Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

626 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
33 günde okudu
19.yüzyılda kadın hareketi ve Jane Eyre !!spoiler!!
“Kadınların çoğunlukla pek sakin olduklarına inanılır, ama kadınlar da tıpkı erkekler gibi duygu sahibidir. Erkekler gibi onlar da zekalarını, yeteneklerini işletmek için bir uğraş, eylem alanına gereksinme duyarlar. Üzerlerindeki baskı pek ağır, sürdükleri yaşam pek durgun olursa acı duyarlar bundan, zarar görürler. Onlardan daha ayrıcalıklı olan erkeklerin, 'Kadınlar yemek pişirip çorap örmekle, piyano çalıp nakış işlemekle yetinsin,' demeleri dar kafalılıktır! Bir kadın, geleneklerin kendisi için yeterli saydığı şeylerden daha fazlasını yapmak, öğrenmek isterse onu kınamak, alaya almak düşüncesizliktir. " Erkek egemen dünyaya atılan, sessiz ama güçlü bir çığlık. Kimsesiz, yalnız bir çocuğun kendi ayakları üstünde duran başarılı bir kadına dönüşme öyküsü. Jane Eyre, karşınızda. 19.yüzyılda, Victoria döneminde geçiyor kitap. Kısaca dönemden bahsetmem gerekirse Victoria dönemi, kadınların her konuda baskılandığı, evlere kapatıldığı, ahlak kaygısının altında ezildiği - ki tuhaf (!) bir şekilde aynı dönemde erkekler bu kaygıya maruz kalmıyor - bir dönem. Öyle ki dönemin en güçlü, en yüksek unvanlardaki kadınları dahi bu düzene ayak direyemiyor. Direyememenin dışında ise yoğun bir kabullenmişlik davranışı görülüyor. Fakat bu düzen, götürdüğü onca şeyin dışında çok önemli bir kavramı doğuruyor: kadın hareketi, feminizm! Kitaba adını veren ve feminizmin başlangıcını müthiş bir şekilde yansıtan karakterimiz Jane, ilk sayfalarda bizi ölmüş amcasının eşinin evinde karşılıyor. Yazımın devamında çokça değineceğim bu ev, Jane'in psikolojik gelişiminde çok büyük ve yıkıcı bir etkiye sahip. Bu evde hor görülen, dışlanan, iblis yaftası yapıştırılan, istenmeyen çocuk ilan edilen Jane'in iç dünyasını yazarımız Charlotte Bronte şu altın değerinde cümlelerle aktarıyor: "Neden?.. Neden hep bana acı çektiriyorlardı, hep bana yükleniyorlar, beni suçluyorlar, her dakika, hep cezaya çarptırıyorlardı? Bir yaptığımı bile beğendiremeyecek miydim onlara? Göze girmeye çalışmak neden hep boşunaydı?" Jane'in bu sayfalarda içinde bulunduğu durum tam bir harabe. Değersiz hissettirilen her insan gibi suçu kendinde arıyor fakat içten içe de yanlışı yapanın o olmadığının farkında. Güçlü kadın profilinin ilk adımlarını bu sayfalarda gözlemliyoruz. Yengesi tarafından cezalandırılan Jane, bu defa sesini gerçekten yükseltiyor ve yengesine - Sarah Reed - küçük çaplı bir farkındalık yaratıyor. Sarah ise bu farkındalığa tepki olarak reddetmeyi seçiyor. Bu konuda kendini geliştirmek yerine 'sorun' olarak gördüğü bu elçiyi uzaklaştırmaya karar veriyor. Kitabın bu kısımları bize aslında Sarah'nın zihni ve dünyaya bakış açısı hakkında fikir veriyor. Karakter gelişimi açısından değerlendirilinceyse kitabın başındaki Sarah ile kitabın sonundaki Sarah arasında pek de gözle görülür bir fark olmuyor. Bu nedenle pek derinlikli ve konuşmaya değer olmayan Sarah Reed sayfasını bu noktada kapatıyorum. Evden ayrıldıktan sonra Lowood kurumuna giden Jane bu noktada onunla aynı dönemde yaşayan çoğu hemcinsinin ulaşamadığı bir şeye, kaliteli eğitime ulaşıyor. Fakat az önce bahsettiğim dönemdeki en kaliteli eğitim bile oldukça kalitesiz olduğu için bu yatılı okul hiç insani şartlar sunmuyor. Gördüğü hatta direkt gördükleri muameleden dolayı iyice çöken Jane burada dibi görüyor. Karakter gelişiminin bana kalırsa en önemli kısmı ise bu okulda, dibi görmüşken Helen Burns ile tanışmasıyla oluyor. Helen, kendisine kötü muamele uygulayan insanları dahi bağışlayan ve her türlü hatayı kendinde arayan bir karakter. Bundan ötürü çocukluğunda devamlı değersiz hissettirilme durumu yaşatıldığını düşünüyorum Helen'e. Ayrıyeten daydreaming ya da AHDH gibi rahatsızlıklarla mücadele ettiğini düşünmek de mümkün. Sanırsam Bronte'u en çok eleştirdiğim konu Helen gibi çok derinlikli olabilecek bir karakteri bu kadar geçiştirmesi. Düşününce, Helen'in geçmişiyle ilgili çok az şey biliyoruz. Helen'in düşünce yapısıyla ilgili çok az şey biliyoruz. Helen'in ölümüyle ilgili çok az şey okuduk. Bu nedenle tamamen Helen karakterine ayrılmış ayrı bir romanı da çok zevk alarak okurdum şahsen. Helen Jane'in hayatında olduğu sürece onu her koşulda desteklemesinin yanında ters karakterler olması sebebiyle de Jane'in kendi direnişçilik özelliğinin iyice farkına varmasını sağlıyor. Ne olursa olsun sesini çıkarmayan Helen'i gördükçe Jane onun yerine de ses çıkarma arzusuyla dolup taşıyor. Belki de bu sebepten ötürü Helen'e daha fazla yer verilmeliydi. Helen'in de etkisiyle Lowood'a iyice kanı ısınan Jane'in bu kez yeni bir sorunla mücadele edişine şahit oluyoruz. Sarah Reed'in önceden doldurduğu Lowood kurumunun sahibi Brocklehurst, okula gelerek kulaktan dolma kara propagandalarla Jane'i tüm okulun önünde yeriyor. Bu sefer de mikrofonu başka bir güçlü kadın figürü devralıyor: Miss Temple! Okul müdiresi Miss Temple haksızlığa pek dayanamayan, yönetimi altındaki çocukların iyi şartlarda yaşamasını isteyen bir karakter. Bu sebepten de Brocklehurst ile çok kez çatışıyor. Fakat ne olursa olsun insani muameleden vazgeçmeyen Temple, Jane'in gelişimindeki en önemli karakterlerden birisi. Bu olayı da atlatan Jane'in psikolojik yapısını yorumlamak için 8.bölümün son sayfaları bence çok önemli. Bu sayfalarda Bronte, Jane üzerinden çocukken ihmal edilmiş, önemsenmemiş, sevgi görmemiş bir çocuğun en ufak sevgi kırıntısında çok rahat manipüle edilebilir hale geldiği bir portre çiziyor. Yaşadığı zor çocukluk dönemi sebebiyle insanları kendinden daha çok önemsiyor. Lowood'da geçirdiği sürede Jane'in zamanla arkadaşları değişiyor ve pek de birbirine yakın karakterde değiller. Bu da arkadaşlarını hislerinden çok ihtiyaçlarına göre seçtiğini gösteriyor. Arkadaşlarının hep kendinden yaşça büyük olması ise yine erken olgunlaşmak zorunda kalmış bir bireyin yaşadığı uyumsuzluk olarak değerlendirilebilir. Sonrasında yıllar geçiyor, Helen tifüs salgınından ölüyor, Temple okuldan ayrılıyor ve bu sırada öğretmen olan Jane, zaten yabancı olduğu Lowood'a iyice yabancılaşıyor ve hayatına yeni bir perde açıyor. Bu perde açılırken geçen süreçte aslında Bronte kadınların eğitim almalarının gerekliliğine dem vuruyor. Öyle ki Jane iş ararken aldığı eğitimin oldukça katkısını görüyor. Buradan sonrasında bana kalırsa pek de üstünde durulacak şeyler yok fakat kısaca bahsetmek istediğim bir karakter var. Tahmin edebileceğiniz gibi, Edward Rochester. Rochester, benim asla anlayamadığım bir şekilde derinlikli bir karakter. Fakat kitaba dahil olduğu ilk sayfalarda oldukça yüksek bir ego sezdim. Karşıdakinin düşüncelerini pek önemsemiyor. Zamanla aşkı koca bir saplantıya dönüşüyor. Açıkçası bunun pek sağlıklı bir durum olduğunu düşünmüyorum. Jane'e duyduğu aşk ise genel olarak bir hayranlık hali. Karşı geçinmeye alışık olmayan bir insanın kendisine ayak direyen birine çekim duyması. Kitapta bu noktadan sonra Jane'in ölçüsüz bir biçimde Rochester'a aşık olduğunu ve bu anlamsız aşk nedeniyle onlarca acı çektiğini görüyoruz. Bu bağlanmanın asıl sebebi de bence yine geçirdiği çocukluk. Doğduğun ev olmasa bile büyüdüğün ev gerçekten kaderin sanırsam, ne dersiniz? Genel olarak bakıldığında Jane Eyre'in en önemli özelliği kadınlar tarafından yetiştirilmiş ve kadın olarak var olabilmesinin dışında güçlü bir feminist figür haline gelmiş olması. Kitabın farklı noktalarında ama olumsuz ama olumlu şekilde Jane'i geliştiren onca kadın karakter var. Sarah Reed, Bessie Lee, Helen Burns, Maria Temple, Alice Fairfax... Bu feminist geleneği ise Adele Varens'in sürdüreceği görülebilir. Uzun lafın kısası, Jane Eyre; çok güçlü bir anlatıma sahip harika bir eser olmasının yanı sıra kadınların var olma mücadelesinin en güzel örneklerindendir. Dileğim, bu feminist hareketin günümüzde anlaşılabilmesi ve arttırılarak uygulanabilmesidir. Bronte kardeşler var olsun! Sevgiyle kalın...
Jane Eyre
Jane EyreCharlotte Brontë · Can Yayınları · 202031,1bin okunma
·
100 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.