kaynaklanıyor.". Buna katılıyorum ama bu dönemde bunu gidermenin çok zor olduğunu düşünüyorum. Çevresinden ve sosyal medyadan sürekli daha iyi'yi ve mükemmeli görecek bireyin elindekilere şükredip elindekilerle yetinmesi çok zor. Çünkü neden bir başkasının var da onun yok? Tanrı niye ona vermiyor? Burada dinî düşüncenin de yeterince yerleşmemiş olması bunu tetikleyecektir bence. Yazar 185'te kültür ve ahlak arasındaki ilişkiye dair güzel tespitlerde bulunuyor. Burada farklı kültürlerin farklı ahlak anlayışları olabileceğinden, bunların hiçbirinin Tanrı'nın ilahi adaletini yansıtmadığından ve bu sebeple bir kültürün ahlak anlayışına göre karar verilip diğer kültürü yorumlayıp davranamayacağımızdan bahsediyor. Bu konudaki yorumlar ahlak felsefesini de ilgilendirdiğinden ve kendimi bu alanda daha yeterli görmediğimden bişey demiycem. Yazar beklenmedik bir şekilde 186'da İspanyolları yerden yere vuruyor. Onların yaptığının barbarlık olduğunu ve Amerika'da yaptıkları katliamın insan yemekten daha kötü olduğunu söylüyor. Burada ilgimi çeken asıl nokta yazarın bunları 18. yüzyılın başında söylemesi. Yani 16. yüzyılda yapılmış katliamların iki yüzyıl sonra Defoe tarafından eleştirilebiliyor hatta kınanabiliyor olması. Bu bence Avrupa'nın fikir dünyasının dinamikliğine dair bir gösterge olabilir. Yazar 225'te bi küçük din felsefesi yapıyor ki burada eleştireceğim bir nokta var. Robinson kafasından Tanrı'nın yarattıklarının hepsine aynı fırsatları ve çevreyi vermeyip hepsinden aynı şeyleri beklemesini eleştiriyor. Sonra hemen buna karşı tezler geliyo ki iki tane. Birincisi onların sahip oldukları kötü kadere neden sahip olduklarını bilemeyiz ama Tanrı mutlak adildir o yüzden burada eleştirme hakkımız yok. İkincisinde ise, nasıl bir çömleğin çömlekçisine beni niye böyle yaptın diye sorma hakkı yoksa insanın da olmadığıdır. Burada eleştireceğim ikinci argüman. Çömleğin çömlekçisine soru sorma, onu eleştirme hakkı vardır, sadece bunu yapabilecek kabiliyete sahip değildir. Tanrı'nın bizden mutlak üstün ve güçlü olması ve bizi istediği gibi yaratabilmesi ona neden bizi böyle yarattığı veya neden bizi yarattığı sorusunu sormamızı engellemez. Zaten bunu Tanrı'ya sormayız, kendimiz düşünürüz bunun üzerine ve cevaplar ararız. Burada eğer Tanrı bunu yapmamızı istemiyorsa o zaman sıkıntıdır işte. Burası temellendirmeye vs. gireceği için çok uzatmayacağım ilerde videolarımda bu konuyu açıklarım. Hülasa: Kitap hakkındaki genel görüşüm çağdaş entelektüelin okuması gerektiği. Bir düşünürün okuması gerekli midir sorgulanabilir.
Daniel Defoe
Daniel Defoe
Moll Flanders
Moll Flanders
Veba Yılı Günlüğü
Veba Yılı Günlüğü
Robinson Crusoe
Robinson Crusoe
Robinson Crusoe
Robinson CrusoeDaniel Defoe · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202021,7bin okunma
·
123 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.