Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

208 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
18 saatte okudu
Fahrenheit 451
Merhaba, Ray Bradbury’nin yazdığı Fahrenheit 451 isimli eser, 1984 ve Cesur Yeni Dünya romanlarından sonra okuduğum bir diğer distopik roman oldu. Bu inceleme yazısını yazdıktan sonra da uzun bir süre bu tarz romanların, yer yer iç karartan dünyasına girmemeyi düşünüyorum. Bu kadar karamsarlığın ardından artık ne yaptığını bilen insanların olduğu huzurlu dünyalara ihtiyacım var. Eserimize dönecek olursak, Fahrenheit’ta yazarın yarattığı dünya 1984'e göre daha özgür ama Cesur Yeni Dünya’ya göre da daha zor bir dünya. İnsanların yine yalnız kalmadığı, sürekli bir şeyler izlediği, dinlediği bir ortam yaratılmış. Evlerde, oturma odalarının dört duvarı da televizyonlarla kaplı. Ev dışında ise insanların sürekli hareket halinde olmaları sağlanıyor. Yollarda yüksek hız limiti değil, düşük hız limiti uygulanıyor. Yavaş giden, doğayı izleyen cezalandırılıyor. Sürekli hareket etmek zorunda olduğunuz, sürekli kulaklarınıza bir şeyler çalınan bir düzen kurulmuş. Felsefe ve sosyoloji gibi bilim dalları insanları melankoliye yöneltir diye öğretilmiyor. Öyle ki, bir şeyin nasıl değil neden yapıldığını soranların öldürüldüğü bir ortam var. Bu dünyada insanların düşünmeden yalnızca mutlu olması gerekiyor. İnsanların evlerinin önündeki sundurma ve bahçeler bile yasak. Çünkü insanların orada oturup birbirleriyle sohbet etmeleri, düşünmeleri istenmiyor. Her şeyi ‘’otomatik refleks’’ ile yapmaları gerekiyor. Partiler, müsabakalar, akrobatlar, jet arabaları, eroin ve cinsellik… Okullarda çocukların soru sormasına, sorgulama yapmasına izin vermeden sürekli televizyon dersleri ve spor dersleri ile zaman geçiriliyor. Çocuklar bebeklik dönemini atlatır atlatmaz anaokuluna alınıyor ve beyinleri yıkanmaya başlıyor. Ayrıca çocuklar oldukça saldırgan bir şekilde yetiştiriliyor. Hatta birbirlerini bile öldürüyorlar. ''Okul saatleri kısaltıldı; disiplin gevşetildi, felsefe, tarih ve dil dersleri iptal edildi; İngilizce ve imla dersleri giderek ihmal edildi, sonunda da neredeyse tamamen boşlandı. İnsan neden düğmelere basmak, elektrik anahtarlarını çekmek, somun ve cıvata takmak dışında bir şey öğrensin ki?'' İşte böyle bir dünyanın içerisinde yer alan kahramanımız Montag bir itfaiyeci. Fakat yaratılan dünyada itfaiyecinin görev tanımı da değişmiş. Gelişen teknoloji ile beraber evlerde artık yangın çıkmıyor ama itfaiyecilerin görevi insanların kitaplarını yakmak. İhbar geldiği zaman evlere yangını söndürmek için değil, evde kitap bulunduran kişilerin kitaplarını yakmak için gidiyorlar. Montag’ın amiri yaptıkları işin çok önemli olduğunu düşünüyor. Çünkü kitapları yakıp, insanların düşünmesini engeleyerek herkesi aynılaştırıyorlar. Bu sayede kimse azınlık olmuyor ve mevcut düzen ihtilaflarla başa çıkmak zorunda kalmıyor. ''Hepimiz birbirimize benzemeliyiz. Anyasa’nın dediği gibi, herkes hür ve eşit doğmaz ama herkes eşit hale getirilir. Her insan diğer herkesin suretidir; o zaman herkes mutlu olur çünkü sinmelerine yol açacak, kendilerini kıyaslayacakları dağlar yoktur. İtfaiyecilerin eski işlerini yapmasına gerek kalmadı. Onlara bu yeni işi verildi… İç huzurumuzu koruma, aşağı olmaya karşı duyduğumuz anlaşılır ve haklı korkuya yönelik odağımızı koruma görevi verildi: resmi sansürcü yargıç ve infazcı oldular. Bu sensin Montag bu benim.'' Kahramanımız bu şekilde evden-işe yaşayıp giderken küçük bir kız çocuğuyla karşılaşıyor ve her gün onunla sohbet etmeye başlıyor. Bir gün küçük kız, insanların birbirleriyle olan iletişiminden yakınıyor: ''Hayır, hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Genellikle bir sürü araba veya giysi markası ya da yüzme havuzu firması sayıp, ne güzel diyorlar! ama hepsi aynı şeyleri söylüyor ve kimse kimseden farklı bir şey söylemiyor. Kafelerde de genellikle espri makineleri çalıştırılıyor ve genellikle aynı espriler yapılıyor veya müzik duvarının ışıkları yakılıyor ve bütün o renkli desenler inip çıkıyor, ama bunlar sadece renk ve tamamen soyut.'' Yaşam dolu olan ve etrafını gözlemleyen, sorular soran bu kız, bir gün Montag’a ‘’mutlu musun?’’ diye soruyor. İşte bu soru kahramanımızı bir şeyleri sorgulamaya itiyor. Anlıyor ki Montag mutlu değil ve yalnızca ‘’mutluluğu maske gibi takıyor.’’ Kızla konuştuktan sonra Montag hayatı sorgulamaya başlıyor. Yaptığı kitap yakma işinin ne kadar dehşet verici olduğunu biraz daha iyi anlıyor. ''Bir insanın etrafındaki dünyaya ve hayata bakarak bazı düşüncelerini yazıya dökmesi belki bir ömür sürdü; sonra ben geldim ve iki dakikada bam! Her şey bitti.'' Montag’ın dediği gibi bizler de mutlu olmak için sahip olmamız gereken her şeye sahibiz ama mutlu değiliz. Her zaman bir koşuşturmaca içindeyiz sanki yavaş gitsek bize ceza yazacaklarımış gibi çevremizi görmeden, insanların yüzüne bakmadan geçip gidiyoruz. Sürekli bir şeyler yapmak zorunda hissediyoruz. Kulaklarımız, gözlerimiz bir an boş kalır da kendimizle baş başa kalırız diye ödümüz kopuyor. Sanki yasakmış ve itfaiyeciler gelip evimizi yakacakmış gibi kitaplara el sürmeden yaşayan veya her şeyi kenara bırakıp kitabı hakkıyla okumayan milyonlarca insan var. ''Güneş her gün yakıyordu. Zaman’ı yakıyordu. Dünya hızla çember çiziyor ve kendi ekseni etrafında dönüyordu. Zaman da Montag’dan yardım almadan seneleri ve insanları yakıyordu zaten. Yani Montag itfaiyecilerle birlikte nesneleri yakarsa, güneş de Zaman’ı yakarsa, bu her şeyin yanması anlamına gelirdi!'' Tüm distopik romanlardan çıkardığım ortak sonuç: Yalnız kal ve oku. Sosyalleştiğin zamanlarda ise insanlarla şeyler üzerinden konuşma. Kişilere, olaylara değil anlama odaklan. Müsabakalarla, magazinle zamanını geçirip, sürekli bir şeylerle meşgul olma. Bu korkutucu dünyaları bize aktaran romanlar, aslında korkmamız gereken tek şeyin yalnız kalamamak olduğunu söylüyor. Bilge adamın, Montag’a ‘’Bu şehre ne verdin?’’ diye sorması gibi biz de sık sık kendimize soralım, ‘’bu Dünya’ya ne verdik?’’ diye. Montag gibi sadece küller ve hiçlik verip, zamanın bizi yakmasına müsade etmeyelim. ''Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı, derdi dedem. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir ev veya duvar, yapılmış bir çift ayakkabı veya ekilmiş bir bahçe. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca veya çiçeğe baktığında, sen orada olursun. Dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştürdüğün sürece, ne olduğu önemli değil derdi. Sadece çim biçen adamla bahçıvan arasındaki fark dokunuştadır, derdi. Çimleri biçen adam orada hiç olmamış gibidir: bahçıvansa bir ömür orada olacak.'' Hoşça kalın.
Fahrenheit 451
Fahrenheit 451Ray Bradbury · İthaki Yayınları · 202289,3bin okunma
·
415 görüntüleme
Selin okurunun profil resmi
Teşekkürler, çok güzel bir inceleme olmuş :)
Fatih Gerçel okurunun profil resmi
Rica ederim, mutlu ettiniz :)
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.