"Can kırıkları" değil "Hayal kırıklığı"Karin Karakaşlı’nın ödüllü bir öykü yazarı olduğunu görünce ümitle başladığım bu okuma deneyimi benim için büyük bir hüsran oldu. Neden derseniz?
Kitabın arka kapağından öğrendiğimiz kadarıyla Karin Karakaşlı unutulmuş ya da özellikle unutturulmuş hayatların sesi olmak, onların hikayelerini ortaya çıkararak insanlığın ortak söylencelerinin bir parçası yapmak istemiş. Etkileyici ve beni kalbimden yakalayan bir hedefle, ve belki de tam bu yüzden, bu arka kapak yazısı yüzünden, taşıyabileceğinden büyük bir iddia ile çıkmış yola. Ve maalesef hedeflediği ile yeteneklerinin elverdiği arasındaki büyük fark, hayal kırıklığı yaratan bu eserle sonuçlamış.
Karin Karakaşlı’nın ele aldığı konuların her biri birbirinden etkileyici. Göç acılarını, sürgünü, yaşadığımız büyük depremi, tam da Karin Karakaşlı’nın kahramanları üzerinden etkili bir kalem anlatsa okumaya doyamazmışım. Ancak Karakaşlı bence bir öykü yazarı değil; yazdıkları da, özellikle deprem ve göçü anlatan ilk birkaçı, deneme. Kadim Anadolu tanrıçalarının gözünden sürgünü anlattığı tatsız bir çocuk masalı gibi. Kendi anılarından derlendiğini düşündüğüm yurtdışı tecrübesi ile Rodin-Camilla ve Bedri Rahmi-Mari aşkına ilişkin yazdıkları ise gazete haberi tadında. İstisnasız hepsi, Karakaşlı’nın didaktik yaklaşımı ve öğrencisini bilgilendirme (!) gayretindeki öğretmen havası nedeniyle iticiler de… Okuyucusunu hikayeye davet etmiyor, bir merak ya da esrar yaratmıyor, düşünmeye sevketmiyor Karakaşlı. O birer bilgi hapı hazırlamış biz cahillere, onu ağzımıza tıkıveriyor.
Üstelik anlayamadığım bir aceleciliği var yazımında; hızla bavulunu toplayan bir insan nasıl alakalı-alakasız her şeyi atar ya içine, bu hikayecikler de öyle. Her biri birer kısa cümle ile, ‘aman bunu da unutmayayım’ kaygısı ile yazılmış öyle çok gereksiz detay var ki hikayelere sokuşturulan, edebiyat öğretmeni olsam elime kırmızı kalemi alıp üzerlerini çizerdim. Mülteci dramında kocasının maaş zammını hatırlayan kadın, deprem sırasında kaçarken annesinin ayakkabılarını nasıl bağladığını hatırlayan genç kız gibi; hikayeye bir tad katmak için varlarsa derinleştirilmeleri, gereksizlerse atılmaları gerek bence. Böyle ‘unutmadan bunu da yazayım’ havası ile olmuyor.
Beğendiğim sadece 2 hikaye var kitapta, son ikisi. Sürgünde kaybolan teyzeyi anlatan ‘Sonrasız’ı beğendiğimi söylemeliyim. Mültecilik dramını anlatan ‘Zoraki Mültecinin Sustukları’ da, eh, fena değil diyeyim.
Özetle o ‘Can Kırıkları’nı öğrenmemiz değil -ki zaten biliyoruz- hissetmemiz gerekiyor sevgili yazarım. Keşke tekrar oturup hepsini en baştan kaleme alsanız…