Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Haziran 2011 genel seçimleri: Yeni rejimin sandık zaferi 2010'daki referandumdan sonra yüksek yargı içerisinde siyasi iktidardan özerk tutum alma eğilimine sahip kadroları tasfiye eden ve HSYK başta olmak üzere kilit kurumlar üzerinde nüfuzunu ve denetimini arttıran AKP artık devleti yeni hegemonya projesi çerçevesinde dönüştürmeye tam anlamıyla muktedir bir özne haline gelmişti. Bu durum doğal olarak partinin kendisiyle uyumlu kadroları devlet bürokrasinin bütün hücrelerine yerleştirmesi, tasfiye olan eski düzenin boşalttığı kadroların yerini AKP'lilerin almasını gerektiriyordu. Bahsettiğimiz bu değişim süreci çok partili sisteme geçildikten sonra örneklerine her dönem rastlanabilecek hükûmette olan parti veya partilerin devlet bürokrasisi içerisine kendisine yakın "memurları" atamasına dayalı tipik bir kayırmacılık, klientalizm veya kadrolaşma faaliyetinin ötesinde bir yenilenmeydi. AKP'nin devlet bürokrasisi içerisine yerleştirdiği kadrolar, zaten kendilerinden önce belirlenmiş kurallarla ve kodlarla işlemekte olan devlet mekanizmasının içerisinde bir konuma atanan ve partiye yakınlık sayesinde bu konumun gereğini yerine getirip çıkar (statü veya gelir) sağlayan "memurlar" olmaktan ibaret değillerdi. Görev aldıkları dönem devletin kurumsal ve hukuki yapısının, resmî ideolojisinin ve sermaye ve siyasi iktidar ilişkilerinin müthiş bir hızla dönüştüğü bir süreci içeriyordu. Bu bakımdan her birisi bu hızlı ve kontrolsüz dönüşüm sürecinin uyumlu bir taşıyıcısı, kolaylaştırıcısı ve yeniden üreticisi rolünü üstlendiler. Bu bakımdan devlet içerisine yerleştirilen kadrolardan beklenen sadece kendilerine sağlanan çıkar sayesinde oy vermeye devam etmek ve “devlete işi düştüğünde” partililerin işlerini kolaylaştırmak değildi. “Yenilerden” beklenen şey aynı zamanda bu dönüşüm sürecine ve ideolojik temellerine bağlı olmak, partiyle bir “dava bağı” geliştirmek ve bu dönüşüm süreci mevcut hukuksal normların dışına taşan durumlar ortaya çıkardığında bunun bilgisini dışarıya sızdırmayan ya da sızsa bile bunu eşgüdümlü bir şekilde savuşturabilen bir "ağın" parçası haline gelmekti. Fethullah Gülen cemaati sayesinde AKP bu misyonu üstlenecek kadroların bir kısmını hazır buldu. Cemaat, emniyet ve yargı başta olmak üzere devletin kilit bazı organlarına 1980'li yıllardan itibaren sızmaya başlamış ve zaman içerisinde bu kurumlarda kendi gizli iç işleyişine sahip örgütlü hareket edebilecek öbekler oluşturabilmişti. Özellikle 2007'den sonra, devlet içerisindeki AKP projesiyle uyumsuz unsurların yukarıda anlattığımız hukuki zor yoluyla saf dışı bırakılması cemaatin emniyet ve yargıdaki örgütlenmesi sayesinde gerçekleşebildi. Cemaat, özellikle emniyet istihbaratının olanaklarını eski kurulu düzenin kilit pozisyonlardaki kadrolarını kriminalize edecek delilleri bir araya getirmek ya da imal etmek için harekete geçirdi. AKP ile uyumsuz bürokratların tasfiyesiyle ortaya çıkan kadro boşluğunu da partililer dışında yine yıllar içerisinde devlet kurumlarının işleyişinin inceliklerine vakıf olmuş olan cemaat mensupları hızla dolduruyordu. Aynı zamanda düzenin uyumsuz kadrolarının suçlulaştırılması ve tüm bu değişimin kamuoyu nezdinde meşrulaştırılması sürecinde henüz AKP'nin kendisine organik olarak bağlı güçlü bir medya ağı yokken, cemaatin uzun yıllardır büyük yatırım yaptığı medya organları azımsanmayacak bir rol üstlendi. Kısacası AKP'nin devletleşme süreci 2000'li yılların sonuna kadar hem kendisinin hem de simbiyotik ilişki içerisinde olduğu cemaatin etki alanını genişletti. Cemaat partiye böyle bir kritik imkânı, yani hazır “şebekeyi” sağlıyor, AKP de hükûmet partisi olmaktan gelen yetki ve olanakları cemaat lehine işletebiliyordu. Bu uyumlu ilişki, AKP'nin, siyasal iktidar olmaktan gelen avantajları ve kaynakları kullanarak, kendi güvenliğini tek başına sağlayacak, kendi operasyonlarını örgütleyebilecek, kendi medyasını oluşturarak "sivil toplum" alanına ideolojik girdileri tek başına sağlayacak derecede güçlendiği zamana kadar sürdü. AKP'nin ve özellikle artık bir “milli şef” gibi davranmakta olan Erdoğan'ın giderek kendi başına hareket ediyor hale gelmesi 2002'den beri AKP'ye sunduğu hizmetler sayesinde "altın çağını" yaşamış olan cemaati varoluşsal bir kaygı içerisine sokacaktı. Cemaat; yine devlet içerisindeki şebekelerini kullanarak AKP'yi ve lideri Erdoğan'ı frenlemeye çalışma eğilimine girmeye yeltendiğinde bu ikisi arasındaki uyum bozulmakla kalmayacak, 2002'den beri aslında birlikte içerisine girdikleri hukuk dışı faaliyetleri, sahip oldukları bütün olanakları kullanarak birbirlerine karşı teşhir ettikleri sınır tanımayan bir iktidar kavgasının fitili ateşlenmiş olacaktı. AKP'nin ve Erdoğan'ın, partiyle neredeyse organik bir bütünlüğe kavuşmuş cemaati bile tehdit edecek derecede güçlenmesinin önünü açan en kritik dönemeçlerden birisi Haziran 2011'de gerçekleşen genel seçimlerdi. Eylül 2010'da yapılan referandumda devletin en kilit organlarının fethi için sandıktan gelen meşruiyeti kullanan Erdoğan, bu kez Haziran 2011 genel seçimleriyle bu organları kullanarak inşa etmekte olduğu tek parti/tek lider düzenine "yasallık" kazandırmak isteyecekti. İstediğini aldı. CHP, 2011 Haziran seçimlerine, yeni genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde kemikleşmiş laik destekçi tabanının dışında halkın içindeki başka damarlardan beslenme stratejisiyle hazırlanıyordu. Bu doğrultuda bir yandan Ergenekon Davasından halen tutuklu Mustafa Balbay, Sinan Aygün ve Mehmet Haberal gibi isimleri aday göstererek sağ ve sol Kemalistlerin zaten hazırdaki desteğini korumaya çalışıyor, diğer yandan da laiklik ve “rejimin bekası" (ki ortada bekasından endişe duyulacak bir kurulu eski rejim de neredeyse kalmamıştı) gibi söylemleri biraz daha geri çekip halkın gündelik iktisadi taleplerine daha fazla değen söylem ve vaatlerle destekçi tabanını genişletmeye çalışıyordu. Kılıçdaroğlu'nun mitinglerde gördüğü ilgi muhalifler arasında, CHP'nin bu kez AKP'yi geriletecek bir sonuçla seçimlerden ayrılacağına dair iyimser bir hava oluşturdu. AKP ise İstanbul'un rantını paylaşmayı vaat eden “Kanal İstanbul" gibi projeler yanında seçim kampanyasını, Kılıçdaroğlu ve CHP karşısında toplumun bütün sağ reflekslerini canlandırmaya çalışan öncekilerden dozajı çok daha yüksek bir Sünni-muhafazakâr söylem üzerinden örgütledi. Tayip Erdoğan'ın, Kılıçdaroğlu'nun Dersimli bir Kürt ve Alevi olduğunu seçim meydanlarında bazen açık bazen de örtük bir şekilde vurgulaması ve kendisine antipatisi büyüyen laik CHP tabanını seçim meydanlarında açıkça tahkir etmesi yürütücüsü olduğu veni hegemonya projesinin ve bunun üzerine inşa edilen yeni rejimin karakterinin doğal bir sonucuydu. Zira, Sünni-muhafazakar değerler üzerinden tarif edilen bir millet anlayışına dayalı İslami milliyetçiliğin resmî ideoloji olarak kurumsallaştırılmaya çalışıldığı ve devletin bütün kurumlarının bu eksende dönüştürüldüğü bir hegemonya projesinin ülkenin çok geniş bir kesimini yapısal olarak dışarıda bırakması kaçınılmazdı.(110) AKP, bu asla kapsayamayacağı kesimlerin rızasını kotarmaya çalışmak bir yana, onları, kendi “millet” dairesinin içerisine dahil ettiği Sünni-muhafazakâr çoğunlukla karşı karşıya getiren bir söylemi seçim kampanyası boyunca tekrar etti. Bunun sonucu olarak Sünni-muhafazakar yaşam dünyasına ait erkek egemen, aydın karşıtı, otoriter değerler yüceltiliyor ve tüm bunlar bizzat genel başkanın konuşma, hal ve tavırlarında cisimleşiyordu. Amaç, parlamentoda çoğunluk elde ederek veni rejimin kuruluş sürecini derinleştirmek değildi sadece. Devletin bizzat kendisine dönüşmüş Tayyip Erdoğan ve ekibine kalkan olabilecek medya ağının, güvenlik aygıtlarının ve itle tabanının konsolide edilmesi ve bunların organik bir bütün halinde hareket etmesi de rtık önemli hale gelmişti. Sünni muhafazakârlığa dayalı İslamcı milliyetçiliğin kapsayamaığı kesimlerin sadece bir siyasi muarız değil aynı zamanda bir iç düşman olarak kodlanması u bahsettiğimiz organik bütünlüğü koruyan ve süreğenleştiren mutlak bir ideolojik karşıtlık ekseni sağlıyordu. Osmalı'dan günümüze Türkiye'de siyasal hayat Gökhan Atılgan, E.Attila Aytekin, Ebru Deniz Ozan, Cenk Saracoğlu, Mustafa Şener, Ateş Uslu, Melih Yeşilbağ, 110 Cenk Saraçoğlu ve Özhan Demirkol, "Nationalism and Foreign Policy Discourse in Turkey under the AKP Rule: Geography, History and National Identity", British Journal of Middle Eastern Studies 42:3 (2015), 301-319.
Sayfa 943 - Yordam kitap, Ocak-2022Kitabı okudu
·
296 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.