Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

152 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
Mutlak Güçle Birlikte Gelen Tedirginliğin Doğuşu
Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah öldükten sonra kimin başa geçeceği çok uzun bir süre açık değildi, kurala bağlanmamıştı. Padişahın birden fazla erkek çocuğu varsa birbirleriyle mücadele ederler, en güçlü olan tahta otururdu. Ne var ki Kanuni’nin bile kendi oğlu Şehzade Mustafa’yı öldürttüğü bilindiğine göre padişahlar tahtın başındayken kendi oğullarından da çekinirlerdi. Hiç gözünün yaşına bakmadan kendi oğullarını, yakın akrabalarını öldüren birçok padişahla (bkz. Yılmaz Dikbaş, “Gelin Yüzleşelim”) doluydu Osmanlı sarayı. Hele bir padişah vardı ki resmen seri katildi. 19’u erkek toplam 39 kardeşini, öz oğlunu, babasının gebe eşlerini ve kundaktaki kardeşlerini katleden III. Mehmet Osmanlı tarihini mezbahaya çevirmişti. (Yılmaz Dikbaş’ın adını andığım araştırma kitabında bu tür örneklere bolca rastlanmaktadır.) Neyse ki 13 yaşında tahta oturan oğlu I. Ahmet kardeş katline son vererek bu çılgınlığa, mezalime, eziyete, vahşete, katliama, vampirliğe dur dedi. Ayrıca I. Ahmet’in sivrisinek öldürür gibi insan öldüren babasının cenaze namazına katılmadığı bilgisini de verelim. “Kardeşin kardeşi, padişahın oğullarını katletmesine niye asırlarca bir çare bulunamadı?” sorusu aklımızın bir köşesinde dursun, şu an için en iyi yönetim şekli olan demokraside dahi eksikliklerin olduğu apaçık ortada. Ama en azından iktidar koltuğuna oturmak isteyenler şiddetli bir şekilde ve bazen de ahlaksızca birbirlerine bağırıp çağırsalar da birbirlerini gırtlaklamıyor, boğazlamıyorlar. Osmanlı Devleti’nde I. Ahmet’e kadar Osmanlı şehzadelerinin hepsinin tahta geçmeye hakkı vardı. Kanlı mücadeleler hep bu yüzden meydana gelmiş, “büyük balık küçük balığı yutar” mantığıyla zayıf olanın canına okunmuştur. Ancak kimin büyük, kimin küçük olduğu bilinmediğinden pehlivanlar gibi teke tek savaşmak yerine yetiştirildikleri sancaklarda kendine biat edenlerden bir ordu kurup birbirlerine saldırırlardı. Kimin küçük balık, kimin büyük balık olduğu savaş meydanında belirginleşirdi. [Yıldırım Bayezit’in (Beyazıt yazımının yanlış olduğu belirtilmektedir.) Timur’a esir düştükten sonra dört oğlu arasındaki taht mücadelesini hatırlayın. Devlet az kalsın tarihin tozlu sayfalarına karışıyormuş. Neyse ki Fetret devri denen bu devirde Çelebi Mehmet kardeşlerine üstün gelip birliği yeniden tesis etmiş.] Yavuz Ekinci, okuduğum ilk romanı “Belki de Dünyanın Sonundayım”da (Everest Yayınları, ilk baskı, Nisan 2022) buraya kadar anlattıklarımdan edebî bir hikâye kurgulamış. Kaldı ki Osmanlı İmparatorluğu’nda nereye el atsan bir roman filizlenir. İşlenecek o kadar konu vardır ki konu bulmakta hiç zorluk çekilmez. Fetret devri, Fatih’in İstanbul’u fethi, II. Osman’ın katledilmesi, deli padişahlar, Lale devri, yeniçeri ocağının yıkılması, Tanzimat dönemi, eziklik, yabancılaşma vb. birçok konu başlığı hakkında türlü romanlar, öyküler yazılabilir pekâlâ. Bu yazıda “Belki de Dünyanın Sonundayım” kitabını temel aldığım Ekinci ise bu kadar malzemenin arasından taht mücadelesini meselesini koymuş önüne. Öncelikle Ekinci’nin üslubunu beğendiğimi belirteyim. Kolay okunan, akıcı, duru bir eser üretmiş. Birinci tekil şahıs anlatıcı tekniğinin tercih edildiği roman, son sayfasına kadar sürükleyiciliğini koruyarak okurun heyecanını diri tutmayı başarıyor. Aynı zamanda kendini tüm çıplaklığıyla okura açan başkarakterin (önce Şehzade Davut, sonra Sultan Davut) her zaman tetikte, kelle koltukta olmasının yarattığı tedirginlik duygusunu romanın ilk sayfasından son sayfasına kadar onunla birlikte okurun da hissetmesi, yapıtın akılda kalıcılığı sağlam hâle getiren bir özelliği olarak göze çarpıyor. (Çünkü sözcükler unutulur, ama duygular asla unutulmaz. Bir romanın sizde bıraktığı duygu, onun içinde yer alan sözcüklerden daha önemlidir. Zaten o hissin kuvvetiyle bazı kitapları bir kez daha okuma isteği duymaz mıyız? Tam tersine kötü bir his bırakmışsa bir daha onu elimize almak ister miyiz hiç? İnsanlar da böyledir zaten, değil mi? Ne kadar güzel ve doğru konuşsan da insanlarda bıraktığın duygu veya izlenim iyi değilse o insanlar bir daha sizinle aynı masada oturmaktan, aynı ortamda bulunmaktan kaçınırlar.) Romanın sonuna geldiğimde bir soru düştü aklıma. Acaba romanın kurgusunda bir hata mı vardı? Çünkü devlet işlerinden elini eteğini çektiği ve aşka, felsefeye, şiire, falcılara önem verdiği için tahta çıkma ihtimalinin ve de tahta çıkmaya niyetinin hiç olmadığından bahsedilen Şehzade Davut’un aslında tahta daha yakın olan, kendisinden daha güçlü kardeşi Şehzade Musa’yı yenerek sultanlık makamını ele geçirmesi romanın kendi gerçekliğine, akışına biraz aykırı düşmüş gibime geldi. Hani ne oldu da o “çelimsiz” diye anlatılan Şehzade Davut bu kadar ordu toplayıp Şehzade Musa’yı yenecek kadar güçlendi? (Bir rapor gibi düşünün. Bu raporda Şehzade Mustafa, Şehzade Musa ve Şehzade Davut hakkında tanımlayıcı bilgiler veriliyor.) Demek ki onu tanıyamamışlar ileri gelenler. Oysaki sinsi sinsi iktidara yürüyor Şehzade Davut. Biraz da şartlar onu iktidara sürüklüyor. Kellesini koltuğun altına alıp iktidara doğru yola çıkmaktan korkmuyor. Şehzade Davut’un iktidar hevesinin sırf o koltuğa oturmak için değil de birilerine -özellikle de zehirlenerek öldürülen babasına- kendini kanıtlama çabasından kaynaklandığı anlaşılıyor. Çünkü babası hayattayken görmezden geliyor onu. Çocukları arasında ayrımcılık yapan sultan, oğlu Davut’un kinini, öfkesini kendine doğru çekiyor. Davut da devleti yönetecek kadar güçlü olduğunu kanıtlamak istercesine ve içindeki nahoş eziklik duygusunu korkusunun üstüne giderek iyice ezmek için tahta dikiyor gözlerini. Şair, âşık, çelimsiz, pısırık denen bir adamdan bir sultan işte böyle doğuyor. Peki, sultan olunca çok mu rahatlıyor Davut? Romanın sonunda aslında esas korkunun yeni başladığı mesajı, dehşetli bir korku filmi izliyormuş gibi bir duyguya kapılmamıza, gözbebeklerimizin iyice büyümesine yol açıyor. Evet, iktidar oldun, gelgelelim iktidarda kalmayı başarabilecek misin? O tahta oturdun oturmasına da bakalım o tahttan kalkışın nasıl olacak? Diken üstünde yaşamanın herhangi bir cana, gönüle mutluluk, ferahlık getirdiği görülmüş müdür?
Belki de Dünyanın Sonundayım
Belki de Dünyanın SonundayımYavuz Ekinci · Everest Yayınları · 2022109 okunma
·
139 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.