Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

400 syf.
7/10 puan verdi
·
Beğendi
·
75 günde okudu
Ezbere Yaşayanlar – ki isminin ne kadar güzel seçildiğine ayrı bir başlık açmak lazım – belki de hiç düşünmeden verdiğimiz günlük kararların arkasında hangi etkenlerin rol aldığını konu edinmiş bir kitap. Kitap birçok konuda giriş seviyesi sayılabilecek bilgiler vererek bir temel atmaya çalışıyor. Konu yelpazesinin çok geniş olması okuyucuyu biraz zorluyor diyebiliriz. Kitabın sonunda 40 sayfalık bir kaynakça mevcut, bu da yazılan birçok şeyin kaynaklı olduğunu gösteriyor, ancak bu kaynakçadaki maddelerin kitabın hangi bölümüne karşılık geldiği kitap içinde gösterilmemiş. Bu yüzden merak ettiği bir konuda daha detaylı araştırma yapmak isteyen okur için işler hayli zorlaşmış. Eksi yönlerine rağmen, bize kendimizi ve insanı anlatmayı başarıyor. “La si do, la si do Yürürüm hayatı Var olmaktır işim Var olmak ağır iş Başka iş istemem.” ESG, kendimizi ne kadar özel görürsek görelim, ne kadar farklı olduğumuzu düşünürsek düşünelim, aslında atalarımızdan pek bir ayrımımızın olmadığını ve hala onlar gibi tepkiler verdiğimizi ve davrandığımızı belirtiyor. “Şu herkesin kendini özel ve eşsiz hissettiği çağımızda psikologların ve reklamcıların bize öğrettiği bir şey varsa o da davranışlarımızın öngörülebilir olduğu. (...) Teknolojinin tüm getirilerine rağmen çoğu zaman anneanne ve dedelerimizin tepkilerini veriyoruz. Ve bunu değişmediğimizin pek de farkında olmadan yapıyoruz. Adeta ezbere yaşıyoruz.” Bu özellik sanrılarının, tüketimin devamı ve artışı için gerekli olduğunun da altı çiziliyor: “İnsanların fiziki ve elzem ihtiyaçlarının çok ötesinde tüketmelerine dayanan bir toplumsal düzen, her bir bireyin çok özel olduğunun altını çizmek zorunda.” Yazar, bu özel ve modern insanın birçok kökenden birçok ögeyi karıştırıp hayatına aktarabildiğini, ancak konu kültürüne geldiği zaman bundan kaçındığını söylüyor. “Hayatın her alanında birbirinden farklı kökenden gelen ögeleri karıştırıp tabuları yıkmakla böbürlenen modern insan, iş kültüre gelince duvarlarını yıkmıyor, yıkamıyor, her ağaçtan meyve koparamıyor.” Bilgiyi, ulaşılınca sahip olunan bir değer olarak görmek yerine, yeni sorulara yol açan, adeta ulaşıldığında bilmediklerimizin sayısını arttıran bir olgu olarak görmemiz gerektiğini söylüyor: “Bilgiyi keşfedilip bizi yeni sorularla tanıştıracak ve aslında bilmediklerimizi çoğaltacak değil de, edinilecek ve dolayısıyla sonlu bir kümedeki eksiğimizi tamamlayarak tüketmeye ve sona ulaşmaya daha da yaklaştıracak bir şey gibi algılamakta ısrar ettiğimiz sürece, geri kalmamızım hem nedeni hem de sonucu olan bir şekilciliğin pençesinde kıvranmaktan bir türlü kurtulamayacağız.” Farklılıklara neden tahammül edemediğimizle ilgili ayrı bir başlık açılmış: “Hoşgörü kavramının insana yük gibi geldiği kelimenin etimolojik kökeninden bile belli. Hem Latincesi hem de eski dile karşılığı olan tahammül, "taşımak, katlanmak" fiilinden geliyor. Modern versiyonu "hoşgörü"nün kökeni ise daha pozitif belki ama burada bile tatsız bir duruma katlanmak anlamı var.” Özellikle eskiden insanların şimdiye nazaran daha içe kapalı ve daha az hoşgörülü olması ise cemaat toplum yapısına bağlanmış: “Tarihte kişiler bugünkü kişiler gibi birbirleriyle rahatça kaynaşamıyorsa bunun nedeni eskiden toplumsal aktörlerin bireyler değil, cemaatler olması. (...) Bu da insanların sürekli kendileri gibi olanla görüşmeleri ve diğer cemaatlerin üyeleri ile arasındaki ilişkilerin seyrek olması anlamına geliyordu.” Hoşgörünün işler iyi giderken daha çok görülen bir lüks olduğu tespiti yapılmış: “Hoşgörü aslında bir lüks. Olumlu ekonomik koşullarda ve nüfus baskısının olmadığı yerlerde karşımıza çıkması da ondan. Parıltılı zamanların bir ürünü yani. Özgüveni olan toplumlar farklılıklara karşı daha anlayışlı yaklaşıyorlar, zira tehdit eşikleri yüksek.” Dünyamız ne kadar değişmiş, bizlerin davranışları ne kadar değişmiş gibi durursa dursun, aslında birçok davranışımızın eskinin bir tezahürü olduğu söyleniyor. “Maffesoli'ye göre istediğimiz kadar bireyleştiğimizi düşünelim, gene de bizimle aynı fikirlere ve zevklere sahip insanlarla "yeni kavimler" kurmadan edemiyoruz. (...) Durkheim'ın modern dünyada dinin ortadan kalkmayacağını belirtmesindeki mantığa benzer bir durum var. (Durkheim'a göre din, mabetlerin, din adamlarının, ritüellerin, duaların ve tanrıların çok ötesinde bir şeydir. Toplum tarafından yaratılmıştır ve toplum üyelerine amaç ve kimlik vermekle kalmaz, bu üyeler arasında dayanışma yaratır. Bu işlevi nedeniyle de hep bir şekilde var olacaktır.) Eskinin cemiyet bazlı ideolojileri (din) ve örgütlenme biçimleri (cemaat, aşiret, boy) modern dünyayı şekillendiren iktisadi, tıbbi, teknolojik gelişmelere direnemezler, doğru ancak metamorfoza uğrayarak da olsa şu ya da bu şekilde varlıklarını sürdürecekler. Kısacası tarih lineer bir süreç değil. Toplumun ve bireyin temel ihtiyaçlarına karşılık gelen adetler öyle kolay yok olmuyor; eskiyi komple arkanızda bırakamıyorsunuz. Bir iki örnekle anlatalım. İnsanın en temel gereksinimi sıkıntı, endişe ve korkularını paylaşmak. Eskiden bunu komşularıyla dertleşmek ya da kilise papazıyla günah çıkarmak suretiyle gerçekleştirmek mümkündü mesela; bu ikincisi insanın içindeki suçluluk psikolojisini elimine etmeye de yarıyordu aynı zamanda. Durkheim'ın Protestan ülkelerde bencil intiharların Katolik ülkelere göre daha fazla görülmesini, papazların ve kilise törenlerinin verdiği psikolojik desteğe bağladığını unutmayın. Bugün şehirlerde yaşayan modern Batılılar arkadaş ya da papaz bulamazlarsa psikoloğa gidiyorlar artık bu iş için. Ya da eskiden karar alma yükünden kurtulmak için şeyhlerden medet umulduğundan bahsetmiştik. Bugünün yaşam koçları, guruları ya da kişisel gelişim uzmanları çok mu farklı? Son olarak, atalarımızın geleceğin getirdiği belirsizlikler karşısında büyü, fal ve dua gibi metafizik güçlere başvurduğunu biliyoruz. Sorarsanız hepimiz çok rasyoneliz ama Altıncı Bölüm'de anlatacağımız gibi fala inanmayanımız da yok. Dua etmenin yerini de evrene pozitif enerji gönderme aldı. Bu yeni sunumlar şu gerçeği değiştirmiyor: Eğer bir ihtiyaca karşılık geliyorsa, hurafeler çağından birçok adet rasyonalite devrinde, biraz daha şık ambalajlarda belki ama, karşımıza çıkmaya devam edecek.” İnsanların bu cemaatleşmeye neden ihtiyaç duyduğunun sebeplerinden önemli bir tanesi ise şöyle belirtiliyor: “Bireysel yeteneklerin kalıcı ekonomik güvenceler yaratamadığı ahenk toplumlarında, sizin yerinize karar veren; size iş, aş ve eş bulan bir cemaatin içinde eriyip gitmenin güvencesini kimse hafife almasın.” Bu tespiti, bugün bireysel anlamda başarılı olamayacağını düşünen tüm insanlar için genişletebiliriz. Bu güvence ve rahatlık, hayatta kaybettiğini ya da kaybedeceğini düşünen herkes için bir sığınak olabilir. Modern linçler ve sansürle ilgili başlığında, insanların bu baskılamanın metodunu değiştirmesine rağmen, eylemin kendisinden vazgeçmediği söyleniyor: “Tüm "Geliştik!" naralarına ve hakikaten iyileşen teknolojik ve tıbbi şartlara rağmen bugün de söyleyemediğimiz çok şey var. Eskisi gibi engizisyon mahkemeleri kurmuyor, insanları yakmıyor olabiliriz ama bu, toplumun ahengini bozduğu zaman farklı fikirleri cezalandırmadığımız anlamına gelmez.” Aslında hayatın birçok alanında gördüğümüz esnemeler burada da geçerli. Yazar, işler yolunda giderken bu aykırı fikirlere tahammülün arttığını söylüyor, ancak yokluk veya şiddet zamanlarında olsaydı bu fikirlerin cezaları çok daha artacaktı. Kurallarımız, gerçekten de anın durumuna ve zamanın ruhuna çok bağlı. “Toplumların bir arada yaşayabilmeleri için bazı ortak yanılsamalara ihtiyaçları olduğundan ahengi bozan fikirler hep tehlikeli addediliyor. İşler yolundayken uyumsuz görüşlere tahammül artıyor hiç kuşkusuz.” Bu modern linçler ile ilgili çeşitli örnekler veriliyor: “Wiesel ve Hubel'in kedilerin görsel sistemleri tam gelişmiş olarak doğduğunu söylemeleri faşist olarak adlandırmalarına yetmişti.(embryo.asu.edu/pages/david-h-h...) Görüldüğü gibi, en özgürlükçü ortamlarda bile, kendilerine ilerici sayan insanlar belki de farkında olmadan karşıt görüşlerin üzerine bir anda çullanabiliyorlar. Bunu da korku nedeniyle yapıyorlar. Peki ya bu takiyyeyse, ya ilk başta ılımlılık maskesiyle gerçek niyetini gizleyen bu bilim adamları zamanı gelince daha ekstrem fikirlerle gerçek yüzlerini gösterirse? Ya ilk başta suret-i haktan görünen bu ortayolculuk, daha sonra entelektüel hayattan zar zor silinen mizojinistik ve ırkçı aşırılıklara yol açarsa?" Mesela doğduklarında kedilerin görsel sistemlerinin tam olması da dahil, beynin boş bir levha olmadığını ima eden tüm bulgular, ırkların ve cinsiyetlerin arasındaki farkların tamamen kültürel olmadığı anlamına gelebilirdi. Bunu ileride erkeklerin kadınlardan, beyazların diğer ırklardan daha akıllı ya da yetenekli olduğu tarzında savların takip etmeyeceğini kim garanti edebilirdi? Şunu kesin olarak bilemiyoruz zira: Bunlar hakikaten entelektüel bir tartışma yaratmak ve bir nevi zihin jimnastiği yapmak için ortaya atılmış fikirler mi: yoksa yarının pogromlarının, toplama kamplarının ve soykırımlarının önünü açan; kadının, azınlıkların ve farklı dinsel ve cinsel tercihlere sahip olanların kazanılmış haklarını tehdit eden bir hoşgörüsüzlük dalgasının ilk tezahürleri mi? Liberal demokrasinin en büyük savunucularından olan Karl Popper'in bile ifade özgürlüğüne sınırlama koyduğunu ve şiddet kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırmayı amaçlayan fikirlere izin verilemeyeceğini söylediğini hesaba katarsak sınırsız özgür düşünce bir ütopya aslında. Dolayısıyla "herkes her istediğini söyleyebilir mi?" sorusunun net bir cevabı yok. Kim ne kadar slogan atarsa atsın, yumurta kapıya dayandığında, korku aklımızı yönetmeye başladığında yüksek prensiplerimizi realiteye kurban etmekten çekinmeyeceğiz.” Bir diğer bölümde insanların başkalarını dışlamasının bizim doğal bir refleksimiz olduğu anlatılıyor. “İnsan psikolojisinin ve toplumsal reflekslerin temelinde hep dışlamak var. Bir cemaat dışladığı kadar var, kendisi gibi olmayanla arasındaki farkın altını çizebildiği ölçüde güçlü.” Dünyada çeşitli dillerin oluşması da, insanların birbirini dışlamasının bir örneği olabilir olarak yorumlanıyor. İnsanların kendilerinden olanı, olmayandan ayırmak için bir tutum geliştirip, dillerini zaman içinde değiştirmiş olması muhtemel. “En basit toplumsal ögelerin bile en temel endişesi uyumsuzları ve çürük elmaları ayıklamak. Dunbar bir adım daha atıp bugün herkesin farklı diller konuşmasını bile buna bağlamaktan çekinmeyecek. Bugün yeryüzünde bir sürü dil olmasının nedeni, her yeni grubun dışarıdan gelenleri saptamak için konuştukları lisanı farklılaştırması. Her sosyo-ekonomik grubun kendisine ait belirli ifade biçimlerinde ve yanlış telaffuzlarda ısrar etmesi ya da her yeni kuşağın kendine özgü kelimeler üretmesi de benzer bir eğilim.” Şimdi de etkilerini gördüğümüz ve yabancılardan tiksinmemizi sağlayan davranışlardan birinin de hastalık korkusu olduğu ve özellikle daha da eskiden bunun çok daha ciddi bir korku olduğu görülüyor. “Yabancı demek hastalık demek. Yabancıdan "bulaştırabileceği" ve "kirletebileceği" için korkarız. Haksız da sayılmayız, İspanyollar Amerika'yı bu kadar kolay fethedebildiyse bunun nedeni birkaç yıl içinde milyonlarca yerliyi Yaradan'ına kavuşturan çiçek hastalığı değil midir?” Tüm bu dışlama refleksinin öğrenilen ile alakalı olmadığını, insanın doğuştan gelen bir özelliği olduğu da söyleniyor: “Carl Jung'a başvuracak olursak, hepimiz daha ilk yaşlarımızdan itibaren kafamızda bir "düşman arketiği" geliştiriyoruz zaten. İsviçreli psikanalistimize göre, annesinin kendisine yaklaşmasına olumlu tepki veren çocuk, bir yabancının aynı şeyi yapması durumunda rahatsız olup içine kapanıyor. İşte henüz ego ve süperegonun ortaya çıkmadığı ve direksiyonun genetik ve hayvani içgüdülerde, yani idde olduğu bu erken dönemde bile bizim gibi olmayanlardan tedirgin oluyoruz. Üstelik Wrangham ve Dale'e göre, insanoğlu olarak bu korkuyu diğer primatlarla da paylaşıyoruz. Kısacası hem bağlılık hem de zenofobi insanın içsel karakterlerinden; daha sosyal baskılar ve kültür devreye girmeden bile nerede ve hangi şartlarda yaşıyor olursa olsun tüm çocuklarda görülen bir özellik.” Linçe ve birbirimize karşı hoşgörü göstermeye bizi ittiği sanılan ve kültürler ve insanlar arasında birleştirici güç olarak görülen sosyal medyanın da, algoritmaları sayesinde herkese kendisine uygun insanlar ve gönderiler sunmasının da bu sorunu derinleştiren bir olgu olduğunu söylüyor: “Sosyal medya gibi kaynaştırıcı olabilecek mecralarda artık algoritmaların devreye girmesi ve kullanıcılara ön kabul ve beğenilere göre içerik gösterilmeye başlaması da başka bir endişe konusu.” Dışlamanın bir sonucu olan linç kültürünün de özellikle sahip olduğu değerlerle yaşamı arasında çelişki bulunan insanların kendini rahatlatma yöntemi olduğu da belirtiliyor: “Sosyal medyada kısa bir gezinti yaptığımızda her gün bireyleşen bir toplumun sürekli din, milliyetçilik, komşuluk, ahlak, edep gibi kavramlar etrafında en olmadık yerlerden linç malzemesi çıkararak birbirine saldırdığını her gün görüyoruz. Burada mesajın alıcısı karşı taraf değil, çoğumuz kendimize konuşuyoruz. Aslında çıkarımız için terk ettiğimiz değerlerin ne kadar ateşli birer savunucusu olduğumuzu, aslımıza ve özümüze ihanet etmediğimizi bas bas bağırarak kendimizi rahatlatıyoruz.” “Kaybedecek bir şeyi olan insanlar muhafazakâr olur. Burjuva aslında biraz da bundan dolayı sıkıcıdır.” İnsanları neden konuşmaları ile yargıladığımızı açıkladığı bir bölümde, anlaşılmaz konuşmanın insanı daha da sofistike ve uzman gösterdiğini anlatmak adına akademisyenlerin neden anlaşılması zor bir jargonda ısrarcı olduğunu anlatırken, bu durumun artık sahtekarlık seviyesine kadar geldiğini şu örnekle açıklıyor: “Akademisyenlerin kullandığı dil bazen o kadar anlaşılmaz olabiliyor ki aynı alandaki uzmanların bile bunları ne kadar anladığı şüpheli. 1996 yılında Alan Sokal adlı bir matematik profesörünün yaptığı ufak bir düzenbazlık bize jargon orjisi bir metnin hiçbir manaya gelmese de en prestijli dergilerde yayımlanabileceğini gösteriyor. Gelin bu sosyal medya öncesi anne litteram trollemesine beraber göz atalım: Sokal meşhur Social Text dergisine postmodern kültürel çalışmalar üzerine "Sınırları Aşmak: Kuantum Yerçekimi'nin Dönüştürücü Hermenötiğine Doğru" gibi manasız bir başlığa sahip bir makale yollar. Kuantum yerçekiminin sosyal ve dilsel bir inşa, yani bir doğa kanunu değil; insanların kültürel olarak ürettikleri ve algıya göre değişebilir bir şey olduğu şeklinde saçma sapan bir argümana sahip olmasına rağmen makalemiz böyle prestijli bir dergi tarafından yayımlanmaya uygun görülünce ortalık birbirine girer. (...) Bu ilginç deneyin sonunda hızını alamayan Sokal, daha sonra Fransız fizikçi Jean Bricmont ile bir araya gelerek bir de kitap yazdı. İlk önce "Entelektüel Dolandırıcılar" gibi provokatif bir başlıkla Fransızca çıkan, daha sonra da ufak değişikliklerle İngilizceye uyarlanan "Son Moda Saçmalar", karmaşık metinlerini matematik ve fizikten aldıkları kavram ve formüllerle daha da anlaşılmaz yapmaya çok meraklı postmodern yazarların aslında ne yaptıklarını hiç de bilmediklerini ortaya koydu; hem de bunu alaya tenezzül etmeden ve hiçbir mantıki açık bırakmayan bir argüman silsilesi ile yaptı. Sokal ve Bricmont'a göre; Lacan, Baudrillard, Kristeva, Deleuze ve Guattari gibi postmodern yazarlar, bilmesinlercilik (ing. Obscurantism) yapmakta; yani bilgiyi kasten anlaşılması zor, muğlak bir şekilde vermekteydi. Herkes anlamazsa, daha karmaşık görünürse daha fiyakalı algılanacaktı çünkü. Gelin mikrofonu bizzat Foucault'ya verelim: "Fransa'da anlattıklarınızın yüzde onu anlaşılmaz olmalı, yoksa insanlar sizin derin bir düşünür olduğunuzu düşünmezler." Kitabın uzunca bir kısmı dedikoduya ayrılmış. Dedikodunun insan doğasının bir parçası olduğu anlatılıyor. Öyle ki dedikodu bu kadar başarılı ve büyük toplumlar kurmamızın da önemli bir sebebi. "Asla antropolog olamayacaksın; çünkü dedikodudan hoşlanmıyorsun, diğer insanların hayatlarındaki detaylarla pek de ilgili sayılmazsın." “Her arkadan konuşmanın illa negatif olmadığını da ekleyelim. Amerika'da 467 deneğin konuşmalarının iki üç gün boyunca, her 9.5 - 12 dakikada bir 30-50 saniyesinin elektronik olarak kayıt altına alındığı bir çalışmada, Megan L. Robbins ve Alexandar Karan başkası hakkında yapılan konuşmaların dörtte üçünün nötr olduğunu saptamış. Ve sadece %15'i olumsuz.” İnsanlar çeşitli sebeplerden dolayı dedikodu yapıyor. Bu sebepler kişisel çıkarlar ve bencillik olabileceği gibi, toplumsal fayda amacı da içerebiliyor. “1940'ların başında Makah Kızılderililerini gözlemleyen Elizabeth Colson'a göre, dedikodunun amacı, bunlardan sapanları eleştirerek ve ayıplayarak üzerinde uzlaşılmış değer yargılarını sağlamlaştırmak.” “Dedikodunun amaçlarından biri, grup içindeki sıkıntıları dışarı renk vermeden gidermek. Başka bir ifadeyle, grup üyeleri arasındaki rekabet ve anlaşmazlıkları açık çatışmalara dönüştürmeden ima ve dokundurma gibi örtülü ve daha münasip yollarla çözmek.” “Dedikodu kişisel çıkar için de yapılıyor. Merkezde olması gereken birey Paine'e göre, zira dedikoduyu o yapıyor, cemaat değil. Ve bunu kendi çıkarlarını korumak için yapıyor; kısacası karşımızda birliktelik kovalayan bir ahenkperest değil, bilakis bu ahengi bozma pahasına kendini düşünen bir fırsatçı var.” Dedikodunun nasıl güçlü bir aracı olabileceği Fransız İhtilali örneği ile anlatılıyor: “Fransız İhtilali'ni hazırlayan zihinsel transformasyonu genelde Aydınlanma filozoflarına bağlıyoruz. Hakikaten de hükümdarın yetkiyi Tanrı'dan aldığı ve dolayısıyla hukuki kısıtlamalardan ıtlak edilmiş olduğu anlayışını yıkan bu filozoflar olmuştu. Bir taraftan akılcılığı savunurken öte yandan kralın yetkisinin toplum tarafından bir sözleşme ile kendisine devredildiğinin ve dolayısıyla geri alınabileceğinin altını çizecekler, böylelikle hem Kilise'nin hem de monarşinin meşruiyetini derinden sarsacaklardı. Ancak Robert Darnton'ın titiz araştırmaları bize Fransız halkının bunlardan ziyade kral ve kilise ile dalga geçen ucuz romanları okumayı tercih ettiklerini gösterdi. İşte bazıları pornografik ögeler içeren ve hatta ütopik bilim kurgu türünde olan bu romanlar sayesinde halkın otoriteye olan bakışı değişecekti. Kralın iktidarsızlığı, kraliçenin iffetsizliği ve Kilise'nin hokkabazlıklarını konu alan ve kaça yollarla edinilebilen bu pulp fiction'lar tam bir desacralisation, yani kutsallığını yitirme sürecini tetiklemişti. Eskiden kralın tek bir dokunuşla sıraca hastalarını iyileştirebileceğine inanan yığınların yerini, sorgulayan tepkili bir kitle almıştı; Fransız İhtilali işte bu otorite kaybının bir sonucuydu.” “Tabii dedikodu bir direniş dahi olsa belirli bir yoğunluğun altında kaldığı durumlarda pek etkili olmayacaktır. Hatta yöneticiler hakkında negatif bir imaj oluşturmasına rağmen sistemi kökünden sarsmak yerine onu güçlendirdiği bile söylenebilir. Şikâyet etmek ve söylenmek aynı zamanda harekete geçmemek demektir çünkü. Dedikodu bazen de hâkim güçlerin emrine girebilir. Yöneticiler haklarındaki kanaati manipüle etmeye bayılırlar.” Eski toplumun beklentilerinin yeni Türkiye ve dünya ile karşılaştığında nasıl bir çatışma yarattığıyla ilgili bir bölümde, ESG şöyle bir örnek sunuyor: “Altın plak aldığında babasını arayan Sezen Aksu'nun aldığı cevabın "İyi güzel de keşke okulu bitirseydin" olduğunu hatırlayıp gülümseyelim.” Erkek ve kadın ilişkileri, birbirleri arasındaki farklar ve kadının tarihteki yeri ile ilgili olarak da uzunca bir bölüm yazılmış. Tarihte belirli bir kalıba uymayan kadınlardan çekinildiği ve istenmedikleri şu örnekle görülebilir: “Hakikaten de tarihçilerin hesaplamalarına göre, cadılık suçlamasıyla karşılaşanların %85'i kadındır. Ama her kadın değil. Ebelik, aktarlık ya da şifacılıkla ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durmaya çalışanlar, bekar ya da dul oldukları için mülk edinme potansiyeli olanlar ve diğer yollardan bağımsız bir birey olarak yaşamaya çalışanlar.” “Stresin erkeklerin sperm sayısını azalttığı deneylerle kanıtlandı; gene stres altındaki kadınların daha zor hamile kaldıklarını görüyoruz ki bu, çalışan kadınlar için önemli bir sorun teşkil ediyor. "Çocuk da yaparım kariyer de" lafı her zaman doğru olmayabilir kısacası. Çocuğu olmadığı için evlat edindikten sonra birden hamile kalan kadınların durumunu da stresi önleyen salgılarla açıklamak mümkün.” “Erkeklerin rekabet etmek, kadınların ise bağ kurmak için konuştuğunu görüyoruz.” “Erkeklerin toplumsal statüleri, başkalarının kendileri hakkındaki kanaatleri tarafından belirlenmiyor. Erkekler başardıklarıyla, savaşabildikleri kadar varlar; toplumsal bağlarıyla değil. Bu yüzden de toplumun kendileri hakkında ne düşündüklerini kadınlar kadar önemsemek zorunda değiller ki Penelope Eckert'e göre daha az dedikodu yapmalarının nedeni de tam olarak bu.” “Erkek egemen toplumun kadınları takdir etmek zorunda kaldığı durumlar olabilir ancak cinselliklerini reddetmek şartıyla. Mesela Fransa'yı kurtaranın bir kadın olmasını, o kadının bakire olduğunu altını ısrarla çizerek dengelemek lazım. El değmemiş, kirlenmemiş, hemcinslerinin aksine cinsiyetinin zayıflıklarını reddetmiş bir Jeanne d'Arc daha az rahatsız edici.” “Aristoteles'e göre, bir insanın kız olarak doğması rahme düşüşte bir sıkıntı yaşamasıyla alakalı; çiftlerin çok yaşlı ya da genç olması, aralarındaki yaş farkının fazla ya da birinin sağlıksız olması gibi faktörlerden kaynaklanan bu sıkıntıların sonucu bir nevi hatalı imalat yapılıyor yani.” Bu örnekte kadınların eğitim hayatına kabul edilirken, esas görevlerinin annelik olduğu düşünüşünün tezahürü görülebilir: “Harvard'a ilk kız öğrenci kabul eden Eğitim Fakültesini (1920) Tıp (1945) ve Hukuk (1950) fakülteleri izleyecek.” “Kadınların fabrikalarda ve atölyelerde çalışmaya başlamasının binlerce yıllık bir zihniyeti hemen değiştirdiği düşünülmemeli. Şu her zaman muhafazakar köylülerin kızlarının çalışmasına pek sıcak bakmaması yüzünden, ABD'de işverenler bekar kızların çalışarak disiplin edineceğini ve üstüne üstlük bir de çeyiz parası çıkaracağını iddia etmek zorunda kalacaktı. Göründüğü gibi, kadının evden çıkması ve işgücüne katılması ancak nihai bir amaca hizmet ettiğinde, yani evliliğe ulaşmak için kullanılan geçici bir araç olduğunda kabul edilebilirdi. Kadının fonksiyonu hala annelik, sermesi ise hala iffetiydi.” “Katıldığım televizyon programlarından birinde yirminci yüzyılın en önemli icadının buzdolabı olduğunu belirttiğimi ve buna şaşıran Özge Uzun'a "Eğer buzdolabı olmasaydı şu anda karşımda oturuyor olmazdınız" dediğimi hatırlayanlarınız olacaktır. Ev aletleri ve donmuş ve hazır gıdalar olmasaydı bugün kadınların büyük çoğunluğu hala evde kocalarının yolunu bekliyor olurdu.” Erkeklerin neden yol sormak istemediği ile ilgili yazar şunları söylüyor: “Sorunun cevabı gene birinden bir şey istemenin hiyerarşi yaratmasında gizli aslında; istenene şey bilgi olsa dahi, tanımadığınız birine müdana etmek istemeyebilirsiniz. Burada esas soru, bunun neden hususi olarak erkeklere zor geldiği. Deborah Tannen'a göre erkekle kadının konuşma ve dolayısıyla sosyalleşmeden anladığı şeyler farklı. Kadınlar duygusal ilişki kurmak ve dertleşmek için konuşurken erkekler sürekli birbirine üstün gelmek amacıyla sohbet ediyor. Dolayısıyla özellikle erkekler arasında sosyalleşme bir hiyerarşi savaşına dönüşüyor. Bu savaş da erkeklerin yardım istemesini zorlaştırıyor, bir adres bulmak gibi basit bir şey için başka birinin kendisini domine etmesine neden izin versin? Tannen'in verdiği bir diğer örnek erkeklerin verip aldıkları en ufak bir şey üzerinden bile nasıl bir üste çıkma yarışı içine girebileceklerini büyük bir çıplaklıkla gösteriyor. Yol verme çekişmeleri üzerinden çıkan kavgalara da aşinayız; yeri geldiğinde hemen her hareketini soğuk bir rasyonellikle hesaplayan iki aklı başında erkeğin, trafikte üç saniye kaybetmemek için işi birbirini öldürmeye kadar götürmesini ilk başta anlamlandırmak zor olabilir. Basit bir internet aramasıyla yüzlerce örneğe ulaşabilirsiniz, bu örneklerin hemen hiçbirinde taraflardan birinin kadın olmadığını göreceksiniz. Tannen da görmüş olacak ki erkeklerin kadınlara yol vermekte bir sakınca görmemesini bir şey bahşederek onları domine etmek, kendinden aşağı bir yerde konumlandırmak istemesiyle açıklıyor. Açıklamanın bundan sonraki kısmında ise Amerika ve Türkiye arasındaki kültür farkını görmek mümkün. Tannen'a göre, iki erkek sürücü karşılaştığında biri diğerine yol verse bile ötekisi bunu almayarak karşıdakine müdana etmediğinin, onun boyunduruğu altına giremediğinin altını çiziyor. Fazla medeni bir açıklama! Ülkemizde genelde böyle olmuyorsa, bu daha ilkel bir mücadelenin fitilinin ateşlenmesinden kaynaklanıyor. İki erkek arasındaki basit bir mıntıka ya da öncelik kavgası; mevzu gene hiyerarşi ama daha vahşi parametreler üzerinden.” Özellikle iç döllenme üzerine birkaç örnek verilmiş. Erkeklerin çocuklarının kendilerinden olduğundan asla emin olamaması birkaç noktada karşımıza çıkıyor ve çeşitli erkek davranışlarının altındaki neden olarak gösteriliyor: “Evrimsel psikologlara göre memelilerde iç döllenme erkeklerin çocuklarının gerçekten babası olup olmadıklarını bilmemelerine yol açıyor (Paternity uncertainty hypothesis) ve bu yüzden erkekler uzun ilişkilere girecekleri partnerlerini seçerken güvenilirliğe büyük önem atfetmekte.” “Erkeklerin çok eşliliğe daha yatkın olduğunu iddia eden Richard Dawkins gibi bazı bilim adamları, bu eğilimin altında erkeklerin çocuklarının kendilerine ait olduğuna hiçbir zaman emin olamamalarının yattığını göstermekte tereddüt etmemiş.” “Aile içi şiddet üzerine yapılan araştırmalar da erkeklerin kendilerine benzeyen çocukları ile daha pozitif ilişki kurduklarını gösteriyor.” İnsanlar ve hayvanlar arasındaki farklarla ilgili de küçük küçük anekdotlar bulmak mümkün. Mesela insanın doğadaki en yakın akrabaları olan insansılarla bile arasında ne kadar devasa bir fark bulunduğu buradan görülebilir: “Zoologların bulguları aslında hayvanların da seslerini kullanarak haberleştiklerini gösteriyor; köpekler sadece bizi korkutmak için havlamıyor yani. Özellikle insansıların (maymun, şempanze vs.) birbirlerine yaklaşan tehlikeli bir hayvanı haber verebildiklerini ya da buldukları bir yiyeceğin yerini söyleyebildiklerini biliyoruz. Ancak hepsi bu! Bizim gibi kompleks cümleler kurup soyut düşünemiyorlar. Bilim insanları şempanzelere konuşmayı öğretmeye çalıştılar ancak nafile. 1950'lerde Keith ve Catherine Hayes'in bizzat kendi çocuklarıyla yetiştirdikleri ve konuşma terapisi verdikleri Viki hepi topu üç beş kelime öğrenebildi. Durum işaret diline dönünce biraz daha iyileşecekti.” “Seksenlerde Kanzi daha da etkileyici başarılara imza atacaktı. Kelimelere karşılık gelen sembollere basarak iletişim kuran pigme şempanzemiz çetrefilli sorulara yüksek oranlarda doğru cevap verebilmekte, birçok eşyayı birbirinden ayırt edebilmekte, talimatları anlayabilme ve isimleri ve fiilleri yan yana getirerek derdini anlatabilmekteydi. Ancak gene de ortada iki üç kelimelik basit cümlelerden fazlası yoktu. İstediği şeyleri belirtmekten, talimatları yerine getirmekten ve sorulara tek kelimelik cevaplar vermekten öteye gidemiyordu ve bir bebeğin aksine kendiliğinden konuşmaya çalışmıyor, etrafındaki eşyalara isim takmaya çalışmıyordu.” Tabii ki sınıf mücadeleleri ile ilgili de birkaç bölüm var. Ezen ve ezilenin arasındaki ilişki, ezilenin açık bir isyana girmese bile bir tepki koyduğu üzerinden anlatılıyor. "Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah'ı var" deyişinden de anlayabileceğimiz gibi, insanoğlu adaletsizliğe çıplak güçle karşı koyamadığından daha sinsi yollar geliştirmekten geri durmuyor. Yukarıda bahsettiğimiz sinsi yollara birkaç örnek verelim: Fabrika işçilerinin makineleri sabote etmesi ya da işi yavaşlatması, orada burada karşımıza çıkan ama pek ehemmiyet atfetmediğimiz ufak hırsızlıklar, petrol tanklarına şeker karıştırılması, vergisini ödeyemeyen köylülerin topraklarını terk etme tehdidi veya yukarıda da belirttiğimiz gibi beddua ile işi Yaradan'a havale etmek.” “Ezilenler ezenlere hiçbir zaman tam olarak ne düşündüklerini söylemezler; zira tek tek bireylerin konuşmasının getireceği siyasi, ekonomik ve toplumsal sonuçlar olacaktır. Ancak susmaları sömürülmelerine rıza gösterdikleri anlamına gelmez.” Burjuvazinin yükselişi ve soylu sınıfın egemenliğine son vermesi ile ilgili ESG şunları söylüyor: – bu aynı zamanda bugünkü çalışmayı övme düşüncesinin de atası olabilir – “Modernite öncesinde Avrupa'da toplumun en üst tabakasını oluşturan aristokratlar bu fiziki egemenliklerini bir kültürel hegemonyaya dönüştürmek istediklerinde, yüzlerce yıllık geleneği bahane göstermek ve sadece atalarını öne sürmekte yetinebilirlerdi. Toplumun elitiydiler, çünkü dedeleri de öyleydi. Sanayi Devrimi sonrası bir anda zenginleşen burjuvazinin ise böyle bir bahane kullanma şansı yoktu. Kendi egemenlik dönemli gelince burjuva yeni bir kültürel hegemonya oluşturmak zorundaydı. İlk önce aristokrasi ile özdeşleştirilen şeyleri kadın ve çocuklara atfetti. Çikolata, şeker ve renkli giysiler artık bir statü göstergesi değildi. Daha sonra bir statü objesi olarak soyunu sopunu öne süremeyeceği için çalışmayı ön plana çıkardı. Zengin olmuştu, toplumun eliti olmayı hak ediyordu ama çaldığı çırptığı, fahiş fiyatla sattığı, siyasetçilerle iş tuttuğu, rüşvet verdiği ya da haydi daha insaflı olalım iyi pazarlık ettiği ve belki de şansı biraz yaver gittiği için değil. Kendini yetiştirip çok çalıştığı için. Weber'in Protestan Ahlakı dediği şeyle de uyuşan bu zihniyeti en berrak haliyle burjuva ailelerinin çocuklarına müzik ve sanat aşılama merakında görebilirsiniz. Bir dakikasını boş geçirmeyen ve daha çocukluktan itibaren kendini geliştirmek için her şeyi yapan bir birey... Günümüz beyaz yakalısının el kadar bebeleri bale ve piyano kurslarında süründürmesinin arkasında da benzer bir endişenin yatmadığını söylemek güç.” Paranın icadı öncesinde toplumların çoğunluğun sandığı gibi takas usulü ile alışveriş yapmadığını söylüyor. Bu toplumlar kimin kimde neye ihtiyacı varsa belirli bir mantık çerçevesinde birbirlerine iyilik yaparak geçiniyor. “İlkel toplumlar aslında sanıldığı gibi takas yapmıyorlardı. Caroline Humphrey başta konunun uzmanı antropologlar bu patates verip ayakkabı alan insanlardan oluşan toplumları bir türlü bulamayacaklardı. Peki, takas yoksa mallar nasıl el değiştiriyordu? İlk toplumları oluşturan bireylerin arasında değiş tokuş borçlanma üzerinden yapılıyordu. Yani aralarında bir kredi sistemi vardı ve takas sadece tanımadıkları, toplum dışı insanlarla yapılan bir şeydi. Sırayla yemek ısmarlamak gibi bir kültürden bahsediyoruz.” Hediyeleşme kültürümüz hakkında da yazarın söyleyeceği birkaç şey var: “Kim ne kadar aksini söylerse söylesin; birine hediye verirken ya da bir şey ısmarlarken aslında muhatabımızdan bir geri dönüş bekleriz; bu, Tanrı olsa bile.” “Birinden karşılıksız bir şey almanın bedeli onun üstünlüğünü kabul etmek. Ayrıca hediyeye mukabele etmemek suçluluk kaynaklı bir bağ yaratıyor. Almancada bir hediye ya da kıyağa karşılık vermek olan sich revanchieren fiilinin kökünün rövanş anlamına gelmesi ve aynı kelimenin Fransızcasının (revance) manasının intikam olması kimseyi şaşırtmamalı kısacası. Mukabele ederek şartları eşitliyorum. Zira bunu yapmazsam hediyesini aldığım kişiye borçlu kalırım. Bu da aramızda benim altta kaldığım bir hiyerarşi oluşması demek.” Tarih boyunca fal ve büyüye neden inandığımız üzerine bir sebep olarak yazar kolaya kaçmaya meyilli olduğumuzu söylüyor. Ayrıca modern falların sanılanın aksine çok yeni bir şey olduğunun da altı çiziliyor: “Tarotçular bu kartların kökenini Eski Mısır, Yahudi kabalası, Hint Tantrası ya da Çinlililerin fal kitabı I Ching'e kadar uzandığını belirtip yaptıkları işe bir mistisizm ve derinlik katmak isteseler de elimizde bu kartların onsekizinci yüzyıl Avrupa'sından başka bir yerde fal bakma amacıyla kullanıldığına dair bir delil yok.” "Schadenfreude.. (milli sporumuz olan başkasının mutsuzluğuna sevinme)" “Okumak, kimseyi soymadan zengin olmanın güzel bir yolu.”
Ezbere Yaşayanlar - Vazgeçemediğimiz Alışkanlıklarımızın Kökenleri
Ezbere Yaşayanlar - Vazgeçemediğimiz Alışkanlıklarımızın KökenleriEmrah Safa Gürkan · Kronik Kitap · 20221,715 okunma
·
1.101 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.