Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

412 syf.
7/10 puan verdi
Oldukça popüler olan ancak ele alındığında 410 sayfayla göz korkutan bir kitap... En azından popüler kitapları okumaya meyilli olanlar için... Ancak kitabın dili pek de göz korkutmuyor, genelde bir araştırma ve düşünce metninin terimlere boğulmuş ve okuyucuyu oldukça zorlayan bir yapısı olur. Bu kitapta bu yok, bundan dolayı kitap Şubat 2015'ten Temmuz 2020'ye kadar 56 baskı yapabilmiştir. Bir çeviri kitabın bu kadar tutmasını metnin diline bağlıyorum. Kitabın işlenişine geldiğimizde bizi dört ana başlık karşılıyor. Bu başlıkların her biri bir devrimi konu almış. İlk olarak bilişsel devrim ele alınmış. Homo Sapiens'in Afrika-Asya arasına sıkışmış önemsiz bir hayvanken zamanla dünyanın hakimi oluşu anlatılmış. Açıkçası bu bölümde sunulanlar beni pek tatmin etmedi. Ancak bu konu üzerine daha fazla araştırma yaparsam yeterli fikri edinebileceğimi düşünüyorum. İkinci kısımda tarım devrimi konu alınmış. İnsanların tarım devriminden önce yerleşik yaşamadığı, bir ürün için (hem de buğday gibi uğraştırıcı bir ürün için) yerleşik hayata geçmeyip avcı ve toplayıcılıkla günlük yaşadığı belirtilmiş. Ancak yazarın bu devrimi anlatışı biraz farklı, sanki yerleşik hayata geçince daha kötü olmuş gibi bir portre çizmiş. Ancak önceki bölümde de Homo Sapiens'in pek de güçlü bir hayvan olmadığını belirtiyordu. Yerleşik hayata geçince hastalıklar artmış, kıtlık sorunu ortaya çıkmış. Ancak şöyle bir durum var; avcı-toplayıcılığın riski çok, doğadan ne bulursan onu yiyorsun ve hastalanman çok normal. Yerleşik hayata geçince de hastalıklardan kurtulamıyorsun, örneğin bir çeltik tarlasında sıtmaya yakalanabilirsin. Avcı-toplayıcı iken de bir zehirli mantar yüzünden mevta olabilirsin. Bunların garantisi yok, ancak yazar "Yav arkadaş ne güzel hayvan avlayıp böğürtlen topluyorduk, niye yerleşiyorsunuz bir yere?" dermiş gibi o dönemin insanına sitem ediyormuş hissiyatı oluştu bende. Üçüncü kısımda insanlığın birleşmesi işlenmiş. Bu kısmı üç alt başlıkta incelemek mümkün: paranın icadı, yayılmacılık ve dinlerin yükselişi. Açıkçası para ile ilgili bölümü beğendim. Bize paranın kısa ama öz tarihini yazmış. Ufkumu açan bir bölüm oldu. Emperyalist vizyonlara geldiğimizde, imparatorlukların daha fazla toprak almak için yaptıkları anlatılmış. Sonraki başlıkta dinlerin nasıl geliştiği anlatılmış. Yazar, dinlerin ilk başta çok tanrılı başlayıp zamanla tek tanrılı dinlere dönüştüğü tezini savunmuş. Ancak insanlar avcı-toplayıcı iken neye inanıyordu? Bu konuda verdiği açıklamalar beni tatmin etmedi. Son kısımda bilimsel devrim konu alınmış. İnsanların "bilmiyorum" demesi ile birlikte bilimsel devrimin başladığı ve böylelikle coğrafi keşiflerin gerçekleştiğini yazmış. Eskiden bilime yatırım yapacak bir kral bulamazken, bu dönemde imparatorluğunun büyümesi için servetini bile harcayacak krallar çıkmış. Ancak bilim yükselirken yanında kapitalizm de yükselmeye başladı, böylece dengeler yavaştan değişmeye başladı. Ardı sıra sanayinin yükselişi, kimi imparatorlukları hayal edilemez bir güce kavuşturmuş. Sonrasında iyi veya kötü, bir şekilde günümüze gelmişiz. Gelecek ise insanın zihinsel kapasitesini aşacak bir yere evrilebilir. Kitabı kısaca bu şekilde özetleyebilirim. Genel olarak baktığımda, kimi noktalarda hiç bakmadığım bir bakış açısı ile ufkumu açıp, kimi noktalarda da "bu nasıl argüman?" dediğim bir kitap oldu. Yazarın bu argümanlarından bazılarına değinmek istiyorum. 125. sayfanın son paragrafında yurtdışında tatil yapmakla ilgili bir örnek verilmiş. Günümüzde oldukça popüler bir istek elbette, tatil yapmayı istemeyen çok nadirdir? Yazar bu isteğin doğal olmadığını, "hayali düzen" tarafından programlandığını savunmuş. Üstüne şöyle bir örnek vermiş: "Bir şempanze alfa erkeği asla gücünü komşu bir şempanze grubunun arazisine tatile gitmek için kullanmaz. Eski Mısır seçkinleri piramitler yaptırmak ve cesetlerini mumyalatmak için servetler harcadılar, ama hiçbiri Babil'e alışverişe veya Fenike'ye kayak tatiline gitmeyi düşünmedi. Bugün insanlar yurtdışına gitmek için ciddi miktarda para harcıyor, çünkü hepsi romantik tüketicilik akımının gerçek inananları." Yani şu argümana diyeceğim bir şey yok, tamamen saçmalıktan ibaret. Bir şempanzeden şezlonga uzanıp güneşlenmesini bekleyemezsiniz. Antik Mısır'da yaşayan birinin de tatilden ne anladığı meçhuldür, ancak bizim tatil anlayışımızla aynı olmadığı kesin. Bir Sümerlinin "Ya abi bir Mersin'e mi gitsek? Ne dersiniz?" demesini beklemek kadar abes bir durum da yok. Bir başka örnek de 260. sayfadan. Yazar "Eğer insan zihnini anlamak ve hastalıklarını iyileştirmek için önce istatistik okumanız gerektiğini söyleseydiniz Konfüçyüs, Buddha, İsa ve Muhammed hayrete düşerlerdi." diye yazmış. 258. sayfada istatistik için güzel bir örnek vermişsin. Bu örnek oldukça hoşuma gitti, lisans eğitimimde matematik öğretmenliği okudum ve bize böyle şeyler hiç anlatılmadı. Fakat yazarın argümanına bakın; birkaç düşünür ve peygambere istatistik ile neler yapabileceğimizi anlatacağız ve onlar da hayrete düşecek. İyi de başka ne bekliyordun? Bu insanların zamanında matematik ne düzeydeydi ki... Verdiğim alıntının bir üst paragrafında da anlatmış zaten, şimdi böyle bir argümanı sunmasının sebebi nedir anlayamadım. Şimdi de 264. sayfaya bakalım: "Bir de Fatih Sultan Mehmet'in ordusunun günümüzün zırhlı birlikleriyle karşı karşıya geldiklerinde neler olacağını bir düşünün. Mehmet çok iyi bir taktikçiydi, adamları da cesur ve iyi savaşçılardı ama bu becerileri modern silahlar karşısında tamamen işlevsiz kalırdı." Yani şu satırlar deveyle pire karşılaştırmasından başka bir şey değil. Yok bir de Fatih Sultan Mehmet'in ordusunun süvarilerinden Leopard tanklarını ezip geçmesini bekleyelim, böyle daha rasyonel düşünmüş oluruz! Bir başka örnek 362. sayfadan: "Çok sayıda insan bugün Irak'taki ve Afganistan'daki savaşlara dikkat ederken, Hintlilerin veya Brezilyalıların barış içinde yaşadıklarını unutuyor." Bu cümlenin öncesinde eskiye oranla oldukça barışçıl bir dünyada yaşadığımız vurgulanmış. Şimdi Hintlilerden örnek verilmiş ama Hintlilerin komşuları ile arası pek iyi değil. Çin ile sık sık çatışma yaşanıyor, bunun adını savaş koysan ne koymasan ne. Brezilya'da ise asayiş sıkıntılı, daha bu yaz çetelerle polisler çatıştı. 2014 Dünya Kupası'nı hatırlayın, gelen turistler için oldukça sıkıntılıydı. Hani barış içinde yaşamak buysa savaş halini düşünemiyorum. Eskiden köyünüzü bir süvari basıp öldürülebilirdiniz, şimdiyse bir terör örgütünün kurbanı olabilirsiniz. Değişen tek şey ölüm şekliniz. Ayrıca şimdi de diken üstündeyiz, savaşmayacağımızın garantisi yok. 3000 yıllık tarihi göz önüne aldığımızda 240 yıl savaşsız geçmiş, o yıllarda da ha savaş oldu ha olacak ile geçti. Romalılar "Si vis pacem para bellum" diye boşuna dememişler. Sadece 2 sayfa sonrasında (364. sayfa) yazılanlara bakalım: "1945'ten bu yana ise çoğu imparatorluk barışçıl yollarla emekli olmayı seçti. Buna bağlı olarak da çöküş süreçleri görece hızlı, sakin ve düzenliydi." Bu argümanı çürütmek oldukça kolay, hatta yazarı kendi yazdıkları ile çürüteyim. İki paragraf sonrasında SSCB'nin dağılışından bahsetmiş. SSCB dağıldıktan sonra Ermenistan ile Azerbaycan arasında çatışmalar çıktı ve neticede Hocalı'da kabul edilemez bir katliam yaşandı. Ancak yazar bu yaşanılanları "Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'da çıkan etnik çatışmalar" olarak nitelendirmiş. Ancak yazar bir başka durumda Ermenilere soykırım yapıldığını (361. sayfada) söylüyor. Peki 1915'te gerçekleşen soykırım da 1992'de yaşanılanlar nasıl etnik çatışmadan ibaret oluyor? Yazarın bu yazdıklarını çürütecek başka bir örnek daha: Srebrenitsa Katliamı. Yugoslavya'nın dağılması ile birlikte Balkanlar ısınmaya başladı. Sırplar da çok büyük bir katliam gerçekleştirdiler. Yazar bunlara "barışçıl" yollar diyor... Birkaç satır altta İngilizlerin çekilmelerinden bahsedilmiş, tipik bir İngiliz egoizmine kapılmadan çekildikleri vurgulanmış. Bunun için Kıbrıs'ta yaşanılanlar gayet açıklayıcı olacaktır. Kıbrıs'tan ayrılmak isteseler de Rumlar bardağı taşırdı, sonunda olayın içine Türkler de dahil oldu. Yıllardır yapılan uyarılara rağmen dinlenmedik ve sonunda bir barış harekatı yaptık. Bunu yaptığımız için ambargo yedik, ama bugün Kıbrıs Türklüğü yaşıyorsa bu harekat sayesindedir. Ancak yazar yaşanılan bunca olayı kendince eğip bükebiliyor. Gerçekten bu eğip bükmeler az buz değil, beni oldukça rahatsız etti. Böyle satır aralarına ufaktan ufaktan sıkıştırmış, dikkatsiz biri okuyup geçebilir. Ancak bu bilgiler okuyana aşılanır, okuduğu üstünkörü birkaç cümleyi yıllar sonra savunabilir hale gelebilir. Sırf bu yüzden yazdığı birçok konuda yazarla çatıştım, kitabın üzerine uzun uzun notlar aldım. Daha önce başka bir kitaba karşı bu kadar antitez sunduğumu hatırlamıyorum. Neyse, tüm bu olumsuz durumlara rağmen öğrendiğim çok şey de oldu. Bazı konular kafamda allak bullak olmuştu, şimdi yerli yerine oturdu. Hangi kitap olursa olsun, körü körüne bağlanmamak gerekir. Kimi insanlar bu kitabı arşa çıkarıyor, evet incelemenin başında da dediğim gibi bu kitap diğer araştırma metinlerine benzemiyor, edebi bir dil benimsemiş. Bunun için çok sevilebiliyor, ama bu her yazdığını doğru yapmaz. Yazarın verdiği örnekler kendi argümanını destekler nitelikte, ama onun aksi yönde örnekler de bulduğumuzda iş değişiyor. Bu kitabın ardından
Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi
Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi
kitabını da okuyacağım, öğreneceğim şeyler olacaktır...
Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens
Hayvanlardan Tanrılara: SapiensYuval Noah Harari · Kolektif Kitap · 201936,4bin okunma
·
149 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.